• Sonuç bulunamadı

Sokrates Öncesi Filozoflarda Mitin Kullanımı

BÖLÜM 1: SOKRATES ÖNCESİ DÖNEMDE TANRIYA BENZEME FİKRİ

1.3. Sokrates Öncesi Filozoflarda Tanrıya Benzeme Fikri

1.3.1. Sokrates Öncesi Filozoflarda Mitin Kullanımı

Felsefeyle birlikte, mitler ve dinî anlatıya dayalı hikayeler sorgulanmaya başlanmış fakat kültürdeki devamlılık gereği varlıklarını devam ettirmişlerdir. Mitlerin toplumda varlığını sürdürmesi sebebiyle, filozoflar bu sözlü dinî anlatıları kimi zaman retoriğin bir parçası olarak kullanmışlar, kimi zaman da dinî anlatılara daha kurucu bir işlev yüklemişlerdir (Pythagorasçılıkta olduğu gibi).

Mitos ile logos, ritüel ile akıl arasında kurulan bu ilişki biçimini Sennett, şu şekilde

nakleder:

“Batının akılla ritüel arasında kurduğu ikircikli ilişki antik dünyada biçimlenmiştir. Bu ilişki Yunanların logos ile mythos arasnda yaptıkları ayrımda da ortaya çıkmıştır. Logos’a karşı mythos: Bir araya getirmek anlamına gelen, legein sözcüğünden gelen logos tek tek veri parçalarını, doğrulanabilir olgu parçalarını bir araya getirir. Mythos ise, sorumluluk kabul etmeden bir hikâye anlatır: Ouk

emos ho mythos, bu benim hikayem değil, başka bir yerde duydum” (Sennett, 2011:

69).

Mitin, Sokrates öncesi filozoflar tarafından kullanılış tarzı, felsefenin nasıl ortaya çıktığı ile ilgili yorumlarda da belirleyici olmuştur. Felsefenin nasıl ortaya çıktığı ile ilgili okuma tarzlarının birbirinden ayrıldığı temel noktalardan biri, mitin bu filozofların dünyasında neye tekabül ettiği sorusuna verdikleri cevaptır. Kimi yorumcular dine dayalı düşünme biçiminden radikal biçimde bir kopuş gerçekleştiğini savunurken kimi yorumcular, böylesi bir radikal devrimin mümkün olamayacağını dile getirirler. Bu iki okuma tarzını birleştiren yorum ise, bir dönüşümün olduğunu, bu dönüşüm esnasında akla ve gözleme dayalı düşünme tarzıyla, dinî anlatıya dayalı düşünme tarzının bir süre birlikte yaşadığı, alternatif bu paradigmaların birlikte yaşama sürecinde karşılıklı etkileşimlerin olduğunu dile getirmektedir. Bu etkileşimi varsaymakla birlikte, Jaeger, o güne dek ilgisi tanrı ve tanrısal olan antik Yunan’ın ilgisinin theoiden yani tanrısal olandan, physise doğru kaydığını ifade eder (Jaeger, 1947).

İlk Yunan filozoflarının ortaya çıkmasıyla birlikte, o zamana dek mitolojinin etkisiyle şekillenen düşünme biçimlerinin, bir dönüşüm içine girdiğini söylemek mümkündür. Bu dönüşümü açıklayan pek çok farklı yorum bulunmaktadır. Guthrie, Jeager ve Cornford, antik Yunan felsefesini kültürel ve dinî arka planıyla birlikte anlamaya çalışırken Burnet, Cornford’ın temel varsayımlarında hataya düşmüş olabileceğini ifade eder. Burnet, felsefenin sadece Yunan dinindeki kökenleri ile değil, doğu kültürlerinden geldiği

düşünülen bazı yönlerini de şüpheyle karşılar. Burnet için açıkça görünen bir Yunan dehası söz konusudur ve bu dehanın gereği olarak felsefenin değil, dinî tapınmaların kaynağını dışarıda aramak gerekir.24 O, felsefeyi dine dayalı bir tasarımdan türetmenin gereksiz olduğunu düşünür (Burnet, 2013: 11, 14, 18-19).

Antik Yunan felsefesi üzerinde mitin etkisini iki farklı coğrafya üzerinden okumak gibi genel bir yaklaşım vardır. Bu iki coğrafî bölgeden biri İyonya bölgesi, diğeri ise İtalya bölgesidir. Bugünkü Batı Anadolu kıyılarında yer alan İyonya bölgesinde dinî düşüncenin etkili olmadığı, doğudan gelen fikirlerin orada bulunmadığı ifade edilmiştir. İlk filozofların gözleme dayalı düşünme tarzları yaşadıkları bölgeyle de açıklanmaktadır. İyonya, daha ziyade gözleme dayalı felsefe yapılan ve bildiğimiz ilk Yunan filozoflarının yetiştiği yer iken İtalya, Pythagoras’ın yetiştiği bölge olarak dinî akımların daha fazla etkisinde kalmıştır. Bu iki bölge arasında siyasî sebeplerle göçler ve seyahatlar yapıldıkça da felsefe ile dinî düşünce biçiminin unsurlarının birbirine karıştığı düşünülmüştür. Bu sebeple, İtalya civarında yetişen filozoflarda dinî düşüncenin etkisini aramak ve görmek ne kadar tabi karşılanmışsa, İyonya’da yetişen Miletoslularda bunu aramak da o kadar gereksiz görülmüştür. Burnet bunu şöyle ifade eder:

“İyonya biliminin kökenlerini herherhangi bir türden mitolojik düşüncede aramak bütünüyle yanlıştır. Hiç kuşkusuz, Yunanistan’ın kuzeylilerin egemenliği altına düşmemiş bölgelerinde eski inanç ve kılgılardan birçok kalıntı vardı ve bunların kendilerini Orfik gizemlerde ve daha başkalarında ifade ediyorlardı. Fakat İyonya’nın durumu başka türlüydü” (Burnet, 2013: 18).

Burnet, felsefe ile dinî düşünce arasında bu denli kesin sınırlar çizerken Guthrie, Yunan felsefesinin ilk dönemlerinde, akıl-öncesi, mitolojik, ya da antropomorfik tasavvurlarla, pür rasyonel ve bilimsel bakış açısının birbirinden kesin sınırlarla ayrılmaya çalışılamayacağını ifade etmektedir. Ona göre bu sınırlar o gün var olan sınırlar değil, bugün bizim çizdiğimiz sınırlardır (Guthrie: 2011). Barnes ise kendi durduğu noktayı şu şekilde ifade eder:

“Sokrates öncesi filozoflar söyleyebileceğimiz kadarıyla, ateist değillerdi. Cesur yeni dünyalarında tanrılara da yer vermişlerdi. Bazıları da Olimposlu antropomorfik tanrıların yerine, rasyonalize edilmiş, geliştirilmiş bir teoloji geliştirmeye teşebbüs etmişlerdir. Fakat, tanrıların bazı geleneksel işlevini ortadan kaldırmışlardır” (Barnes, 1987: 16).

24 Burnet, buna örnek olarak Dionysos tapınmalarını ve ruh göçünü vermektedir. Ona göre felsefeyle ilgisi olmayan bu iki dini inanış da Mısır’dan gelmiştir.

Burnet, İyonyalı filozoflardan bize ulaşan fragmanlarda geçen tanrı/theos sözcüğünün kullanımının bizi yanıltmaması gerektiğini ifade eder. Ona göre, bu fragmanlarda rastladığımız theos kelimesi tanrının dinsel anlamından uzaklaştırılmasının bir örneği olarak düşünülmelidir. İyonyalı filozoflar için tanrı artık bir tapınma nesnesi olmaktan çıkmıştır. Yazara göre bu fragmanlardaki theos, ‘yaşsız ve ölümsüz’ sıfatlarından daha fazla anlam taşımaz (Burnet, 2013: 18).

Yorumcuların ittifakla kabul ettikleri üzere, antik Yunan felsefesinin erken dönemindeki filozoflar, mitoloji ve folklorun yoğun etkisi altındaydı. Fakat bu dönemin felsefî düşüncesi, bir yönüyle mitlerin ve dinî düşüncenin etkisinde olsa da bir yönüyle de bu mitlerden bir kopuşu temsil etmektedir. Bu sebeple bu dönemi incelemeye çalışan biri çok rahatlıkla geleneksel inançların üzerindeki rasyonalizm etkisini görebilir (Davies, 1970: 23).

Davies’in ‘geleneksel inançların üzerindeki rasyonalizm etkisi’ olarak açıkladığı etki, karşılıklı etkileşimin ve aynı dil dünyasının içinde düşünüyor olmanın bir sonucu olarak, rasyonel tavrın üzerindeki mitsel etki şeklinde de karşımıza çıkacaktır.

Sokrates öncesi filozofların genel olarak mitolojik ve dinî anlatılara karşı tavrını kısaca verdikten sonra şimdi bu mitolojik anlatıların bir parçası olarak tanrıya benzeme konusuna intikal edebiliriz.

Tanrıya benzeme temalı dinî pratiklerin tarihsel olarak Miletoslulardan çok eskilere dayansa da Miletoslu ilk filozoflar döneminde, o coğrafyada halen yaşadığını bilmekteyiz.

“Özellikle altıncı yüzyılda nüfusun bir katmanını etkisi altına alan Orpheusçuğun ve Orpheus adına teletai törenleri yapanların, din alanında uğraştıkları sorun, Miletoslu filozofların farklı bir biçim altında uğraştıkları bir ve çok arasındaki ilişki sorunuyla aynıydı.25 Bu her iki biçimiyle de altıncı yüzyılda canlı bir sorundu” (Guthrie, 2011: 144-145).

25 Bir ve çok problemi ifadesiyle kastedilen, çokluğun birden nasıl çıktığı sorunu değildir. Burada, alemdeki çokluğun birden nasıl olup da çıktığı sorusu değil, bir ile çok arasındaki irtibat sorunu kastedilmektedir: Antik Yunan dininde tanrı ve evren; birliği ve bütünlüğü, insanlar ise çokluğu temsil ediyordu. Çokluk halinde olan insanların bir olan tanrı ya da evren ruhu ile kurmaya çalıştıkları bir ilişki biçimi vardı. Dionysos dininin ritüellerinde bu, grup halindeki insanların toplu halde gerçekleştirdikleri âyinlerle, tanrının ruhuna nüfuz etmeye çalışma, gruptaki inananların ruhunun tanrının ruhuna katılımını sağlama çabası ile gerçekleştiriliyordu. İnananlar bu yolla bir olan ile çokluk halinde olan arasında bir bağ kurmaya çalışıyorlardı.

Guthrie’nin verdiği bu bilgiden ilk elden yapılabilecek iki çıkarımdan biri, tanrıya benzeme pratiklerinin felsefenin doğduğu dönemde yaşamaya devam ettiğidir. Diğeri ise, Miletoslu filozofların çözüm aradıkları soru ile teletai törenleri yoluyla çözüm aranan sorunun aynı olmasıdır. Guthrie’nin bu yaklaşımına bir eleştiri olarak şu söylenebilir: Guthrie, Miletoslu filozofların arkhe arayışının dayandığı soru ile teletai törenlerinin yapılma amacı arasında bir bağlantı kurmaktadır.

Miletosluların arkhe arayışında cevap aradıkları soru, gördüğümüz dünyadaki çeşitliliğin kökenindeki ilk ilkenin ne olduğu sorusudur. Orpheus adına yapılan teletai törenlerinde inananlar bir araya gelerek grup halinde çeşitli ayinler yapıyordu. Bu grup, çokluğu temsil etmekteydi. Grup halinde yapılan bu ibadetlerde, grup ruhu ile tanrının ruhu arasında irtibat kurulduğuna inanılıyordu. Sağlanmaya çalışılan şey, tanrının ruhunun grup ruhuna nüfuz etmesi, böylelikle bir irtibatın kurulması idi. Guthrie, bahsettiğimiz bu ritüeldeki, ‘çokluk halinde olan grup üyeleri ile Dionysos arasındaki irtibat ile, Miletosluların evrendeki çokluğun kökenindeki tek ilke arayışı arasında bir benzerlik kurmaktadır. Ancak hatırlamamız gerekir ki, Miletosluların arkhe arayışı, evrendeki çeşitlilik ile bu çeşitliliğin kökenindeki ilk ilke arasındaki irtibatla ahlâkî bir problem olarak ilgilenmez. Hatta bu irtibatın kendisi bile Miletosluların gündeminde değildir. Onlarda rastladığımız tek arayış bir köken arayışıdır. Çokluğun kökeni olarak görülen bir ilke ile, çokluk arasında irtibat kurma daha ziyade ahlâkî bir problemdir. Bu problemin asıl karşımıza çıkacağı yer, Pythagorasçı okuldur. Miletosluların ilk ilke arayışını belki de Pythagoras’ın Bir sayısı ve Platon’un ideasına bir hazırlık olarak okumak mümkün olabilir. Miletoslularda çokluğun ardındaki kökeni aramak daha gözleme dayalı bir arayış iken, Pythagoras’ın Bir sayısına yüklediği anlam ve Bir’le çokluk arasında kurduğu ilişki ahlâkî bir sorunu çözme temellidir. Platon’da ise bir olan idea ile çokluk arasındaki ilişki hem ahlâkî hem ontolojik bir hal alacaktır.

Miletoslu filozoflara gelindiğinde ise, ilk karşılaştığımız problem arkhe problemi idi. Bu problemin esası ise, evrende değişmeden sürekli aynı kalan özü, ilk maddeyi bulmaktı. Platon bu sorunla, değişim ve bozulma halinde olan görünür dünya ile, değişmeden kalan idealar arasındaki ilişkiyi çözmek sadedinde ilgilenmiştir.