• Sonuç bulunamadı

m im ar sinan d evri-

İlber ORTAYLI

Kanuni Sultan Süleyman'ın hükümdarlığını tarihçiler imparatorluğun en parlak devri olarak ele almışlar, dönemin kurumlan ve toplum düzeni genel bir eğilim olarak impara­ torluk tarihinin klasik devri diye nitelendirilmiştir. Bu genel eğilim içinde 15. yüzyıl sonuna kadarki Osmanlı toplumsal kurumlarının gelişimi bir olgunluk dönemine ulaşmamn, sonrası da çürüme ve bozulmanın safhaları olarak ele alın­ mıştır. Kuşkusuz Osmanlı imparatorluğunun idare ve top­ lum hayatını bu biçimde yorumlamak hiç değilse son yıl­ larda terkedilmeye başlandıysa da, özellikle 16. yüzyıl Os­ manlI mimarisini ve yapı örgütünü bütün Türkiye kültür ta­ rihi içinde en orijinal ve soylu devir diye ele almak eğilimi halen mevcuttur. Türk sanatı veya Türkiye sanatı gibi bir yaklaşım izlendiğinde bu tür bir değerlendirme de kuşkusuz tartışma götürür. Bu tartışma götürürlüğe rağmen, kabule şayan bir gerçek Mimar Sinan döneminin gerek Osmanlı mi­ marisi, gerekse dünya mimarisi için gösterdiği önemdir. Bu dönemin iktisadi, kültürel, toplumsal şartları etraflıcı ince­ lenmedikçe bu olgunun yeterince kavranılâmayacağı da açıktır.

Mimar Sinan baş mimar olduğunda ve olmadan önce de mesleğinde yetişirken, bu imparatorluk bir Balkan impara­

torluğu olma yanında bir Ortadoğu imparatorluğu da ol­

muştu. Hatta ikiyüz yıldır kazandığı ve koruduğu birinci ni­ teliği İkincisinin içinde erimeye başlamıştı, iki yüzyıldan beri birinci niteliğini, tarihin akışı ve doğal kültür ilişkileri içinde yavaş yavaş kazanan imparatorluk, şimdi ikinci nite­ liğini bilinçli bir biçimde kuruyordu. Devletin ulema ve ümerası, adeta belirgin ve gayretli bir politika içinde bir tür Ortadoğu-İslam rönesansı yaratıyorlardı. Osmanlı vekayina- me ve nasihatname edebiyatında 16. yüzyılda olduğu kadar,

eski İslam devletlerine, İslam arazi, maliye ve toplum siste­ mine ait kaynaklara 14. ve 15. yüzyılda atıflar yapıldığı ve başvurulduğu söylenemez. Daha önce pragmatik bir davra­ nış ve yaşayan gelenekle doğu devlet literatürü ve toplum sistemi benimsenirken, şimdi daha bilinçli bir İslam ve Me­ zopotamya modelciliği ele alınıyordu. II. Mehmet (Fatih) kozmopolit bir din ve dünya görüşü olan Hurufiliğe eğilimli idi. Yavuz Selim koyu bir Sünni-Müslümandı ve Balkan hıris- tiyanlarmı İslamlaştırmak konusundaki eğilimini bazı ulema zor önlemişti. Devletin yönetiminde ortodoks sünni ulema mümtaz bir yer almıştı (Kemal Paşazade ve Ebussuud vs.), bizzat Divan şiirinde bile bu hava egemendi. Halk arasında Molla Kaabız ve üstüvani Mehmet Efendi gibi dünyavi her zevki en normal adet ve eğlenceyi bile bid'at ve haram sa­ yan yobazlar taraftar topluyordu.

Devletin sınırları "Globus Ottomanorum" kavramıyla an­ latılıyordu. Batıda Transilvanya ve Macaristan'dan başlayan Osmanlı ülkeleri bütün Tuna havzasını Karadenize kadar iz­ lemekte, güneyde Dalmaçya kıyıları, Akdeniz adalan ve tüm Pelepones-Mora'yı içermekteydi. Kuzeydeki sınır Podolya, Eflak-Boğdan üzerinden Kırım yarımadasını da içererek Uk­ rayna steplerine kadar uzanmaktaydı. Bütün bu alan imti­ yazlı beylik, himaye altındaki devletler, merkeze bağlı tımar rejimi altındaki eyaletlerle birlikte Rumeli bölümünü mey­ dana getirmekteydi. Doğuda, Azerbaycan ve Luristan'dan başlayan sınır güney Kafkasya'yı -kuzey Kafkasya'daki bazı bağımlı devletçikleri, nihayet tımar rejimi altında tüm Ana­ dolu kıtasını, El Cezire, Suriye ve Aşağı Mezopotamya’yı kapsıyordu. Arabistan ve imtiyazlı beylik statüsündeki Hi­ caz topraklarını da gözönünde tutarsak imparatorluğun As­ ya kıtası mülkleri kabaca belirlenir. Afrika'da ise Mısır, Ha­

beşistan'ın bir bölümü "garb ocakları" denen Trablusgarb (Libya), Tunus, Cezayir gibi bağımlı devletçikleri sayarsak imparatorluğun kompozisyonu tamamlanmış olur. Bütün bu alanda yaşayan nüfus, dil, din ve ırk olarak tarihteki bü­ yük imparatorlukların çok azında göriilen bir çeşitliliğe sa­ hipti. Geleneksel Osmanlı Devleti "British Commonwealth" değildi. İmparatorluk ülkelerinin ve halklarının hepsi rengini ve varlığını sürdürüyordu. Bu birimlerin homojen bir mali- idari yapıya da sahip olmadığını belirtmek gerekir. Her dini cemaat kendi içindeydi. Şeriat'ın renkliliği yamnda örfi hu­ kuk, her vilayetin ayrı toprak kanunları, her dini cemaatin kendi hukuku yürürlükteydi. Hatta Rum-Ortodoks cemaati son devir Bizans hukukunu kullanıyordu.

İmparatorluk büyüktü, ama anlaşılan yeni çağın büyük imparatorlukları gibi zengin değildi. Daha doğrusu impara­ torluğun zenginliğini doğuran kaynaklar, bu zenginliği kul­ lanan sınıflar, bu zenginliğin kullanılış tarzı ve günlük yaşa­ ma yansıyışı çağdaş imparatorluklardan çok farklıydı. Av­ rupa; tüccarların zenginleştiği ve şehirlerin idaresini elde et­ tiği, iflas eden imparator hâzinelerine borç vererek devlet yönetimini etkiledikleri bir dünya idi. Bütün yaşayış biçimi, kent düzeni, sanat zevki, mimari yükselen burjuvaziye hitap ediyordu. Şehirlerin güzel binaları tüccar saraylarıydı, bele­ diye binalarıydı. Ticaret yolları ve hanlar, antrepo mimarisi gelişiyordu. 16. yüzyılda bu burjuvalaşan Avrupa'dan Os­ manlI ülkesine gelen protestan rahip Sehweigger, "Bütün sahte dindarlar gibi Türkler de tanrıyı aldatmak için mabet­ lerini büyük, güzel ve süslü yapıyor. Bizim aksimize oturduk­ ları evlere hiç dikkat etmezler" diyor. Osmanlı tüccarı ve ze- naat erbabından hiç kimse bu imparatorluğun tüketim normlarına, kültürüne ve yaşam tarzına etki yapacak durum­ da değildi. 1500’lerde bir sancak beyinin yıllık geliri 12000 altın duka civarında iken, Bursa'nın en zengin tüccarının te­ rekesinden 4000 altın çıkmıştı.1 Zenginlik ve parlak yaşa­ yış büyük imparatorlukta batı Avrupa toplumlarındaki gibi ortaya çıkmıyordu. Sözünü ettiğimiz Salomón Sehweigger, "paşaların ve beylerin evleri çok kötüdür. Binalarda fazla ih­ tişam yoktur, kanunlar pahalı ev ve şato inşaasına müsaade etmiyormuş, kötü bir ev bile 1000 dukaya çıkar. Böylesi bizde 300 Guldeni geçmez"2 demektedir. Evlerin yüksekli­ ğinin ve kaplayacakları alanın sert kanunlarla tespit edildiği bir toplumdur bu. Mimarlar zengin konut mimarisi, parklar ve özel hanların yapımıyla uğraşmaz. Bizzat mimarbaşı ge­ nişçe tutulmuş ve yüksekçe yapılmak istenen binalara ruh­ sat vermemek ve izinsiz olarak büyük yapılanları yıktırmak­ la görevlidir çünkü...

Peki bu toplumda mimarlar zaptiyelik dışında birşey yapmıyorlar mıydı yahut da faaliyetleri çok sınırlı bir alan­ da mı kalmıştı? Şüphesiz hayır. Osmanlı mimarı, kamusal anıtları ve tesisleri yaratmakla yükümlüydü ve bu yükümlü­ lük onun faaliyet alanının sanatçı kişiliğinin ve eğitiminin çok farklı bir açıdan değerlendirilmesini gerektirir.

Geleneksel toplumda mimarlık basit bir lonca faaliyeti değildir. Gerek fonksiyonları, gerekse örgütleniş biçimi ve yetkileriyle mimar, uzman bir bürokrattır ve yönetici sınıf üyesidir. Kentsel alandaki'altyapı tesisleri, ulaşım teknolo­ jisinin düzeyi, ekonomik faaliyetlere dayalı mekan organi­ zasyonu, yapı malzemesi, inşaat işçi ve ustalarının sayısı ve bölgesel dağılımı, azınlık cemaatlerin oturduğu bölgeler ’, ki mekan sınırlaması ve buradaki farklı yapı denetimi mi­ marların toplumsal ve idari konumunu belirleyen öğelerdir. Klasik Osmanlı teşkilatında mimarlık doğrudan askeri bir

görevdir. Mimar asker ocağında (kapıkulu ocaklarında) yeti­ şir. Hassa mimarlarının komutanı Hassa başmimarıdır.3

Kanuni devrinin Osmanlı imparatorluğunda Tuna'dan Fırat'a, Ukrayna'dan Afrika çöllerine kadar yapılan her se­ ferde yollan ve su yollarım onarmak ve yapmak, köprüler kurmak, konaklama tesislerini denetlemek onun görevidir. Yetiştiği dönemde, hiç kimse, mimar kadar üç kıtadaki ül­ kelerin yapı zenaatmı ve plastik sanat eserlerini yakından ta­ nımaz. Kentlerin imar denetimi onun görevidir. Nihayet kentleri süsleyen anıtsal kamu binaları onun eseri olacaktır. Bu eserleri yaparken kendisine yardımcı olan taşçı, doğra­ macı, camcı, boyacı, badanacı Ortadoğu ve Balkanlar bölge­ sinin 5000 yıllık şehir kültürünün yaratıp yetiştirdiği muh­ telif dinden ve etnik gruptan kimselerdir.4 Kanuni devrinin büyük eseri Süleymaniye yapılırken bu rengarenk Babil Ku­ lesi kalabalığı o binayı yükseltmişlerdir. Çünkü Mimarbaşı Sinan Ağa bütün meslektaşları gibi, imparatorluğun dört bir yanından her gruptan yapı usta ve işçisini celbettirebilmek- tedir. Sadece emek sahiplerini değil, malzemeyi de... Böyle bir ortamda Sinan'ın yetişmesi ve bir okul kurması olanak kazanmaktadır. Doğum yeri ve ailesi karanlık olan bu yeni­ çeriye kâh Kapadokya (Kayseri) bölgesinden bir Hıristiyan veya Türk, kâh Bulgaristan Rodoplanndan bir Bulgar denir. Eldeki vesikalarla bu durumun kesin tespiti mümkün değil­ dir. Zaten önemli de değildir. Koca Sinan Osmanlı mimarı­ dır. Osmanli mimarisi bir imparatorluğun mimarisidir. Bu imparatorluk Ortadoğu ve Balkanların imparatorluğudur ve tarihteki iki benzerinin, Roma'nın ve Bizans'ın mimarisiyle aynı paralelde yeniçağ dünyasının şaheserlerini yaratmıştır. Onun hakim kültürü ne salt Anadolu'nun ne de Rumeli' nindir. O mimari, insanların günlük yaşama mekanım düzen­ lemekten çok, bir kamusal şaşaayı ve devlet çarkım döndü­ recek gerekleri yerine getirir. O mimaride dar ulusal bir nite­ lik ve kaynak aramak boşunadır. Nasıl Osmanlı tarihi üç kı­ tadaki ülkelerin ve halkların yazgılarıyla ördükleri bir duvara benzerse, Osmanlı mimarisi de bu tarihin zamanda ve me­ kandaki müşterekliğinin bir simgesidir. Mimar Sinan'ın üslu­ bu onun öğrencileriyle 17. yüzyılda da sürdü, sonra eridi. Çünkü 18. yüzyıl Osmanlı dünyası 16. yüzyıldaki kadar ge­ niş ve renkli değildi. 18. yüzyılın mimarı, bir-iki yüzyıl ön­ ceki ocaklı yoldaşları gibi geniş bir dünyayı tanıyamıyordu. Fazladan yöneticiler, sanatçılar ve halk artık imparatorluk mimarisine değil, çağın gerektirdiği bir mimarlık sanatına gereksinim duyuyorlardı. 18. yüzyılın Balkan rönesansı, İs­ tanbul'daki Osmanlı barok çağı yeni bir dönemin ve yeni bir mimar tipinin doğmak üzere olduğunu gösteren belirti­ lerdir.

n o t l a r

(1) H. İnalcık, The Ottoman Empire 1300-1600, London Weiden­ feld-Nicholson 1973, s. 115.

(2) Salomon Schweigger, Eine Neue Reyssbcschrelbung aus Deusch- land nach Constantinopel und Jerusalem, von Rudolf Neck, Graz 1964, s. 106-107.

(3) Şerafettin Turan, "OsmanlIlarda Hassa Mimarları" AÜDTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, Sayı 1, Ankara 1963, s. 3 - 12. (4) Ömer L. Barhan, Süleymaniye Camii ve İmareti İnşaatı (1550-

1575) C. I, T .T .Kurumu Yayını, Seri VI-No: 10, Ankara 1972, s. 186-393 arası, inşaat işçilerinin isimleri, meslekleri ve kulla­ nılan malzeme kaynakları ve nakli sorunları verilmektedir.

xvı. yy. osmanlı

Benzer Belgeler