• Sonuç bulunamadı

4. MİLLİYETÇİLİK DEVLET VE ULUS İLİŞKİLERİ

4.1. Milliyetçilik ve Ulus

Milliyetçilik-ulus ilişkisi, bir gerçeklik olan ulus ile bir ideoloji olan milliyetçiliğin ilişkisidir. Ancak bu ilişki, birçok cevapsız soruyu barındırdığı için herkes tarafından çok farklı algılanır. Milliyetçi ideoloji ulusların varoluşunun zorunlu ya da koşullara bağlı bir yansıması mıdır? Yoksa uluslar mı “amaçlarına”

ulaştıktan sonra dönüşmeleri pahasına milliyetçi ideolojilerden yola çıkılarak kurulur? Ulusun kendisi her şeyden önce bir “devlet” olarak mı, yoksa bir “toplum”

olarak mı görülmelidir? (Balibar, 2007b: 63).

Öncelikle ulus ve milliyetçilik arasında bir yoğunluk ve mizaç farkı olduğunun belirtilmesi gerekir. Bütün milliyetçilikler ulusa dayanmakla birlikte ulus, milliyetçiliği anlamada yegâne ölçüt olamaz. Milliyetçiliği tanımlamak ve tanımak, ulusu tanımlamak ve tanımaktan daha kolaydır. Tıpkı dinin ne olduğunun tanrının ne olduğundan daha iyi bilinebildiği gibi, milliyetçiliklerin ortak özellikleri ulusun evrensel biçiminden çok daha net bir şekilde görülebilir. Milliyetçilik, genellikle dinlerin ve dinsel bilgi biçimlerinin bazı özelliklerini taşıyan bir ideolojidir. Her

98

şeyden önce bir meşrulaştırma ve seferber etme aracı olan milliyetçilik, aynı zamanda kişisel ve kolektif selamete dair bazı unsurlar da taşır. Liberalizmin aksine, bazı bakımlardan kutsal olana yakındır (Delannoi, 1998: 32).

Milliyetçilik ve ulus ilişkisinde basite indirgeyici iki eğilimden sakınmak gerekir: Birincisi, sadece milliyetçiliğe atıfta bulunup ulusu kavranması imkânsız olarak gören eğilimdir. Bütün milliyetçilikleri aynı düzeye yerleştirip milliyetçiliği ulusal bir kültür adına uygulanan siyasal bir egemenlik olarak gören ve Anglosakson ülkelerde yaygın olan bu eğilim, 20. yüzyılın ideoloji tarihinde çok önemli bir yer tutan milliyetçiliğin aşırı biçimlerini açıklamakta yetersiz kalır. Nitekim Ernest Gellner Faşizm ve Nazizm konusunda bu durumu kabullenir. İkincisi, milliyetçilikleri ulustan kaynaklanan patolojik türevler olarak ele alarak ulusun iyi bir tanımını yapabilmek uğruna milliyetçiliği ulusa feda eden eğilimdir. Bu da, cumhuriyetçi geleneğe atıfta bulunan, milliyetçiliğin sadece ulusun iyi niyetli, yararlı rolünü şeytani bir role çeviren aşırı öfke ve hiddet olarak değerlendirildiği Fransa’da çok yaygın olan bir eğilimdir (Delannoi, 1998: 32).

Ulus ve milliyetçilik, aralarında zorunlu bir ilişki bulunmasına rağmen, farklı anlamlara sahiptirler. Ulus ve milliyetçiliği birlikte ele alan pek çok karşılaştırmalı ve hatta kuramsal eser bulunmasına rağmen, bir ulus kuramı, aynı zamanda bir milliyetçilik kuramı olamaz. Ulus, yüzü devlete dönük, kurumsal bir boyuta sahip olup “ulus-devlet” kavramı da buradan türer. Milliyetçilik ise çoğu zaman kendine bir ulus arayan, fakat bazen bir ulustan -hiç değilse bir ulus-devlet biçiminde örgütlenmiş bir ulustan- yoksun olan ve/veya kendi grubunu diğer gruplara üstün kılmaya çalışan bir ideolojidir (bir “izm”dir). Bu nedenle milliyetçilik, siyasal ve kültürel bir kimliğe yaslanır. Milliyetçilik kuramlarıyla etnisite kuramları arasındaki benzerlik, ulus ve milliyetçilik kuramları arasında var olan benzerlikten daha güçlüdür (Jaffrelot, 2010: 26-27). Bununla birlikte milliyetçiliği uluslardan, ulusları da milliyetçilikten bağımsız ele almak mümkün değildir (Özkırımlı, 2008: 71).

Giddens (2008: 159)’a göre, “ulus-devlet”, “ulus” ve “ulusçuluk” terimleri toplumsal bilimler ve tarihte aynı anlamdaymış gibi kullanılmalarına rağmen durum gerçekte böyle olmayıp farklı anlamlara sahiptirler. O, “milliyetçilik” ile asıl olarak bireylerin, bir politik düzenin üyeleri arasındaki toplumsallığı vurgulayan semboller

99

ve inançlar dizisiyle ilişkisi anlamında psikolojik bir olayı kasteder. Milliyetçilik duyguları, halkların devletlerarasındaki gerçek dağılımıyla sıklıkla çakışsa ve modern devletleri yönetenler genellikle bu tür duyguları mümkün olan her yerde teşvik etse de bunlar arasında her zaman açık bir bağlantı yoktur. “Ulus” kavramıyla da hem dâhili devlet ve hem de diğer devletler tarafından tepkisel olarak gözetilen, üniter bir yönetime konu olan ve açıkça belirlenmiş bir bölge içerisinde var olan bir ortaklığı kasteder. Hem ulus hem de milliyetçilik modern devletlerin belirgin özellikleridir ve aralarında rastlantısal olmanın ötesinde bir bağ vardır. Giddens ayrıca, en azından modern biçiminde, tersine durum daha problemli ise de, uluslar oluşmadan milliyetçilik olamayacağını iddia eder. Onun bu yaklaşımı ilkçilerin tavrını yansıtır. Çünkü ilkçiler ulusun doğallığını savunarak onu milliyetçiliğe öncelemiş oluyorlardı.

Modernist kurama göre ise uluslar, bir “inşa” süreci sonucunda oluşmuş olan

“icat”lar olup, bu inşa işlemi milliyetçilik tarafından gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla milliyetçilik ulusların değil, tam aksine uluslar milliyetçiğin ürünüdürler.

Modernistlere göre, milliyetçilik yalnız arızî ve mantıken kabul edilemeyen bir şey olmakla kalmaz; her milliyetçiliğin hedefi olan ulusun kendisi de yapay olup iktidarı elde etmeye veya siyasal mücadelenin meyvelerini toplamaya çalışan, sıfatı kendinden menkul milliyetçilerin ürünü olan bir kavram ve sosyal ve kültürel örgütlenme modelidir. Ulus sonradan icat edilen bir kategoridir; ne doğal, ne de tarihî bir köke sahiptir. Diğer taraftan, uluslar gibi ve milliyetçilik de modern olup milliyetçilerin özlem duyduğu geçmiş, efsanevîdir; güncel siyasal amaçlar için üretilmese de bu sadece milliyetçilerin ve takipçilerinin kafalarında mevcuttur.

Tamamen modern bir kavram olan ulusun tarihi, milliyetçi başarı anından başlar ve bürokrasi, sekülarizasyon, devrim ve kapitalizm gibi modern süreçlerin ürünüdür (Smith, 2001: 34).

Gellner’a göre, özlerinde taşıdıkları, ancak uzun süre ertelenmiş kaderlere sahip, doğal, tanrı vergisi insan sınıflamaları olarak uluslar birer mittir. Bazen önceden var olan kültürleri alıp onları ulusa dönüştüren milliyetçilik, bazen de ulusları kendi icat eder ve çoğu kez de önceden var olan kültürleri ortadan kaldırır.

Milliyetçilik önceden var olan, tarihsel mirasın getirdiği çok sayıdaki kültürün

100

içinden bir seçim yapıyor ve çoğunlukla onları tamamen dönüştürüyor olsa bile bu kültürel zenginlikten yararlandığı yadsınamaz. Ölü diller yeniden canlandırılır, gelenek icat edilir, oldukça hayali, eskiye ait olduğu sanılan birtakım saf özellikler gündeme gelir. Ancak milliyetçi gayretlerin bu yaratıcı, hayalci ve olumlu anlamdaki icatçı yönü; onun, işleri oluruna bırakamayan Avrupalı düşünürler tarafından uydurulup, kendini idame edebilen siyasal toplulukların kanına zerk edilmese ortaya çıkamayacak, yapay ve ideolojik bir icat olduğu sonucuna yol açmaz. Milliyetçiliğin kullandığı kültürel parçalar ve yamalar çoğu kez gelişigüzel yaratılmış tarihsel icatlardır; ancak bundan, milliyetçilik ilkesinin kendisinin rastlantısal olduğu sonucu çıkmaz (Gellner, 2008: 128, 138).

Uluslar, kısmen de olsa milliyetçilik tarafından kurulmuş oldukları için;

milliyetçilik kavramı, siyasi süreçlerden önce, kültürel ya da toplumsal yapısal zeminlerde nesnelce tanımlanamaz. Uluslar, ancak, mensupları kendilerini söylemsel ulusal kimlik çerçevesi içinde anladıkları sürece var olurlar. Bunun yanı sıra, kimi üyelerinin, onun özgün ulusluğunun, özerkliğinin ve diğer haklarının başkaları nezdinde tanınması için verdiği mücadele sürecinde kalıba girerler. Uluslar ancak milliyetçilik bağlamında varlıklarını sürdürebilirler. Ulus, bir halk olmanın ne anlama geldiğini ve böyle tanımlanan insanların geniş dünya sistemi içine nasıl konumlandığını, özel bir kavrama biçimidir. Milliyetçi düşünme ve konuşma biçimi de ulusun inşasına yardımcı olur (Calhoun, 2009: 137). Aslında bir kültür doktrini, sembolik bir dil ve bilinç olarak milliyetçiliğin esas amacı kolektif kültürel kimliklerden veya kültürel uluslardan müteşekkil bir dünya yaratmaktır. Nüfusun hangi birimlerinin ve neden özellikle onların ulus haline gelmeye müsait olduğunu belirlememekle birlikte ulusların nerede ve ne zaman oluşacaklarının belirlenmesinde büyük bir rol oynar. Milliyetçilik bu noktada siyasî alana girer (Smith, 2009: 157).

Milliyetçilik bir taraftan ulusu inşa ederken bir taraftan da ulusun meşruiyetini sağlar. Bunu da, dünyanın uluslara bölünmüş olduğunu, her ulusun kendi karakteri ve yazgısı olduğunu; bireyin ilk bağlılığının kendi ulusuna olduğunu;

ulusun tüm siyasal iktidarın kaynağı olduğunu; bireyin özgür olmak ve kendini gerçekleştirmek için bir ulusun üyesi olmak zorunda olduğunu; her ulusun özerk

101

olmak suretiyle kendi otantik doğasını ortaya koyması gerektiğini; ve barışçıl ve adil bir dünyanın ancak özerk uluslar üzerine inşa edilebileceğini ileri sürerek yapar. Her ne kadar bazı bileşenleri 16. ve 17. yüzyıllarda boy göstermişse de, milliyetçi ideolojinin bu çekirdek doktrini 18. yüzyılda, önce Avrupa ve sonra diğer yerlerde ortaya çıkmıştır. Avrupa ya da başka bir yerde 1500’den önce milliyetçilik bilinmiyordu ve bu yüzden, milliyetçiliğin temelini oluşturduğu modern kitlesel ulusa benzeyen herhangi bir şey muhtemelen tesadüfî ve nadirdi. Modern uluslar, dolaylı olarak bu milliyetçi ideolojiye taraftar olur ve sık sık çeşitli iddia ve pratiklerini desteklemek için bu ideolojinin unsurlarına başvurur (Smith, 2002: 58).

Genel olarak ulusların, Batı Avrupa’da milliyetçilikten önce; diğer yerlerde ise milliyetçilikten sonra ortaya çıktıkları söylenebilir. 18. yüzyılda ideoloji, dil ve hissiyat olarak milliyetçiliğin doğuşundan önce, Batı Avrupa’da uluslar niyet ve amaçlar açısından elverişli bir durumdaydı. Batı dışında ise uluslar, kısmen sömürgecilikle de ilişkili olarak milliyetçiliğin yayılmasını takiben oluşmuşlardı.

Batı Avrupa’da ulusların biçimlenmesi, büyük ölçüde planlanmamış bir gelişimdi.

Batı dışında ise genellikle milliyetçi amaç ve hareketlerin sonucuydular. Batı, uluslara neredeyse tesadüfen vardı; dünyanın öteki yerlerinde ise uluslar tasarlanarak yaratıldılar (Smith, 2009: 157-158).