• Sonuç bulunamadı

1.2. ULUS KURAMLARI

1.2.1. İLKÇİ (PRİMORDİAL) YAKLAŞIM

İlkçi (Primordial)3 yaklaşıma dayalı ulus ve milliyetçilik kuramlarını, etnik gruplarla ilgili çalışmalardan bağımsız ele almak mümkün değildir. Yaklaşım ilk olarak, etnik kimliği ve bu kimliği oluşturan bağların niteliğini inceleyen çalışmalarda şekillenir (Özkırımlı, 2008: 83). 1960’lara kadar üretilen eserlerin büyük bir bölümüne egemen olan ilkçi yaklaşım, milliyetçilik literatürüne etnisite çalışmalarından ithal edilmiştir. Milliyetçilerin propaganda amaçlı çalışmalarında rastlanan ve milliyeti cinsiyet gibi doğuştan gelen bir özellik olarak gören doğalcı yaklaşımı sayılmasa, ilkçilik milliyetçilik çalışmalarında üç görünüme sahiptir.

Eskilci, ulusların eski çağlardan beri var olduğunu ve geçmişten bugüne fazla değişikliğe uğramadan geldiğini savunur. Biçimsel farklılıklar gözlense bile, milli özün hep aynı kaldığını ileri sürer. Sosyo-biyolog, etnik bağlılıkların kökenini genetik özelliklerde ve içgüdülerde arar. Bu görüşe göre uluslar, geniş ölçekli ailelerdir. Kültürel ilkçiyse, etnik bağlılıklarda inancı ön plana çıkarır. Bireyleri, etnik topluluğu ya da ulusu ‘ötekilerden’ ayırdığı düşünülen din, dil, ortak geçmiş gibi öğelere sımsıkı bağlayan, bu öğelerin ilk olma niteliği taşıdığına, her şeyden önce var olduğuna duyulan inançtır. Bu inanç, söz konusu öğelere mistik bir hava, tinsel bir önem kazandırır (Özkırımlı, 2008: 93-94).

Doğalcı yaklaşım, konuşma, görme ya da koklama duyularımız gibi bir etnik kimliğe de sahip olduğumuzu savunur. İlkçiliğin bu biçimi insanları, “doğaları itibariyle” bir ailenin üyesi olmalarına benzer şekilde, değişmeyen etnik toplulukların üyeleri olarak görür. Bu görüş, hepsi için geçerli olmasa da, milliyetçiler arasında yaygındır. Bu görüşte, ikisi de doğal kabul edilen ulus ile etni arasında bir ayrım

3 Primordial terimi, İngilizcede genellikle “ilk zamanlardan beri var olan”, “bir şeyin

özü-temeli-kökeni”, “bir şeyin ilk aşaması” anlamlarında kullanılmaktadır. Türkçe çevirilerde genellikle primordial kavramı için ‘ilkçi’ sözcüğü tercih edilmiştir.

36

yapılmaz. Milliyetçilik de insanlığın doğasında bulunan bir özelliktir (Smith, 2002:

29). Ulusu oluşturan dil, din, kan bağı gibi nesnel öğelerin doğallığını savunmanın güçlüğü karşısında bazı araştırmacılar bir adım gerileyerek doğallığı söz konusu öğelere duyulan bağlılığa atfederler. Aynı şekilde, ulusu oluşturan tüm bireylerin ortak bir geçmişi paylaştığını kanıtlayamayan araştırmacılar da, ulusu tanımlamada esas olanın ortak geçmiş değil, ortak geçmişe duyulan inanç olduğunu iddia ederler (Özkırımlı, 2008: 93).

Ulusların doğallığını savunan görüşe kuşkulu bakan bazı ilkçiler, ulusların ve milliyetçiliğin eski çağlardan beri var olduğu düşüncesiyle yetinir. İlki kadar radikal olmayan bu yaklaşıma Smith, “eskilcilik” (perennialism) adını verir. Smith’e göre ulusların köklerinin eski çağlara uzandığına inanmak, onların doğal düzenin bir parçası olduğunu kabul etmeyi gerektirmez. Bu anlamda eskilciler, ilkçiliğin doğalcı versiyonunu benimsemek zorunda değildir (Özkırımlı, 2008: 85).

Eskilcilere göre modern uluslar, türlerine Orta Çağ’da hatta Antik Çağ’da rastlanabilen, kimsenin hatırlayamayacağı kadar eski ulusların yakın dönemdeki yansımalarından başka bir şey değildir. Ortaya çıktığı dönem ile yönetici ve askeri elitlerin kumanda ettiği teknolojiyle aygıtlar dışında modern ulusta yeni olan bir şey yoktur. Eskilcilerin, bir topluluğun kendi anavatanındaki ortak kültür, tarih ve dilin isim verilmiş hali olarak gördüğü ulus, hemen hemen hiç değişmemiştir. Bu tarz bir yaklaşım, tüm teknolojik ve ekonomik ilerlemeye karşın modernliğin insan birlikteliğinin temel yapılarını etkilemediğini, aksine her durumda bizi modernlik dediğimiz şeye götüren ya da ona neden olanın ulus ve milliyetçilik olduğunu ve her ulusun modernliği kendine göre tanımladığını ileri sürer. Böyle olunca, ulus kavramını herhangi bir çağdaki tüm büyük teritoryal ya da kültürel kimliklerle aynı anda var olacak biçimde tanımlamak elbette mümkün oluyor. Bu anlamda, ulusu etnik topluluk ya da esas olarak herhangi bir kolektif kültürel kimlik ve cemaatten ayırmak mümkün değil. Dolayısıyla, genel bir bakış açısı olarak eskilcilik kusurludur. Kültürel cemaatlerin temeldeki yapısı hakkında fazlasıyla genel bazı varsayımlar ortaya atarak modern-öncesi ile modern kültür-cemaatler arasındaki bazı önemli farkların üstünden atlar ve genellikle karmaşık olan insan birlikteliğini aşırı basitleştirir (Smith, 2002: 56).

37

İlkçi yaklaşımı savunan tüm araştırmacıların ortak iddiası, etnik kimliklerin ve onu oluşturan din, dil, kan bağı gibi nesnel öğelerin “verili” olduğu ve kuşaktan kuşağa fazla değişikliğe uğramadan aktarıldığıdır. Bu anlamda etnik bağlılıklar da doğuştan gelir ve toplumsal ilişkilerden bağımsız gelişir. Yakın tarihli çalışmalar ise, etnik ve milli kimliklerin tanımlanmasında bireysel seçimlerin rolünü ön plana çıkarmıştır. Bunlara göre etnik kimlikler, toplumsal ilişkiler çevresinde kurgulanır.

Yani değişmez ya da “verili” olmak bir yana, her kuşakta yeniden tanımlanır;

kimliklerin sınırları ve içeriği sürekli değişir (Özkırımlı, 2008: 94-95).

Kan bağı, akrabalık gibi evrensel olması gereken ilkelere dayalı sosyo-biyolojik kuramlar, neden yalnızca bazı etnik grupların öz benliklerinin bilincine vardığını ve birlikteliklerini başarıyla sürdürdüğünü, diğerlerininse tarihin karanlıklarına gömüldüğünü açıklayamamıştır. Eğer etnik gruplar aile birliğinin bir uzantısıysa, bunun tüm etnik gruplar ve uluslar için geçerli olması gerekir (Özkırımlı, 2008: 98).

İlkçi yaklaşım, öznel tutumundan dolayı milliyetçilikle ilişkilendirilmiştir.

Zubaida’ya göre, ilkçilerin aksine, ulus kavramı ve ulus-devlet denilen siyasi birim tarihsel açıdan oldukça yenidir. Tarihteki devlet ve imparatorlukların çoğu, bünyesinde çeşitli etnik gruplar barındıran ve tek bir yönetici ya da yönetici gruba bağlı olan adli-bürokratik-askeri yönetimlerdir. Geçmişte yaygın olan durum, tek etnik gruptan oluşan ulus-devletler değil, çok etnili siyasi yapılardı. Devletin tebaasının etnik homojenliğe sahip olması şart değildi. Ne yöneticiler, ne de emirleri altındaki bürokratik personel kendi içinde etnik olarak türdeşti. Yöneticiler, genelde toplumla aynı etnik kökeni paylaşmıyorlardı. Üstelik yöneticiyle yönetilenin aynı etnik kökene sahip olması, yönetenin koşulsuz desteklenmesine yetmiyordu. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet ve askeri kadrosu yalnızca Türklerden (hatta Müslümanlardan) oluşmuyordu. Kafkas kökenliler, Arnavutlar, Kürtler de askeri ve idari kadrolar içinde yer alabiliyordu. Etnik Türkler yönetim tarafından kayırılmıyordu. Başka bir deyişle, yönetilenler ve yönetenler ya da köylüler ve askerler etnik veya ulusal özelliklere göre ayrılmıyordu. Bu tür siyasi yapılarda, kimlik ve bağlılık etnik kökene endeksli değildi; döneme ve koşullara göre farklı öğelere ya da öğelerin bileşkesine dayanıyordu. Akrabalık ilişkileri, yaşanılan

köy-38

kasaba-kent, mensup olunan din ya da tarikat, kimliklere temel oluşturan ve bağlılıkları etkileyen öğelerin yalnızca bazılarıydı. Çatışma ve savaşlar da bugünküler gibi değildi. Bir Arap veya Türk ordusundaki Kürtlerin başka bir orduya hizmet eden Kürtlerle savaşmasında olduğu gibi, aynı etnik gruba ait olanlar birbiriyle savaşabiliyordu. Zubaida’ya göre, tarihte milli özün izlerini arayan milliyetçi ideologlar, bu gerçekleri ya görmezden geliyor ya da onları baskıcı rejimlerin uyguladığı politikalar sonucu ortaya çıkan sapmalar olarak yansıtıyorlar (Zubaida, 1978: 54-5).

İlkçilere yöneltilen diğer bir eleştiri de etnik kimliğin sürekliliği ve sosyo-politik belirleyici gücüyle ilgilidir. Buna göre, etnik kategoriler kaybolabilir; bir etnik kategori bir başkası içinde eriyebilir; iki veya daha fazla kategoriye bölünebilir ve belki de en önemlisi, din, dil, mezhep, sınıf ve ideoloji gibi diğer eksenlerde yaşanan gruplaşmalar, etnik kimliğin bireyler nezdinde önemini kaybetmesine ve hatta silinmesine neden olabilir. İlkçilerin etnisiteyi her türlü sosyal ve siyasi olayda bireylerin davranışlarını birinci derecede açıklayan bir faktör olarak ileri sürmeleri de kabul edilemez. Bireyler bazen etnik kimliklerine dayanarak bazı toplumsal, ekonomik ve siyasi davranışlarda bulunabilirler ama çoğu zaman da diğer kimliklerinin ve ihtiyaçlarının dürtüsüyle hareket ederler, çünkü insan sadece etnik bir varlık değildir (Aktürk, 2006: 25).