• Sonuç bulunamadı

Roman türü Türk edebiyatında ilk örneklerini Tanzimat’la birlikte vermeye başlar. Doğu-batı çatışmasının yaşandığı bu dönemde, roman türü bu gelişmelerden nasibini alır ve devrinin olaylarına ayna tutar. Tanzimat romanı, genel olarak toplumsal bir görev yüklenir. Biçim olarak da halk hikâyeleri ve destan geleneğinden izler taşımaktadır. “Mesela ilk hacimli Türk romanı diyebileceğimiz “Hasan Mellah”, olayların birbirine eklenmesi bakımından Binbir Gece geleneğini devam ettirirken, beklenmedik anlarda çıkan olağanüstülüklerle masal ve halk hikâyesi unsurlarından izler taşımaktadır” (Yılmaz, 1997:52). Bu bakımdan Tanzimat edebiyatı, Türk romanının hazırlık dönemi, Servet-i Fünûn dönemi ise Türk romanın kendini ispatlamaya başladığı dönemdir yargısına varılabilir. Servet-i Fünûn neslinin roman türünde başarılı olmalarında kendilerinden önce batıyla tanışmış bir neslin devamı olmalarının etkisi yadsınamaz. Önlerinde batıyla tanışan ilk örnekler vardır. Ayrıca onların Tanzimat yazarlarından farklı olarak batılı eğitim kurumlarında eğitim almaları da batı kültürüne yatkın bir kişilik sergilemelerinde etkendir.

Modern roman tekniklerinin kullanıldığı Servet-i Fünûn romanı, zaman ve mekânı geniş tutan yapısı ile devrinin hem sosyal, hem siyasi, hem de psikolojik açıdan tanığı niteliğindedir. Bu anlamda yüzünü batı kültürüne yönelten Türk edebiyatının gelişim sürecinde roman, Servet-i Fünûn döneminde yaptığı sıçrama ile büyük bir atılım göstermiştir. Servet-i Fünûn döneminde, Tanzimat romanında görülen yüzeysellik artık yavaş yavaş yerini derinliğe bırakırken roman, aracı bir unsur olmaktan çıkarak sanatsal bir işlevsellik kazanır. Bu sanatsallık ve estetik kaygısı da “biçimsel gerçekçilik”ten uzak değildir. Servet-i Fünûncular roman anlayışını bir taraftan geliştirirken diğer taraftan da kendilerine özgü bir tarz oluşturma çabası içine girerler. Tanzimat döneminde romanın halkı eğitme amacı güden anlayışından kopma noktasına gelen bu dönem romancıları, sadece sosyal konulara eğilmemişler, aynı zamanda bireylerin yaşayışları ve ruhsal durumları üzerine yönelmişler ve hem teknik hem de tematik anlamda batıyı esas almışlardır. Bu dönemde “eşyayı ve hayatı idrak tarzı ile yakından ilgili olarak, şiirde olduğu kadar roman ve hikâyede de zengin, açık, canlı ve renkli bir dış âlem ve eşyanın dinamik bir şekilde yakalanışı ile karşılaşırız. Roman ve hikâyelerdeki bu özellik dış âlemi alelade bir madde şeklinde değil de kendine mahsus bir ruha malik olarak düşünmekten, yani onu hususi bir tarzda idrak etmekten ileri gelen bir şeydir. Tabiatı ve eşyayı böyle bir görüşle ele almak ve tasvir etmek Tanzimat romanında yoktur”(Huyugüzel, 1984:55).

Karamsarlık teminin bireyden başlayarak önce aileye sonra da topluma bulaşan yönü, Servet-i Fünûn romanında etkin bir biçimde görülür. Bu anlamda, Türk Edebiyatında yeni bir tür olan roman, Servet-i Fünûncuların elinde sadece edebi anlamda değil bireysel ve sosyal anlamda da devrine ışık tutarak değişimleri ve gelişimleri yansıtırken kendini farklı biçimlerde ortaya koyar. Zira artık roman, öğretici kimliğinden sıyrılmış ve sadece toplumsal konulara değinmekle yetinmemiştir. Bu dönem romanında, bireylerin ruhsal yapıları ile birlikte toplumsal benlikteki çatışmaları da gözler önüne serilmiştir. Romanlarda ayrıntıya yer veren yazarlar, kahramanlarını sosyal gerçeklik bağlamında ele alırken onların kendileri olarak varlıklarını hissettirmelerine izin verirler. Bu anlamda Tanzimat romancıları gibi araya girerek kendilerini belli etme ya da görüşlerini açıklama gereği duymamışlardır.

Estetik kaygının sebep olduğu eğilimlerin romanda yer edinmesiyle bu dönemde, anlatı esaslı yazınsal türlerin içine sadece olay örgüsü değil aynı zamanda sanatsal kaygının da girmesi ile yeni ve her anlamda değişime/gelişime açık bir edebi anlayış ortaya çıkar. Nitekim sanatsal kaygıyla eğitici kimliğinden sıyrılan romanlarda, toplumsallıktan ziyade bireysellik esas tutulmuştur. Ahlaki kaygılarla hareket etmeyen Servet-i Fünûn romancıları için roman, sadece olay örgüsünden ibaret bir anlatı türü olmaktan çıkmıştır. Çevrenin birey üzerindeki etkisine yer verilmesi ile ruh tahlilleri geniş bir şekilde görülmüştür.

Servet-i Fünûn romanında, Tanzimat romanından farklı insan tipleriyle karşılaşmaktayız. Bu romanlardaki kahramanlar, daha bilinçli ve daha bilgilidir. Hayal ve gerçek arasında sıkışan hayale yatkın kişilikler, bu anlamda bir uyum sorunu yaşarlar. Bu da içinde bulundukları dünyadan kaçma arzusu doğurur. Yaşadıkları siyasi ortamın baskısını hisseden ve rahat hareket edemediklerini düşünen bu neslin eserlerine kendi psikolojileri hâkimdir. Zira Servet-i Fünûn romanında bunalımlı tiplerin intihara meyilli ve kötümser oldukları görülmektedir. “Kötümserlik izleği ise, ölüm, ekonomik sıkıntı, ihanet gibi yaşamın baskılarından bunalan ve bir tavır geliştiremeyen insanın temel ruh karakteristiğini yansıtır”(Korkmaz,2007:148).

Bireysellik esas tutulmakla beraber Servet-i Fünûn romancıları, kahramanlarını yaşanan toplumun özyapısından soyutlamadıkları gibi onların bireyselliklerini de toplumsal gerçeklik bağlamında ele almışlardır. Toplumsal tarihin seyrine bağlı olarak kahramanların ruhsal olgunlaşmaları, düşüşleri ya da yükselişleri realist bir bakış açısıyla sunularak zıtlıklar bir arada verilmiştir. Kahramanların yaşamsal alan içindeki serüvenleri, gerçeklik anlayışından ödün verilmeden sanatsal bir kimliğe büründürülmüştür. Bunun temelinde ise

Fransız edebiyatından etkilenme vardır. Zira Servet-i Fünûn romanı, genel olarak Fransız edebiyatından beslenir. Bunda Servet-i Fünûn yazarlarının Fransız kültürünü özellikle de Fransız edebiyatını benimsemeleri önemli bir etkendir. Özellikle “Mehmet Rauf, daha o yıllarda bile inceliklerini, seçkin özelliklerini, üsluba ve sanata ilişkin bütün ayrıntılarına kadar öğrenimini bu dilde yapmışçasına, Fransızcaya egemen bulunuyordu”(Uşaklıgil,1987:385).

Servet-i Fünûn romanında, önceki kuşaktan bağımsız olmaya çalışan yeni bir roman anlayışı ortaya çıkmıştır. Ancak Tanzimat döneminin etkisinden tam anlamıyla bir kurtulma ve bağımsızlaşma elbette görülemez. Tanzimat yazarlarının esas aldıkları romantizmin izleri görülse de realizm, bu dönem romanı için vazgeçilmezdir. Anlatı yöntemlerinde kullanılan teknikler, realizmin gerektirdiği bir biçimde uygulanır. Çevre tasvirlerinde mekânlar, muğlâk değil doğal ve gerçekçi bir şekilde okurun gözünde canlandırılır. Bu anlamda, kahramanların bireyselliği ile mekân arasında bir uzlaşım söz konusudur.

Türk edebiyatında Tanzimat’la başlayan roman türü, diyebiliriz ki Servet-i Fünûn döneminde sadece bir olay sıralaması olan anlatı kimliğinden kurtularak hem biçim özellikleri hem de içerik açısından modern bir anlayışın temsilcisi olur. Servet-i Fünûn romanı, dil bakımından da bir önceki dönemden farklıdır. “Bu hususta şiirin vokabülerine paralel bir yön tutturan Servet-i Fünûn romancıları da, sözlüklerden unutulmuş Arapça ve Farsça kelimeler bulup çıkarmakta ve Türkçeyi yabancılaştırmakta çok ileriye vardılar”(Akyüz,113). Yeni bir medeniyetle tanışan Türk yazarı, geleneksel söylemin dairesinden çıkmasına rağmen dil ve üslupta süslü bir anlatım yolu tercih ederek tıpkı Klasik edebiyatta olduğu gibi halk tabakasına değil üst tabakaya yönelik eserler kaleme alma yoluna gitmiştir. Dil ve üslupta görülen bu yaklaşım, Servet-i Fünûn edebiyatının karakteristik özelliklerinin romana yansımasıdır. Estetiği edebi türlerde sanatkârane üslupla birleştirme arzusu, dilin ağırlaşmasına neden olur. Ancak bu sanatsal kaygı, roman tekniğinin tutarlı ve sağlam bir biçimde uygulanmasını da beraberinde getirir. Nitekim Servet-i Fünûn dönemi ile Türk romanı toplumsallık çizgisinin dışına çıkarak bireye yönelmiş ve modern bir özellik kazanmıştır. Bu anlamda Servet-i Fünûn kahramanı “ hayallerin kaygan zemininden gerçeğin katı zeminine düşen ve orada hem kendi gerçeğini, hem de içinde yaşadığı toplumun sosyal gerçeklerini-bu gerçeklerle barışsın veya barışmasın-bulan kişidir”(Kantarcıoğlu,2004:25).

Bu dönem romanlarında görülen bir unsur da güzel sanatlardır. Romanlarda güzel sanatlara ilgi duyan kahramanların özellikle müzik konusunda kendilerini geliştirdikleri

müziğe ve resme özel bir ilgi duydukları görülür. Özellikle Mehmet Rauf’un romanlarında müzik önemli bir yer tutar. Bunda kendisinin müzik tutkunluğunun bir etkisi görülmektedir. Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf’un müzik düşkünlüğünü Kırk Yıl adlı eserinde şöyle dile getirir: “Neredeyse hastalıklı bir tutkunlukla bir melamene-daülelhan(müzik melodi hastası)oldu. Ve batı müziğinin içinde boğulmak derecesinde yıllarca yüzdü”(Uşaklıgil,1987: 413).

Servet-i Fünûn döneminde, Halit Ziya Uşaklıgil, romanlarıyla hem kendi çağına hem de kendinden sonraki dönemlere roman tekniği açısından öncülük etmesi ile Türk romanının babası sayılır. Onun romanlarıyla Servet-i Fünûn romanının amacı ve gitmek istediği nokta tam anlamıyla bir belirginlik kazanır. Halit Ziya Uşaklıgil, romanlarında bir önceki dönemin roman kurgularının temelini oluşturan romantizmin etkisinden sıyrılma çabası gösterirken bir taraftan da modern Türk romanı için bir dönüm noktasının temellerini atar.

Halit Ziya Uşaklıgil romanlarında kahramanların iç dünyalarındaki çalkantılarını sadece psikolojik sebeplere bağlı olarak değil aynı zamanda içinde yaşanılan sosyal çevrenin bireyler üzerinde oluşturduğu baskıya dayalı bir biçimde yansıtırken nedensellik bağını da hissettirir. Bu anlamda Halit Ziya Uşaklıgil, özellikle Fransız realistlerinin etkisinde kalır. Realizm ve romantizm arasındaki farkı, Hikâye kitabında açıklarken özellikle çevre unsurunun realizmdeki etkisi üzerinde durur:

“Hakikiyyunun mevki, terbiye, vukuat ve tabayinin icra ettiği tesirata verdikleri ehemmiyet fevkalededir, hele mevkilerin kuvve-i tesiriyesi kendilerine bir kanun olmuştur, onun içindir ki hakikuyun zemin-i hikâyeye vaz’ ettikleri eşhasın yaşadıkları mevakiyi bir takayyüd-i mutaasıbane ile teftiş ve taharri ederler. Hayaliyun da bu noktaya mümkün mertebe rağbet ederler. Eşhas-ı vakanın oturdukları haneyi, yaşadıkları mevkiyi mümkün mertebe tariften geri durmazlar, lakin bunların tarifat-ı mevkiyesi hakikuyun’a nisbeten hiç menzilesine tenezzül eder”(Uşaklıgil,1998:100).

Halit Ziya Uşaklıgil’e göre, romantikler kahramanları bütün kişilik özellikleriyle göstermek yerine onları sadece dıştan görünen özellikleriyle sunarlar. Ruh tahlili yapma gereği duymazlar. Romantiklerin kahramanları, yazarın fikrine hizmet etmek için vardır. Realistlerde ise kahramanlar okur tarafından beraber yaşanmışçasına tanınır. Kahramanların ruh durumları uzun uzun anlatılır. Nitekim karakter yaratmada bireysel farklılıklar üzerinde yoğunlaşırken kendi niyetini ya da kemikleşmiş düşünce kalıplarını değil karakterlerinin özelliklerini yaşam içinden seçilmiş bireylerden ödünçlemesi, onun tamamıyla gerçekçi bir

çizgide olmak endişesi taşıdığını gösterir. Bu bağlamda kahramanların bireyselliklerini realist akımın etkisiyle sosyo-psikolojik bir biçimde sunan yazar, ruhsal iniş ve çıkışları salt bir gerçeklikle bütünleştirme eğilimi içindedir.

Realizmde göz ardı edilmeyecek unsurlardan olan çevre ve mekânın bireyin ruhsal yapısına yansıması, Halit Ziya Uşaklıgil’in romanlarında dönüştürücü/değiştirici bir özellikle karşımıza çıkar. Mekânın insanı baskı altına alan yönünün çevresel faktörlerin yenilikleri ve gerektirdikleri ile bütünleşerek kahramanın içinde bulunduğu olay örgüsüne taşınması, hem realist hem de natüralist akımın bir sonucudur. Naturalizmde “çevreye hâkim olan şartlar, kişiyi –adeta- bir kader gibi kuşatır. Kişi bu çevrenin mutlak hâkimiyeti ve etkisi altındadır. Onun talihi, doğduğu çevrenin etkisiyle biçimlenir. Hal böyle olunca natüralist romancı, çevreyi bir bilim adamı titizliğiyle tasvir eder. Tasvirden beklenen kişinin toplumsal kaderin tahlil ve izahıdır”(Tekin, 2001:139).

Çevre-mekân olguları dışında natüralizmden gelen bir özellik olarak genetik mirasın bireyler üzerinde kurduğu baskı, Halit Ziya’nın romanlarını Fransız natüralistlerine hem teknik hem de tematik olarak yaklaştırır. Natüralizmin bireyin ruhsal yapısını genetik kökene dayandırması, kahramanların hem kendi benliklerini algılamalarında hem de dış dünya ile kurdukları ilişkilerde yaşadıkları çatışmalarda etkin bir unsur olarak göze çarpar. Servet-i Fünûn romanının temel kurgularından birini oluşturan bu yaklaşımın hiç şüphesiz Halit Ziya Uşaklıgil’de yansımasını bulması, batıda bu dönemde bu akımların parlak dönemlerini yaşıyor olmasının bir ürünüdür. Nitekim natüralizme zemin hazırlayan koşulların benzerinin de Türk toplumunda yaşanması mekân-insan ilişkisinin Türk romanına etki etmesine yol açar. Halit Ziya Uşaklıgil, bu anlamda romanlarında kullandığı mekânları hem bireyin ruhsal yapısına hem de sosyal çevreye olan etkisi açısından aktarma gereği duyarken gözleme büyük yer vermiştir. Kahramanlarının karakteristik özelliklerini ve onları yaşamsal süreçte serüvenlere zorunlu tutan arka planlarını anlatı dokusu içinde ayrıntılarıyla aktararak realizme olan yatkınlığını gösteren Halit Ziya Uşaklıgil’in romanlarının “gerçekçiliği sunduğu yaşam tarzında değil, o yaşamı sunuş tarzında yatar”(Watt,2007:11). Yazar, böyle bir sunuş tarzı ile kahramanlarını cisimleştirirken olaylara müdahale etme gereği duymaz.

Türk edebiyatı açısından Halit Ziya Uşaklıgil, modern roman anlayışının kurucusudur. Sevim Kantarcıoğlu, modern Türk romanının Halit Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah romanı ile başladığı görüşünü savunur ki (Kantarcıoğlu,2004)bu noktada pek çok Türk eleştirmen birleşmektedir. Mehmet Rauf, Bizde Roman başlıklı makalesinde Halit Ziya Uşaklıgil’in Mai

ve Siyah romanında yaşamı sadece aşk ve arzudan ibaret yansıtmadığını, yaşamın sadece aşk anlarını değil aynı zamanda insani ihtiraslarını gösterdiğini ve bunun da etrafımızdaki hayat olduğunu belirtir.(Mehmet Rauf, 1899)

Türk toplumunun değişim süreci, Halit Ziya Uşaklıgil ile birlikte romanlarda belli bir disiplin altına alınarak sunulmuştur. Kurmaca olayları sadece bir dizge halinde sıralamayıp estetik bir boyutla aktaran yazar, içerik ve biçim arasında kurduğu bağ sayesinde sanat değeri taşıyan romanları ile Türk edebiyatının öncü romancılarından olmayı başarmıştır.

Servet-i Fünûn romanının Halit Ziya Uşaklıgil’den sonra gelen romancısı Mehmet Rauf’tur. “Mehmet Rauf romanlarının ve öykülerinin hemen hepsinde( ya da hiçbirinde) kendi kişiliğinden soyutlanmamıştır. Daha da çok soyutlanmaya gerek duymamıştır. Đkinci plandaki kişileri, romanlarının asıl kahramanları çevresinde dolaşan ortamı ve olayı dolduracak bir yana bırakılabilir elemanlarından ve biçimlerinden başka bir şey değildirler. O kendisi kahramanlarından özdeşleşir, onların bütün duyguları, düşünceleri kendisinin o halde, o durumda bulunacak olsa ne ve nasıl olması gerekse işte odur. Ve bütün o hayatın düzenleyici gücü aşktır. Yazarın kendi aşkıdır”(Uşaklıgil, 1987:585). Bu anlamda Mehmet Rauf, “hayatıyla sanatını birleştirme yolunda bir mesafe alır. Sadece dışa değil, insanın “ben”ine ve hayallerine ulaşmaya çalışır(Kavaz,1999:79).

Mehmet Rauf’la birlikte bireycilik ve insan davranışlarının altında yatan psikolojik sebepler, Türk romanında yer edinmeye başlar. Yazar, bireylerin iç dünyalarını esas almış, bunda sağlam ve tutarlı bir yol izlemiştir. Özellikle Eylül romanında yazar, yaşam ve edebiyat arasındaki dışsal ve içsel unsurların birbirlerinden kopmaması için adeta onları sıkı sıkıya bağlar. Olaylar ve eşyanın sadece görünen yüzünü değil aynı zamanda bireyin dizginleyemediği saplantılarını, eğilimlerini bir bütünlük halinde kurmaca haline getiren Mehmet Rauf, Türk edebiyatında ilk psikolojik romanın temellerini atar. Bu anlamda Mehmet Rauf, “psikolojik tarz” denilen ve kaynağı insan ruhunun derinlikleri olan fırtınaları, sükûnetleri, girdapları bir kitap gibi ortaya seren bir roman anlayışının temsilcisidir”(Özbalcı, 2006:403). Bunda kendi yaşantısının izleri görülmektedir. Zira “En küçük bir duygulanma onu kulaklarının memelerine kadar kıpkırmızı bir boya ile kaplar ve gözlüğünün camlarını, öte yanının göremeyecek kadar sislendirirdi”(Uşaklıgil,1987:369).

Bireysel yaşantının ve içe dönüklüğün dışsal koşullara bağlı gelişimi, özellikle Eylül romanında anlatının sanatsal ve edebi açıdan belirleyici yönünü oluşturur. Halit Ziya Uşaklıgil, Eylül romanının bir diğer kıymetli yönünü baştanbaşa samimi olmasına bağlar. Zira

yazar, romanı tamamen kendi hülya ve aşk benliğiyle dokumuş ve işlemiş ve ruhunu romanın içine serbest bir akışla salıvermiştir(Uşaklıgil, 1955:285).

Yazarın Eylül romanında bunu gerçekleştirirken diğer romanlarının bu açıdan zayıf kalması, onun ustası Halit Ziya Uşaklıgil kadar belirgin bir teknik kullanmadığını gösterir. Nitekim roman tekniğinde Mehmet Rauf, realizme de Halit Ziya Uşaklıgil kadar bağlı kalmayarak teknik anlamda bir arayış içinde olmuştur. Ancak onda da realizmden gelen bir özellik olarak mekân betimlemelerinde yoğunlaşma görülür. Mekânın bireyin iç yaşantısında ve benliğinde sebep olduğu yaralanmaları mekân-insan ilişkisi çerçevesinde ele alan yazar, bu yönelişiyle eşyanın birey üzerinde kurduğu dayatmaları ve kaygılanmaları psikolojik bir bireycilikle sunar. Mekân betimlemeleri, realizmin etkisinde kalan Mehmet Rauf için kurmaca anlatının yöneleceği noktayı belirlerken hem kışkırtıcı hem de yatıştırıcı bir görev üstlenir. Bu özellik Türk edebiyatında yeni sayılabilir. Tanzimat romancıları mekân betimlemelerini salt bir görüntü aktarmak amacıyla sunarken abartılı bir anlatım kullanmaktan çekinmemişlerdir. Mehmet Rauf’un romanlarında ise genel bir özellik olarak realizmin çevreye bakış açısı görülür. Onun romanlarında “çevreye hâkim olan şartlar, kişiyi –adeta- bir kader gibi kuşatır. Kişi bu çevrenin mutlak hâkimiyeti ve etkisi altındadır”(Tekin,2002:139). Yazar, batılı yaşam tarzının birey üzerinde oluşturduğu hoşnutluğu/hoşnutsuzluğu da çevre ile bütünleme eğilimi içindedir.

Edebi kişiliğinin temellerini yerli kaynaklara borçlu olan Mehmet Rauf’un Türk romanına getirdiği yenilik, Servet-i Fünûn edebiyatının genel havası ile örtüşmektedir. Zira Mehmet Rauf’un eserlerinde de sanatsal bir söyleyiş görmek mümkündür.

Fransız edebiyatı, Servet-i Fünûn romancıları için derin bir kaynak olmuştur. Hüseyin Cahit Yalçın, Fransızca’nın onun yaşamındaki önemini anılarında dile getiririken Avrupalılaşmanın kaçınılmaz bir gereklilik olduğundan bahseder. Ona göre, artık doğunun ilimleri yetersiz kalmaktadır. Yerlilikten uzaklaşmak gerektiği görüşünde olmasına rağmen ilk romanı Nadide, Ahmet Mithat Efendi’nin romanlarının bir benzeridir. Dil ve üslup bakımından da Hüseyin Cahit Yalçın, diğer Servet-i Fünun romancılarından ayrılır. Onun Nadide romanında kullandığı dil Tanzimat neslinin diline yakındır. Hüseyin Cahit Yalçın, Hayal Đçinde romanında hem teknik hem de tema olarak Servet-i Fünûn romanının özelliklerini yansıtır.

Safveti Ziya’nın da eserlerinde diğer Servet-i Fünûn romancıları gibi kendi hayatından izler görülmektedir. Onun “Salon Köşelerinde” romanı kendi yaşam algısının roman

formunda yansıtılmasıdır. “O yaşadığı sürece, son yılları bir yana bırakılacak olursa, her şeye son derece gevşek bağlarla bağlıydı. Bütün ömründe en sağlam bağı iyi giyinmek, iyi yemek, bol para harcayarak en geniş ölçüde yaşayıp eğlenmek ve eğer bu tür gereksinimlerinde doyuma ulaşmışsa belki buna da pek gerek görmeyerek, her zaman gülmek konusu onun işiydi”(Uşaklıgil,1987:601). Salon Köşelerinde romanı değişen kültürel yapının dile getirildiği ve bireyden başlayıp topluma yansıyan kısmının anlatıldığı bir romandır.

3. AĐLE, KADIN VE ÇOCUK KONULARININ SERVET-Đ FÜNÛN ROMANINA

Benzer Belgeler