• Sonuç bulunamadı

I) Tarım ve veterinerlik hizmetleri görevleri,

1.5.1. Sivil Toplum Kavramı

Sivil toplumun, basit bir tanımı henüz keşfedilmemiştir. Kavram, farklı toplumlarda yaşanan tarihsel gelişmelere paralel olarak çeşitli biçimlerde tanımlanabilmektedir. Bir toplumda sivil toplumun gelişmesi kültürel bir süreçtir ve şu unsurların gelişmesi ile paralellik taşır: çoğulculuk, bağımsızlık, dayanışma, toplumsal bilinçlenme, katılım, eğitim, sorumluluk ve yetki devri.

En geniş anlamıyla sivil toplum, bireylerin ve grupların devletten kaynaklanmayan ve devletçe yönetilmeyen her türlü toplumsal faaliyeti için kolektif bir tanım haline gelmiştir. Sivil toplum, ekonomik çıkar veya siyasî iktidarı ele geçirme hedefiyle belirlenmemiş, daha değer yönelimli, gönüllü, doğrudan doğruya amacı siyasî iktidarı ele geçirmek veya etkilemek olmayan ve en azından var oluşunu bu şekilde temellendirmeyen, katı örgütsel yapılar şeklinde olmayan birtakım örgütleşmelerin ve birtakım toplumsal hareketlerin içinde yer aldığı bir başka alan olarak düşünülebilir.

Sivil toplum kolayca teşhis edilebilir, ölçülebilir ve somut olarak harekete

geçirilebilir bir kavram olduğu sürece demokrasiyle ilişkilendirilip,

önemsenmektedir. Sivil toplum, bireylerin kişisel özelliklerini ve farklılıklarını taşıyıp koruyabilmelerinin devlet tarafından güvence altına alındığı bir alandır. Demokratik yaklaşıma göre ise, sivil toplum, demokratik tartışmaların sadece fikir oluşturmakla kalmadığı, standartlar da getirdiği bir siyasi bilinçlilik yaratmaktadır. Böylelikle, bilgilendirme süreci, aynı zamanda bir karar oluşturma süreci haline gelmekte ve sivil toplum, ortak değerler üzerinde anlaşmaya varabilmektedir.

“Sivil” kavramının epistemolojik kökenine bakıldığında uygarlık

sözcükleri arasında yakın bir ilişki vardır. “Sivilizasyon sözcüğü Batı düşüncesindeki anlamı olan uygarlıktan önce, sivilleştirme anlamına gelmekteydi. Sivil ve sivilleştirme sözcüklerinin ortak kökeni olan Latince “civilis” sözcüğü, yurttaşa, hayatına, haklarına ilişkin bütünü ifade etmekteydi” (Akal, 1995: 34) Bu konuda Şerif Mardin de “sivil” kavramının, “şehir hayatının beraberinde getirdiği hakları ve yükümlülükleri kapsadığını belirtirken, terimin ‘şehirli’ yani ‘medeni’ olanla ilgili olduğunu; karşıtının da ‘gayr-ı medenîlik’ yani barbarlık” (Mardin, 1992: 20) olduğunu ifade etmektedir

Terim olarak sivil toplum günümüzde toplumun siyasi otoritenin baskısından kurtulmasını ifade eder. Dolayısıyla, toplumda görülen demokratik yapıyı, devletin kurumlarının dışında, toplumun kendi kendini yönlendirmesi anlamını taşır. “Barış, özgürlük ve uyumun egemen olduğu bir alan sivil toplum bir uygarlık aşamasını ifade eder. Çağdaş anlamıyla sivil toplum birey özgürlüklerinin ve temel haklarının korunduğu, gönüllülük temelinde örgütlenmenin asıl olduğu toplumun devletin önüne geçerek devlet politikalarını denetleyip yönlendirebildiği yurttaşlık bilincine dayanan bir gelişmişlik düzeyidir” (Arslan, 2001,9).

Sivil toplumun bir diğer anlamı ise yine modern çağda, daha çok Alman düşüncesi dolayısıyla gelişmiş olan, burjuva toplumu demektir ki; bir yanıyla hem kent, kentli, yurttaş toplumu demektir; ama burada daha çok kapitalist toplumun ekonomik çıkar temelindeki beraberlik tarzını anlatır. Bu anlamıyla sivil toplum, “ekonomik temelli bir çıkar çatışmaları alanını anlatmaktadır ki, burada yine sivil toplumun dışında bulunan devletin sivil toplumdaki çatışmayı kontrol etmesi, düzenlemesi ve mümkün olduğu ölçüde sivil toplumdaki çıkar çatışmasını aşarak devletle ve devlette bütünleşmeyi sağlaması öngörülmektedir” (Köker, 2007).

Gönüllü ve kendiliğinden örgütlenmiş olan sivil toplum, “devletten özerk bir şekilde var olan sosyal yaşam alanı olarak tanımlanmaktadır” (Yılmaz, 2003: 321). Halil Đnalcık’a göre sivil toplum, “kendi ekonomik kanunlarını, oyun kurallarını takip etmek isterken, devlet kendi menfaatleri için kontrol sistemi kurmak istemektedir” (Đnalcık, 2000: 97). John Keane’ne göre de sivil toplum kavramı “devletin dışında, devlet tarafından planlanıp kurulmamış, devlet denetiminde olmayan toplumu veya toplumları” ifade etmektedir (Keane, 1993: 48).

Elisabeth Özdalga’ya göre, sivil toplum, “ikili bir denge hareketi üzerine kuruludur: Buna göre bireyler, merkezi devletin baskısından korunarak bireysel özgürlüklerini güvence altına alır. Diğer taraftan merkezi devlet gücü, sivil toplumu var eden bağımsız bireylerin oluşturduğu ara grupların varlığı sayesinde dizginlenir” (Özdalga, 1996: 99). M. Burhan Erdem ise tarihsel olarak sivil toplumun gelişmesi ile piyasa toplumunun gelişmesi arasında büyük ölçüde paralellik olduğunu savunmaktadır. Buna göre “devletin vatandaşlarının ekonomik hayatını büyük ölçüde düzenlediği, koordine ettiği bir rejimde sivil toplumun varlığı sınırlanmış demektir” (Erdem, 1997: 402). Norberto Bobbio, STK’ları “demokrasinin gelişmesine katkıda bulunan, kar amacı gütmeyen, devletten ayrı hareket edebilen, bireylerin ortak amaç ve hedeflerine bakıldığında ise; siyasal iradeyi ve yönetimi kamuoyu oluşturmak suretiyle etkileyebilen bir örgütlenme türü” olarak tanımlamaktadır (Bobbio, 1993: 17).

Kavram olarak sivil toplum, “devletten önce gelen, onun içinde yaşayan, ama onunla özdeş olmayan, hatta ona karşı koyabilen bir tür insan ilişkileri yumağıdır” (Tunçay, 2003). Đdris Küçükömer’in sivil toplumu; düşünce geleneği yanında, kültürel birikimle de ilişkilidir. Küçükömer’e göre sivil toplum bir bakıma Batı kültürel birikiminin ürünüdür. A. Yaşar Sarıbay’ın sivil toplum tanımında ise; sivil toplum, sözlük anlamı ile yurttaşlar toplumu olup bu yurttaşlar arasındaki sosyal ilişkilere ve iletişimlere atıf yapan bir kavramdır. Ayrıca ona göre sosyolojik temele dayanan bu kavram artık bugün Türk siyasi kültüründe sembolik bir anlam taşımaktadır. Bütün bu tanımlara baktığımızda öncelikle sivil toplum kavramının kaynağını bulma çabası ve bunun yanında belli bir kimlik kazandırma çabası içinde oldukları görülebilmektedir.

Bu tanımlar ışığında sivil toplum, kendi rızalarıyla bir araya gelen bireylerin merkeze bağımlı olmadan, karar alma sürecini etkileme amacında olan ve bu rolüyle demokrasiye katkıda bulunan bir örgütlenme türü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sivil Toplum, merkezi ve yerel yönetimin dışında faaliyette bulunma alışkanlığını edinmiş bir toplum anlayışıdır. Sivil Toplum Kuruluşları (STK), merkezi ve yerel yönetim kuruluşlarının ulaşamadıkları, kendi etkileşim alanlarındaki ortak sorunları tespit etme, tanımlama ve sorun çözme rolünü

üstlenmektedirler. Böylelikle, STK’lar siyasi üretkenliğini ortaya koyarak bulundukları yörede kamuoyunun faydasına varlıklarını sürdürme çabası içindedirler. Sivil toplum kuruluşları ile yerel yönetimlerin etkileşimi belirli bir demokrasi birikimiyle oluşmaya başlamıştır.

1.5.2. Sivil Toplum Kuruluşlarının Ortaya Çıkışı ve Tarihsel Süreci

“Sivil toplum kavramı üzerine düşüncelerin tarihini Batı Avrupa’ya özgü bir gelişme olarak 12. ve 13. yy.’a kadar götürmek mümkündür. Özellikle 13.yy.’da gelişen pazar ekonomisi, paranın geniş kullanım alanı, zenginlik ve lüksün artması ve gelişmesi, özel hayat ve mülkiyetin yaygınlaşması ve değişik hayat biçimlerinin ortaya çıkması, şehirlerin özerk bir merkez haline dönüşme süreci, sivil toplumun gelişmesine temel teşkil etmiştir” (Yıldırım, 2001: 55).

Kavram esas itibariyle Batı’da 12. yüzyıl ve 19. yüzyıl arasında yaşanan değişim ve dönüşümlerin sonucu itibariyle oluşmuştur. Sivil toplum tamamen kentsel bir gelişmenin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Ortaçağın sonlarına doğru biçimlenmeye başlayan sivil toplum 12. yüzyılda ticaretin gelişmesi ve esnaf -tüccar gibi kentsel unsurların feodal sistem içinde ekonomik özerklikleri ve yaşadıkları şehirlerin yönetiminde geniş yönetsel özerklikleri kazanmalarıyla ortaya çıkan fiili bir durumu tanımlar. Diğer bir ifadeyle sivil toplum “orta sınıfa kentsel yaşamda sağlanan bir takım sivil özgürlükler temelinde ortaya çıkan merkezi otoriteden bağımsız ve özerk kurumların şahsında gelişme imkânı bulan toplumsal alandır. Açıklıkla fark edilebileceği üzere demokratik hak ve özgürlükler yani demokrasinin bizatihi kendisinin gelişimi ile paralel-dinamik bağlantılı bir seyir izlemiştir” (Gökalp, 2006).

20. yüzyılın ilk yarısında dönemin koşullarının sonucu olarak pek fazla gündeme gelmeyen sivil toplum kavramı 21. yüzyılın ilk yıllarında siyasi söylemin adeta en popüler kavramlarından biri haline gelmiştir. Bu olumlu ve popüler atıfların en önemli nedeni geçen yüzyılın kavramın anlamını katleden deneyimlerinin insanlığa verdiği dersler olsa gerek şeklinde düşünmemek elde değildir. “Kavramın

tarihsel arka planı farklı yaklaşımları ve değer yüklerini barındırsa da kavram son dönemde eksikliği sorun yaratan, gelişmemişliği birçok problemin sebebi olan, yoksa oluşturulması, varsa geliştirilmesi gereken, arzu edilen, demokrasinin olmazsa olmazı bir şey olarak tanımlanmış ve bu çerçevede gündeme gelmiştir” ( Gökalp, 2006).

Sivil toplum kavramı her ne kadar uzun bir geçmişe sahipse de bugünkü anlamıyla ortaya çıkışını Batı’da sanayi toplumu sonrası başlayan toplumsal ve siyasal arayışa borçludur. “Batı dünyasının Rönesans’tan sonra yaşadığı bir dizi gelişme yeni bir siyasal toplum modeli arayışını doğurmuş bunun gereği olarak da ulus devletler, ulusal nitelikli bir din, daha özgürlükçü bir siyasal yaşam gibi temalar tartışılmıştır” (Arslan, 2001, 14)

Sözleşmeci düşünürlerden Locke, Rousseau ve Hobbes ; “Sivil toplum kavramını aynı çizgide ancak bu kez siyasi otoriteyi ortaya çıkaran kamusal alan anlamında kullandılar... Sözleşmeci düşünürlerde sivil toplum kavramı, geleneksel toplumdaki aile merkezli özel alana karşı ortaya çıkmış olan kamusal alan merkezli siyasal oluşumu ifade etmektedir. Sivil toplum bugün devam etmekte olan anlamını Hegel'in elinde bulmuştur. Sivil toplum Hegel'de farklılıkların ve özel eğilimlerin bir çatışma alanını oluşturmakta ve metafiziksel bir devlete ulaşmada tarihsel bir ara dönemi oluşturmaktadır... Hegel'in kavrama yüklediği orijinallik sivil toplumu ilk defa devletten ayırmış olmasında yatmaktadır. Marx da bu ayrımı esas almış ancak sivil toplumu ekonomik ilişkileri üreten ve sınıf ilişkilerini doğuran bir alan olarak tanımlamıştır” (Çaha, 1997: 28–29)

Demokrasinin en önemli göstergelerinden birisi devletin tahakküm alanının dışında var olan, kişinin temel hak ve özgürlüklerini rahat bir biçimde kullanma olanağına sahip olduğu ve aynı zamanda da yine aynı devlet tarafından korunmakta olan sivil bir alanın varlığıdır.

Tarihsel kökenlerini Aristoteles’e kadar götürebileceğimiz bu sivil alanı diğer adıyla sivil toplumu kısaca, “devlet denetimi ve baskısının ulaşamadığı veya belirleyici olamadığı toplumsal etkinlikler” (Demir - Acar, 2002: 368) şeklinde tanımlamak mümkündür.

Aristoteles’in bahsetmiş olduğu sivil toplum, bugün anladığımız anlamdaki sivil toplumdan oldukça farklıdır. “Aristoteles’in sivil toplumu, hayatın her alanını kuşatan siyasal toplumu ile aynı alanı ifade etmektedir. Yani “polis” aynı zamanda sivil toplumdur. Böylece günümüzde anlaşılanın aksine sivil toplum ile devlet arasında herhangi bir fark söz konusu olmamaktaydı. Aile, din, eğitim vb. unsurların hepsi siyasal toplumun yani “polis”in birer parçası olarak görülmekteydi” (Arnhart, 2002: 67).

Sivil toplum kavramının bugünkü şeklini almasında 12. yüzyıl ile 19. yüzyıl arasında Avrupa’da yaşanan gelişmeler etkili olmuştur. “Özellikle burjuvazinin ortaya çıkışı ve sanayi devrimi ile birlikte üretim araçlarında meydana gelen gelişmeler bu sürecin iki ana dinamiğini oluşturmuştur. Bu sürecin sonunda devletin dışında bugünkü anlamıyla sivil toplum ortaya çıkmıştır” (Türköne, 2003: 348).

Siyasal düşünceler tarihi boyunca birçok düşünür sivil topluma ilişkin olarak çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Ortaya çıkan sonuçlar sivil toplum-devlet, sivil toplum-birey ilişkisinin ortaya konulması açısından oldukça önemlidir.

Doğal yaşam halinde insanların özgür ve eşit varlıklar olarak hayatlarına devam ettiklerini belirten Hobbes’a göre “rekabet”, “güvensizlik” ve “herkesten üstün olma arzusu” (Göze, 2000: 137) insanları doğal durumda birbirleriyle çatışmaya itmiştir. Bu durumda “insan insanın kurdu” olmuştur. Bu çatışmanın engellenmesi için insanlar bir sözleşme ile tüm haklarını egemen bir güce Leviathan’a (devlet) teslim etmişlerdir. Đnsanlar, devletin izin verdiği ölçüde haklara sahiptirler. Aksi bir durum doğal yaşam halinin çatışma ortamını doğuracaktır.

“Hukukun tek kaynağı devlettir. Devletin otoritesi bölünemez, devredilemez ve parçalanamaz bir nitelik taşır. Dolayısıyla Hobbes’da da Aristoteles de olduğu gibi siyasal toplum ile sivil toplum iç içe geçmiştir. Bu durumun tek istisnası, egemen gücün kural koymadığı durumlarda ekonomik ilişkiler ve aile yaşamını kapsayan özel bir yaşam alanı söz konusu olmasıdır. Ancak bu durum mutlak iktidara sahip devletin karşısına çıkabilecek kadar güçlü bir sivil toplumun oluşmasına yetmemektedir” (Türköne, 2003: 350).

Doğal hukuk okulunun diğer önemli temsilcisi John Locke’tur. “Locke, Hobbes’dan farklı olarak devleti liberal anayasal bir temelde ele alırken, bireyi ön plana çıkaran bir yaklaşım sergilemiştir” (Çaha, 2003: 24). Hobbes gibi mutlak ve tekçi bir iktidarı savunmamıştır.

“Locke, doğal yaşam halinde yaşayan insanların mutlak bir eşitlik ve özgürlük ortamı içinde mülkiyet hakkı, yaşam hakkı ve özgürlük haklarının kutsal haklara sahip olduklarını belirtmektedir” (Türköne, 2003: 350). “Doğal yaşam halinde bulunan insanlar, bu haklar ihlâl edildiği zaman birbirlerini yargılama ve cezalandırma yoluna gidecekler ve kargaşaya neden olabileceklerdir. Đşte bu noktada doğal yaşamdan bir sözleşme ile çıkılacak, yargılama yetkisi, siyasal topluma yani devlete devredilecektir. Böylece toplum kurulacaktır” (Göze, 2000: 156). Bu siyasal toplum aynı zamanda sivil toplumdur. Ancak bu durum Hobbes’un siyasal toplum- sivil toplum eşitliğinden farklıdır. Hobbes’da sözleşmeyle devlet kurulduktan sonra insanlar tüm yetkilerini devlete devretmiş ve devlet sınırsız bir güce sahip olmuştur. Oysaki Locke’un devleti sınırlı yetkilerle donanmıştır. Devletin devamlılığı, insanların kutsal haklarını koruduğu ölçüde gerçekleşecektir. Ancak her ne kadar sınırlı bir devlet söz konusu olsa da, net bir sivil toplum alanı ortaya konulamamaktadır.

Doğal hukuk okulunun diğer önemli bir temsilcisi J.J. Rousseau’ da doğal yaşam halinin insanlar için tam bir eşitlik ve özgürlük ortamı olduğunu savunmaktadır. Ancak bu ortam insanların mülkiyet kavramı ile tanışmalarıyla bozulmuş, o zaman kimse birbirine karşı sorumluluk duymamaya başlamıştır. Rousseau, meşru otoritenin yani devletin sözleşme ile kurulabileceğini belirtir. Dolayısıyla siyasal topluma geçiş aynı zamanda sivil topluma geçiştir.

“Gerek Hobbes, gerek Locke, gerekse Rosseau’da doğal halden siyasal topluma geçişte bazı farklar bulunsa da her üçünde ortak olan nokta, sivil toplumu doğal toplumun karşıtı olarak görmeleridir” (Türköne, 2003: 353). Sivil toplumu siyasal toplumla özdeş gören bu ekol, devletten bağımsız bir sivil alanı ifade eden anlamda sivil toplum kurgusundan uzaktır.

Hegel, sivil toplum kavramına yeni bir bakış açısı getirerek, siyasal hayat- sivil toplum özdeşliğini yıkmıştır.

“Hegel, sivil toplumu tanımlarken onun “aile” ve devlet ile birlikte belirli etik değerlere sahip olduğunu belirtir” (Türköne, 2003: 353). Bu etik değerlerden yola çıkarak gerek devlete ilişkin gerekse sivil topluma ilişkin düşüncelerini şekillendirmiştir.

“Ona göre aile sevgi, saygı, içtenlik, birlik vb. değerlerin yer aldığı bir formdur. Her ne kadar aile bu olumlu değerleri bünyesinde barındırıyor olsa da, yine de bireyin kendini gerçekleştirmesi için yeterli imkânı vermemektedir. Çünkü aile, özgürlüklerin ve kişiliğin gelişmesi açısından fazla öznel bir birliktir” (Bumin, 2005: 155).

Hegel’in aileden sonraki ikinci uğrak yeri “sivil toplum”dur. Ona göre, sivil toplum ekonomik bir alandır ve bu alanda bireylerin farklı ihtiyaçlarından kaynaklanan çıkar çatışmaları söz konusudur. Bu çatışmalar bireyleri karşı karşıya getirerek birbirlerine düşman kılmaktadır.

Sivil toplumdaki çatışmanın çözümünü devlette gören Hegel, “bireyin ancak akılsal bir devletin üyesi olması durumunda özgürlüğüne kavuşacağını belirtir” (Bumin, 2005: 157). Devlet, sivil toplumda var olan çatışmacı unsurları bir araya getirerek, bunları uyumlaştıracaktır. Dolayısıyla Hegel’in aile, sivil toplum ve devlet ilişkisi içindeki ana çatışma alanını sivil toplum oluşturmaktadır. Bu çerçeveden bakıldığında Hegel’in sivil toplumu negatif bir alandır.

“Marx, sivil toplumu, alt yapı-üst yapı ilişkisi içinde inceler. Buradan devlet- sivil toplum ilişkisine gelir. Ona göre, sivil toplum alt yapı iken, devlet ise üst yapıdır” (Erdoğan, 1998: 221). Marx, sivil toplumu ekonomik faaliyetler alanı olarak görmektedir. Dolayısıyla bu ekonomik faaliyetler alt yapıyı oluşturmakta, bu faaliyetler de üst yapıyı yani devleti belirlemektedir. Bu durum, Hegel’in sivil toplum-devlet ilişkisi düşüncesinin tam zıddıdır. Hegel’de devlet sivil toplum içindeki anlaşmazlıkları çözerken, Marx’ın düşüncesinde sivil toplum, devleti belirlemektedir. Buradan hareketle, sivil toplumda varolan ekonomik faaliyetler, sınıflar arası bir hiyerarşi oluşturmakta ve böylece Marx’ın devleti, ekonomik olarak

güçlü olan yani hâkim sınıf tarafından belirlenen bir aygıta dönüşmektedir. Dolayısıyla sivil toplum Hegel’in düşüncesindeki gibi bir çatışma alanı olarak kalmakta, fakat bu çatışma alanı devletin gözetimi ve hakemliğinden öte bizzat devleti belirlemektedir.

Sivil topluma ilişkin olarak farklı görüşler ileri süren yazarlardan bir diğeri ise Marxist ekolün önemli temsilcisi Gramsci’dir. Onun sivil topluma ilişkin düşünceleri Marx’tan farklı olarak, Hegel’e daha yakındır.

“Gramsci sivil toplumu Marx’ın aksine, bir üst yapı alanı olarak görür” (Çaha, 2003: 38). Sivil toplum kavramını hegemonya kavramı ile ilişkilendirerek açıklayan Gramsci’ye göre hegemonyanın iki ayağı söz konusudur. “Bu ayaklardan politik olanı devlet oluştururken, kültürel olanı ise sivil toplum oluşturmaktadır” (Çaha, 2003: 38–39). Böylece toplum hegemonyanın kuşatmasına maruz kalmaktadır.

Gramsci’nin sivil toplumu, siyasal toplumun dışındadır. Bu ayrımı devlet- kilise ikiliğine kadar götürmekte ve tarihsel süreç içinde sivil olanın kilisenin, siyasal olanın ise devletin yanında yer aldığını belirtmektedir (Gramsci, 2003: 310–311).

Sivil toplumu ortaya çıkaran burjuva sınıfı yalnızca Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Böyle bir tarihsel deneyimin aynıyla bir başka yerde yaşaması da mümkün değildir. Burjuvazi sınıfıyla bağlantılı olmasından dolayı sivil toplumla kent kültürünün ve medeniliğin bir bağlantısı vardır.

Kavramın tarihsel serüvenine geri dönecek olursak; 17. yüzyılın sonu ve 18. yüzyılın başlarından itibaren batı dünyasında yaşanan ekonomik-toplumsal-siyasal ve kültürel değişimler kısaca sanayi toplumunu hazırlayan ve oluşturan dönüşümler ve/veya devrimler sivil toplum kavramsallaştırılmasının temel dayanak noktasını oluşturur. “Pazar ekonomisinin doğuş ve gelişimi, işbölümünün giderek karmaşıklaşması, toprak emek ve sermayenin ticarileşmesi ve yönetimin merkezileşmesi gibi gelişmeler aile ve devlet dışında üçüncü bir alan olarak sivil toplum kavramını gündeme getirmiştir” ( Gökalp, 2006).

Burjuva medeniyeti olarak da tanımlanabilen Batı medeniyeti, sivil toplumu da kentleriyle tanımıştır. “Felsefi olarak bin yıllık pratik olarak üç yüz yıllık bir

tarihi süreçle günümüz batı sivil toplumu oluşmuştur” (Arslan, 2001, 210). Bunların yanında ilk egemen devlet anlayışı, çıkar çatışmaları, kentleşme ile yoğunlaşan sosyal ilişkiler, Rönesans’ın yaydığı düşünceler ve buna bağlı olarak ortaya çıkan bilimsel gelişmeler ayrıca miras kalan eski Roma ve Yunan kültürü pek çok alanda olduğu gibi sivil toplum alanında da Batı’yı öncü yapmıştır.

Batılı devletler demokrasiye geçen ilk devletlerdir. Yine günümüzde demokrasiyi aslına uygun şekilde en fazla Batılı devletler yaşamaktadır. Demokrasinin ortaya çıkması gerçek anlamda Fransız Đhtilalı ile mümkün olmuştur.

Yine sanayileşmeyle beraber yaşanan ve hızla artan gelişmeler son yıllarda daha da hız kazanmıştır. Sivil toplumun önemi her geçen gün biraz daha fazla vurgulanmaya başlanmıştır. Son yirmi yılda dünyada meydana gelen çok yönlü gelişmeleri bu durumun sebebi sayabiliriz.

Sosyalist ülkelerin yıkılması ve küresel gelişmeler dünyanın düzenini bir hayli değiştirmiştir. Özellikle Avrupa'da demokrasi talepleri yoğunlaşmıştır. “Küreselleşme/küreselleşme sürecinde yurttaşların, ulusal/küresel politik ve ekonomik uygulamalara karşı pazarlık gücüyle gelişen sivil yurttaşlık, organik örgütlerin insan malzemesinin ön koşulu olduğu gibi, sonuçta ulusal ve küresel anlamda demokratik gelişmenin garantisi olan tartışmacı bir kamunun da vazgeçilmez yapı taşıdır” (Edinsel, tarihsiz: 65). Đşte bu anlayış artık batı demokrasilerinde sivil toplumu demokrasinin sigortası haline getirmiştir. Son dönemlerdeki Batı'daki siyasi arayışların da sivil toplumun öneminin artmasında

Benzer Belgeler