• Sonuç bulunamadı

1.2. ULUS KURAMLARI

1.2.3. ETNO-SEMBOLCÜ YAKLAŞIM

Etno-sembolcülük terimi, milliyetçilik çözümlemelerinde etnik geçmişe ve kültüre ağırlık veren yaklaşımları nitelemek için kullanılır. İlkçiliği reddeden, modernist açıklamaları ise yetersiz bulan John Armstrong, Anthony D. Smith, John Hutchinson gibi etno-sembolcüler, bu iki yaklaşımdan hareketle bir senteze ulaşmaya, bir tür “orta yol” bulmaya çalışırlar (Özkırımlı, 2008: 209). Bunu da ulusların modernliğine inanmakla birlikte onları etnik kimliklerin bir devamı olarak kabul ederek yaparlar.

Etno-sembolcüler, ilkçiler ya da modernistlere göre daha türdeş bir kategori oluştururlar. Milliyetçilik çözümlemeleri genelde benzer olup vurgu yaptıkları etkenler, öne sürdükleri savlar temelde aynıdır. Onlara göre ulusların gelişim süreci, geniş bir zaman dilimi içinde ele alınmalıdır. Çünkü modern ulusların doğuşunu, etnik geçmişlerini dikkate almadan açıklamak mümkün değildir. Bugünün ulusları modern dönem öncesi etnik topluluklarının devamıdır. İki yapı, tür olarak değil gelişmişlik düzeyi açısından farklıdır. Etnik kimlikler, göçler, istilâlar, etnik gruplar arası evlilikler vb. tarihin kurduğu tüm tuzaklara rağmen özlerini yüzyıllarca koruyabildikleri için uluslardan daha dayanıklıdırlar. Modern uluslar, yıllanmış etnik kültürlerin gölgesi altında şekillenir. Geçmişten gelen mitler, semboller, töreler bugünün milliyetçiliklerinin içeriğini ve altyapısını oluşturur. Etno-sembolcüler, milliyetçiliğin modern çağın ürünü olduğunu kabul ederek ilkçilerden ayrılırlar. Öte yandan milliyetçiliği kapitalizm, endüstrileşme gibi modern süreçlerle açıklayan kuramlarla yetinilmemesi gerektiğini de savunurlar. Çünkü bu tür yaklaşımlar, etnik bağlılıkların kalıcılığını göz ardı eder. Doğru bir bakış açısı, daha uzun bir tarihsel dönemi kapsamalı, bugünün uluslarını etnik atalarıyla aynı potada değerlendirmelidir (Özkırımlı, 2008: 210-211).

63

Etno-sembolcülüğün öncüsü olarak değerlendirilen Armstrong’a göre, etnik kimlikler, izlerine antik çağlarda bile, örneğin eski Mısır ve Mezopotamya’da rastlanabilecek kadar uzun bir geçmişe sahiptir. Bu açıdan modern milliyetçilikler, insanların yüzyıllardan beri geliştirdiği sosyo-politik örgütlenme biçimlerinin bütününe yön veren etnik bilincin son aşamasından başka bir şey değildir; çünkü bu bilincin en önemli özelliği devamlılığı, kalıcılığıdır. Bu nedenle etnik kimliklerin oluşumu Fransız Annales ekolünün geliştirdiği bakış açısı benimsenerek, yüzyılları kapsayan geniş bir zaman dilimi içerisinde incelenmelidir. Etnik bağlılığın sürekliliği, farklı biçimler altında tekrar tekrar gündeme gelişi ancak bu tür bir yaklaşımla anlaşılabilir (Özkırımlı, 2008: 213).

Etno-sembolcülüğün en önemli temsilcisi olan Smith, kendi kuramını Armstrong’u takip ederek inşa eder. Smith’i Armstrong’dan ayıran en önemli nokta, modern ulus ile eski dünyadaki etnik nitelikli bazı toplumsal ilişkiler ve semboller arasında bir bağlantı olduğu inancını korumasına rağmen, etnik grupla ulus arasında bir nitelik farkı gözetmesi ve ulusun ortaya çıkışının ancak belli bir aşamaya gelinmesinden sonra mümkün olduğunu savunmasıdır (Erözden, 2008: 72). Onun temel tezi, modern milliyetçiliklerin geçmiş etnik topluluklar ve bağlılıklar dikkate alınmadan anlaşılmayacağıdır. Pek çok milli topluluğun formülünde bir etnik bileşene rastlanabilir. Bu, tüm modern ulusların zengin bir etnik mirasa sahip olduğu anlamına gelmez; ama yeterince derinlere inildiğinde ulusların harcının etnik öğelerle yoğrulduğu görülecektir. Bu nedenle ulusların oluşum süreci yüzyılları kapsayan geniş bir zaman dilimi içerisinde incelenmeli, Armstrong’un temellerini attığı yaklaşım geliştirilmelidir (Özkırımlı, 2008: 218).

Anthony Smith’in teorisini oluştururken en çok önemsediği ve eleştirdiği milliyetçilik kuramcısı, aynı zamanda hocası olan Ernest Gellner’dır. Bu yüzden gittikçe karmaşık bir hal alan milliyetçilik ve ulus yazılarını, genelde Gellner karşıtı bir ruhla yazmıştır. Bir yandan milliyetçiliğin bazı önemli açılardan modern bir fenomen olduğunu kabul ederken, diğer yandan da işlevsel olarak ele alındığı ve yoktan (ex nihilo) ortaya çıktığı kabul edildiğinde milliyetçiliğin iyice anlaşılamayacağını savunuyordu (Anderson, 2001: 25). Avrupa deneyiminden hareket eden bu iki düşünürün ayrıldıkları nokta; Gellner milliyetçiliğin potansiyel

64

varlığından ziyade sanayileşme sürecinin üst kültürde yarattığı bir gereksinim, yani sonradan olma niteliğine ağırlık veriyordu. Smith ise milliyetçilikte gerekliliğin ve işlevselliğin yanı sıra süreklilik de görüyordu (Ersanlı, 2001: 116).

Smith, ulusun tarihsel süreklilik ve kalıcılığa sahip olduğunu savunur. Ulus, kendisinden daha eski ve yaygın olan etninin modern mirasçısı ve dönüşmüş hali olduğu için, modern-öncesi etnisitenin sembol ve mitlerinin hepsini kendinde toplar (Smith, 2002: 179). Modern öncesi çağlarda ulusların, en azından son birkaç yüzyılda aldıkları kitlesel, hukuksal, kamusal ve teritoryal biçimleriyle bulunamayacağı doğrudur. Ne var ki, “ortak soy mitleri ve tarihsel anılara, paylaşılan bir kültürün unsurlarına, tarihi bir toprak parçasıyla bazı bağlara ve en azından kendi elitleri arasında belirli bir dayanışmaya sahip isimlendirilmiş insan birimleri”

şeklinde tanımlanabilecek, etniler denilen birtakım daha gevşek kolektif kültürel birimler bulunabilir (Smith, 2002: 60).

Smith’e göre, hangi birimlerin nasıl ve ne zaman ulus olabileceklerini tespit etmek istiyorsak, etnik bağ ve duyguların kümelenmelerine bakmamız gerekir. Genel olarak önceden mevcut olan etnik kimlik ne denli güçlü ve inatçıysa bu kimliğe dayanarak bir ulusun doğabilme ihtimali de o derece fazladır (Smith, 2009: 117-118).

Eğer uluslar, en azından milliyetçi ideoloji tarafından meşrulaştırılan bir kitlesel fenomen olarak modern iseler, bugünkü biçim ve karakterlerinin çoğunu, o ulusla ilgili bölgedeki erken dönem etnilerden kaynağını alan etnik bağlara borçludurlar.

Önceki dönemlere ait pek çok etni yok olmuş ya da diğerleri tarafından eritilmiş ya da ayrı parçalara bölünmüş olabilir. Diğer taraftan, bazı etnik bağlar da, modern öncesi dönemden beri hayatta kalmış ve daha sonra ortaya çıkan ulusların ve milliyetçi hareketlerin temeli haline gelmiştir (Smith, 2002: 60).

Smith, etnilerin ulus formuna geçişini sağlayan etkenleri belirleyebilmek için kimliklerin gelişim sürecine yön veren ana modelleri belirlemeye çalışır. “Yatay” ve

“dikey” olarak belirlediği iki etnik topluluk tipi, farklı ulus oluşum modellerine zemin hazırlar (Özkırımlı, 2008: 218). Yatay etniler, karakter itibariyle oldukça kapsamlı ve yaygındır, ancak etnik kültürleri saray ve bürokrasi, ruhban sınıfı, soylular ve zengin tüccarlardan oluşan üst sınıflarla sınırlıdır. Dolayısıyla etni de yüksek statülü bir gruptur. Dikey etniler ise teritoryal açıdan daha kapsayıcıdır. Etnik

65

kültürleri topluluğun tüm sınıflarına yayılır ve topluluğa dâhil olma bariyerleri yüksek olma eğilimindedir. Ayrıca bu dikey etnilerin üyeleri de, yenilenmeyi hedefleyen etno-dinsel hareketler ve sıklıkla sıradan insanların arasından çıkan karizmatik liderler tarafından kolaylıkla seferber edilebilir (Smith, 2002: 62).

Smith’e göre etnik toplulukların uluslara dönüşmesinde iki rota izlenmiştir.

Birincisi devlet destekli olup etnik bir devletin çekirdeğini oluşturan yatay bir etniden yola çıkar. Bu devlet daha merkezî ve bürokratik bir yapıya kavuştukça, askeri, ekonomik, hukuki ve idari süreçler aracılığıyla orta sınıfları ve uzak diyarları kendine dâhil etmeye çalışır. Başarısı çoğunlukla farklı olan nüfusları, egemen etnik çekirdeğin kültürel mirasına dayalı tek bir siyasi topluluk haline getirebilmesine bağlıdır (Smith, 2009: 113). Bu nedenle Smith bu modele, “bürokratik dâhil etme”

adını verir. Aristokratik etnik toplulukların varlıklarını sürdürebilmeleri toplumun diğer sınıflarını kendi bünyelerine katabilmelerine bağlıydı. Bunun en başarılı örneklerinin görüldüğü yerler, etnik çekirdeklerini yatay etnik toplulukların oluşturduğu İngiltere, Fransa, İsveç ve İspanya gibi Batı Avrupa devletleriydi.

Smith’in “idari devrim” adını verdiği; vatandaşlık haklarının daha fazla sayıda insana tanınması, devletin en ücra köşelerini bile merkeze ve birbirine bağlayan alt-yapının oluşturulması, vergi toplama ve askere alma gibi bir dizi gelişme sayesinde devlet, kolektif kimliği toplumun geneline yayabilmiştir. İdari devrimi, ekonomi ve kültür alanlarında yaşanan devrimler tamamlamıştır. Ekonomideki en büyük değişim piyasa ekonomisine geçilmesi ve kapitalizmin yayılması, kültürel alandaki en önemli gelişmeyse dinî otoritenin gerilemesidir. Bunda Reform hareketinin büyük etkisi olmuştu. Reformun toplumsal alanda yarattığı gelişmelere bağlı olarak, popüler iletişimde gözle görülür ilerleme sağlanmış, roman, gazete gibi kültürel ürünlerin sayısı ve çeşidinde patlama yaşanmıştı. Bu süreçte en etkin toplumsal sınıfsa aydınlardı (Özkırımlı, 2008: 223).

İkinci rota ise dikey etnik toplulukları temel alıp daha popülerdi. Etno-dinî

“ben” kavramlaştırmaları daha eylemci ve siyasî olanlarla değiştirilmesi gereken daha küçük, demotik topluluklardan başlamıştı. Yerliliğin seferberlik süreci bu dönüşümün anahtarını oluşturmaktaydı (Smith, 2009: 113). Bu süreçte bürokratik devletin rolü, yatay gruplara dayalı süreçtekinden daha önemsizdi; çünkü dikey etnik

66

gruplar genelde boyunduruk altında olan topluluklardı. Bu modelde anahtar öğe örgütlü dindi. Bu tür topluluklarda din, bir yaşam biçimiydi ve dinden beslenen gelenekler dikey toplulukların devamlılığını sağlayan unsurlardı. Ancak etnik topluluktan ulusa geçiş aşamasına gelindiğinde sorunlar da başlıyordu. En temel sorunsa dinle etnik kimlik arasındaki sıkı bağdı. Örgütlü din pek çok etnik grup tarafından paylaşılan bir öğeydi ve ayırt edici bir nitelik oluşturmuyordu. Ayrıca dinî kültür, vatandaşlık kavramına dayalı bir ulus yaratılmasını çoğu zaman zorlaştırıyordu. Çözüm, inananlar topluluğundan tarihsel kültür topluluğuna geçişi sağlamakta yatıyordu. Bu koşullar altında en büyük görev yine aydınlara düşüyordu (Özkırımlı, 2008: 224). Batılılaşma ve moderniteye farklı karşılıklar vermelerine rağmen küçük eğitmen-entelektüellerin niyeti, topluluğun iddia olunan etnik geçmişlerine seslenmek suretiyle halkı arındırmak ve harekete geçirmekti. Bunu yapmak için, bugünkü kuşakların önüne topluluğun geçmişindeki altın çağlardan ve şiirsel mekânlarından çıkartılmış bilişsel haritalar ile tarihsel törellikler çıkarmaları gerekmişti. Bu yolla geri kalmış geleneksel etnik topluluğu, dinamik ama yerli bir siyasî ulusa dönüştürmeyi umuyorlardı (Smith, 2009: 113).

Smith, modern çağın, modernistlerin iddia ettiği gibi bir “tabula rasa”

olmadığını; aksine, önceki devirlerin karmaşık toplumsal ve etnik oluşumları ile modern güçlerin dönüştürdüğü ama asla yok etmediği farklı etni türlerinden hareketle ortaya çıktığını belirtir. Bu çerçevede modern çağ, üzerine farklı devirlerin deneyim ve kimlikleri ile bir dizi etnik oluşumun kaydedildiği bir parşömene benzer.

Bu deneyim ve kimlikler, ulus denilen karmaşık kolektif kültürel birim türünü üretme yolunda etnik oluşumlar üzerinde etkili olurken onlar tarafından değişime uğratılır (Smith, 2002: 63).

Smith’e göre uluslar;

1. Bağımsız oldukları yerlerde yurttaşlık haklarıyla birlikte ortak hak ve ödevlere dair birleşik bir yasal kod gerektirdikleri,

2. Diğer uluslardan ayrılabilen savunmaya müsait “doğal” sınırları olan oldukça tümleşik bir toprağa/ülkeye ihtiyaç duydukları,

3. Tek bir iş bölümüne sahip birleşik bir ekonomiye, ulus-devletin her tarafında mal ve kişilerin serbest hareketliliğine dayandıkları,

67

4. Gelecek kuşakları yeni ulusun “yurttaşları” olarak toplumsallaştırmak için tek bir

“siyasî kültür”, kamu, kitle eğitimi ve medya sistemine gerek duydukları ölçüde aslında moderndirler. Modern öncesi etnik devletlerde bu unsurlar ne denli güçlü boy göstermiş olsalar da, topyekûn yürürlükte oldukları bir durum nadiren mümkün olmuştur. Yine de ulus pek çok yanıyla modern görünmekle birlikte, kökleri derinlerdedir (Smith, 2009: 114).

Milliyetçilik sadece görünüşte yeni olan ulusun yaratılmasına yardım eder.

Bir ideoloji ve bir dil olarak 18. yüzyılın sonlarına doğru siyasî arenada ortaya çıkan milliyetçilik görece moderndir. Ama ulus ve milliyetçilik başka bir kültür, toplumsal örgütlenme ya da ideoloji türünden “icat edilmiş” değildir. Milliyetçilik çağın ruhunun bir parçası olduğu kadar daha eski motif, tahayyül ve fikirlere de bağlıdır.

Zira milliyetçilik pek çok düzeyde faaliyet gösterir ve bir siyasî ideoloji ve toplumsal hareket türü olduğu kadar bir kültür biçimi olarak da görülebilir. Milliyetçiliğin canlanmasıyla yeni bir çağ açılırken, onun millî kimliğin oluşumu üzerindeki etkisini, modern öncesi etnilerin mevcudiyetine ve Batı’da ulus-devletlerin tedrici doğumuna çok şey borçlu olan toplumsal ve kültürel matrisini incelemeden kavramak olanaksızdır (Smith, 2009: 118). Dolayısıyla ulus ile milliyetçiliğin sadece bir ideoloji veya siyaset biçimi olarak değil, aynı zamanda kültürel birer görüngü olarak da ele alınmaları gerekir. Yani, bir ideoloji ve hareket olarak milliyetçiliğin çok boyutlu bir kavram olan millî kimlik ile yakından ilişkilendirilmesi ve belirli, özel bir dil, hissiyat ve sembolizmi içerecek şekilde genişletilmesi gerekir (Smith, 2009: 8).