• Sonuç bulunamadı

67

4. Gelecek kuşakları yeni ulusun “yurttaşları” olarak toplumsallaştırmak için tek bir

“siyasî kültür”, kamu, kitle eğitimi ve medya sistemine gerek duydukları ölçüde aslında moderndirler. Modern öncesi etnik devletlerde bu unsurlar ne denli güçlü boy göstermiş olsalar da, topyekûn yürürlükte oldukları bir durum nadiren mümkün olmuştur. Yine de ulus pek çok yanıyla modern görünmekle birlikte, kökleri derinlerdedir (Smith, 2009: 114).

Milliyetçilik sadece görünüşte yeni olan ulusun yaratılmasına yardım eder.

Bir ideoloji ve bir dil olarak 18. yüzyılın sonlarına doğru siyasî arenada ortaya çıkan milliyetçilik görece moderndir. Ama ulus ve milliyetçilik başka bir kültür, toplumsal örgütlenme ya da ideoloji türünden “icat edilmiş” değildir. Milliyetçilik çağın ruhunun bir parçası olduğu kadar daha eski motif, tahayyül ve fikirlere de bağlıdır.

Zira milliyetçilik pek çok düzeyde faaliyet gösterir ve bir siyasî ideoloji ve toplumsal hareket türü olduğu kadar bir kültür biçimi olarak da görülebilir. Milliyetçiliğin canlanmasıyla yeni bir çağ açılırken, onun millî kimliğin oluşumu üzerindeki etkisini, modern öncesi etnilerin mevcudiyetine ve Batı’da ulus-devletlerin tedrici doğumuna çok şey borçlu olan toplumsal ve kültürel matrisini incelemeden kavramak olanaksızdır (Smith, 2009: 118). Dolayısıyla ulus ile milliyetçiliğin sadece bir ideoloji veya siyaset biçimi olarak değil, aynı zamanda kültürel birer görüngü olarak da ele alınmaları gerekir. Yani, bir ideoloji ve hareket olarak milliyetçiliğin çok boyutlu bir kavram olan millî kimlik ile yakından ilişkilendirilmesi ve belirli, özel bir dil, hissiyat ve sembolizmi içerecek şekilde genişletilmesi gerekir (Smith, 2009: 8).

68

ziyade bilinçli olarak inşa edilmiş bir çerçeve ve “yapma” bir gerçekliktir (Poggi, 2009: 116). Ona göre, modern devlet, “devlet dairelerindeki memurların sürekli ve talimatlara uygun çalışmaları yoluyla yönetimi sağlamak için oluşturulmuş karmaşık kurumsal düzenlemeler” olarak tanımlanabilir. Bu dairelerin toplamı olan devlet, sınırları belirlenmiş bir toplumda yönetim işini üstlenir (Poggi, 2009: 14).

Modern devlet bir veri olarak kabul edilerek devletin oluştuğu koşullar göz ardı edilebilmektedir. Oysa az bir çabayla devletin olmadığı toplumların varlığını tahmin etmek mümkündür (Gellner, 2008: 76). Hatta devletin kurulup kurulmadığı veya kim tarafından kurulduğu bile sorulabilir. Bu soru “ulusal bir toplum, yani coğrafya, dil ve etnik yapı ve kültürel açılardan başkalarından farklı olan ve bu farklılığa siyasal güvence ve ifade yolu arayan insanlar” şeklinde yanıtlanabilir. Ama birçok durumda, böyle bir topluluğun devlet kurma süreci öncesinde ve hatta sırasında var olduğu kanıtlanamaz. Örneğin Fransız ulusunun modern Fransız devletini “yarattığı” kadar mutlak krallık da Fransız ulusunu “yaratmıştır” (Poggi, 2009: 120).

Devlet olgusu başta olmak üzere siyasal olaylar ilk sosyologlar arasında sadece Max Weber’in çalışmalarında önemli bir yer işgal eder. Buna rağmen Weber’in bile bu konudaki yazılarının çoğu makale ya da müsvedde şeklinde olup

“devlet sosyolojisi”yle ilgili müstakil bir yapıt ortaya çıkaramamıştır. Yine de kendinden sonra gelen sosyologların devletle ilgili görüşlerinde belirleyci olmuştur.

Birçok sosyolog, Weber’in “meşru tahakküm tipolojisi”ni, siyasal olayların sosyolojik açıdan incelenmesine en büyük katkısı olarak görür (Poggi, 2009: 10).

Weber, modern devletin gelişme süreci ile ilgili iki hususa işaret etmiştir. Bunlardan ilki, modern devletle birlikte şiddet ve yönetim araçlarının tek elde toplanarak ulusallaştırılması; ikincisi ise, modern devletin kapitalizmin gelişmesiyle Protestanlık arasında kurduğu ilişkidir. Weber, Protestanlığın devleti tanrısal bir kurum, şiddeti de bir araç olarak meşrulaştırdığını savunur. Dolayısıyla Weber’e göre devlet, şiddet ve yönetim araçlarının denetimini elinde tutan gücün belli bir toprak üzerinde egemenlik kurmasıdır (Coşkun, 1997: 71). Dolayısıyla modern devletin ayrıcı özelliği, güç kullanmanın yegâne kaynağının devletin kendisinin olmasıdır (Pierson, 2000: 103).

69

Başta Marx ve Engels olmak üzere Marksist düşünürler ise devletin niteliği ve kökeni ile ilgilenmemiş, devletin kurumsal nitelikleri ya da siyasal süreçlerden çok, sınıf mücadelesi, sermaye birikimi ve dünya pazarlarını ele geçirme mücadelesinde devlet gücünün rolünü ele almışlardır (Poggi, 2009: 11). Marksist sistemde modern devletin doğuşu ve gelişimi, toplumun içinde bulunduğu siyasal çevrenin, kapitalist sömürü ve birikim mekanizmasının düzenli bir şekilde işleyebilmesi için yeniden yapılandırılması olarak anlaşılmıştır. Buna göre, modern devletin iki temel özelliği olan yönetimin güçlendirilmesi ve rasyonalizasyonu, burjuva sınıfının egemen konumuna dayanak olan özel sermayenin yeniden üretimi ve biriktirilmesi açısından değerlendirilmiştir (Poggi, 2008: 129). Bu doğrultuda Tilly (2001: 61-62), modern devletin hâkim yönetim biçimi haline gelmesinde, ordu ve savaş teknolojisindeki değişmelerle bunların iktisadî ve siyasî sonuçlarının önemli payı olduğunu ifade ederek modern devleti kapitalizmin bir ürünü olarak görür.

Giddens (2008: 374), Marksist yaklaşımın, modern devleti kapitalist üretim ilişkilerine bağlı olarak açıklamasına karşı çıkarak, kapitalist girişimin ilk kez geleneksel devlet biçimlerinden zaten ayırt edilecek kadar farklı olan değişmiş bir devlet sistemi içerisinde öne çıktığını, dolayısıyla modern devletin kapitalizmin koşullarını sağlamaya yönelik ortaya çıkmadığını belirtir. Fakat böyle bir amacı olmamasına rağmen yine de modern devlet, kapitalizmin ilk gelişimi için hukuk çerçevelerinin oluşması, mali garantiler ve ekonomik alışverişin gelişmesine izin veren giderek pasifleşmiş toplumsal çevreyi içeren en temel ifadelerin ötekisindeki bazı önkoşulları sağlamıştır.

Gellner ise, modern devletin gelişimini tarihsel ilerlemeci bir anlayışla değerlendirerek insanlığın tarih boyunca, tarım öncesi, tarım ve sanayi dönemi çizgisinde üç temel aşamadan geçtiğini belirtir. Avcı-toplayıcı topluluklar, devleti oluşturan siyasal işbölümüne yer veremeyecek derecede küçük olduklarından bu topluluklarda istikrarlı ve uzmanlaşmış düzen dayatıcı bir kurum olarak devlet sorunu yoktu. Hepsinin olmasa da ve biçimleri açısından da büyük farklılık gösterse de tarım toplumlarının devleti olmuştur. İnsanlık tarihinin tarım aşamasında devletin varlığı genelde seçime bağlıyken avcı-toplayıcı evrede bu tür bir seçme şansı yoktu.

70

Tarım sonrası sanayi döneminde de seçme şansı yoktur; fakat bu aşamada devletin yokluğu yerine varlığı kaçınılmazdır (Gellner, 2008: 75-76).

Modern devlet, Batı Avrupa’nın özgül tarihsel koşullarında ortaya çıkmıştır.

Bu nedenle gelişim sürecinin doğru bir şekilde izlenebilmesi ve devletin

“modern”liğini ortaya çıkarabilmek için Orta Çağ’daki siyasi ortamın iyi okunması gerekir. Orta Çağ Avrupa’sı toprak egemenliği ilkesine dayanan devlet fikrine tamamen yabancıydı. Sadece lord ile vasalının -ikisinden birinin yaşamının sona ermesiyle yenilenmesi gereken- kişisel bağlılık yeminlerine dayanmaktaydı. Oysa modern devletler, kişisel bağların dışında ve sürekli kurumlara bağlıdırlar. Kişisel sadakate dayanan feodal sistemden, merkezi bürokratik otoriteye ve toprak egemenliğine dayanan devlete doğru olan geçişi izlemek hiç de kolay değildir. Bu, yüzyıllar boyunca sürmüş ve birçok küçük evreden geçmiş bir süreçtir (Schulze, 2005: 13-14). Din ve hâkimiyetin birbirinden ayrılmasıyla birlikte, Orta Çağ düzeninde egemenlik hakkı devletle eş tutulan krallara geçti. Aydınlanma dönemiyle birlikte tarihte ilk defa hükümdar ile devlet arasında ayrım yapıldığı ve Fransız İhtilali’yle de egemenliğin kraldan halka geçtiği iddia edilir. Bu andan itibaren devlet, insanların kavrayışında soyut bir büyüklük halini aldı. Bunu devletin yüceltilmesi ve idealize edilmesi takip etti (Pierson, 2000: 94).

On dördüncü yüzyılın başından itibaren, modern ve merkezî yönetime sahip devletin ana özellikleri, belirmeye başlamıştı. Fakat yöneticilerin iktidar alanı çok sınırlıydı. Dolayısıyla Avrupa’da Orta Çağ’ın sonundan itibaren belirmeye başlayan devletler, tüm otoriteyi kendisinde toplamış bir kralın başında bulunduğu ve merkezi bir bürokrasi tarafından idare edilen modern anlamda siyasi yapılar olarak görülmemelidir. Siyasi iktidarı bir merkezde toplamasından dolayı Fransız Devrimi’ne kadar tüm Avrupa’da bir model olarak görülen Fransa krallığı iktidarı bile, ülkenin özerk olan bölgeleri ve sosyal grupları arasındaki farklılıkları, devletin çıkarları doğrultusunda uzlaştıran, gideren ve yargılayan bir hakemlik işlevine sahip aracı veya dolaylı bir iktidardan ibaretti. Kral, otoritesini birçok bölgede ancak dolaylı bir şekilde kullanabiliyordu. Avrupa hükümdarlarının, Orta Çağ’ın sonuna yaklaşıldıkça giderek daha da azalan temel işlevi, uyruklarına yasaların öngördüğü korumayı sağlamak, ülke içinde ve dışında onları düşmanlara karşı savunmaktı

71

(Schulze, 2005: 22-23, 31). Modern devletin doğuşu ve gelişimi büyük ölçüde, bu şartlar içinde her hükümdarın, kendi hükmetme mekanizmalarını kullanarak iktidar alanını genişletme ve güvence altına alma ve bunun yanı sıra, toplumsal kaynakları idare edip bunlara hareket kazandırma konusundaki başarısı ve yetkisini arttırmaya yönelik hararetli çabalarının sonucudur (Poggi, 2008: 137).

Güç tekeli yanında, toprak, egemenlik, bürokrasi ve vergilendirme gibi özelliklere sahip monarşilerin modern devletin ilk türleri mi yoksa modern öncesi yapılanmalar mı olduğu hususunda fikir birliği yoktur (Pierson, 2000: 76-77). Teorik temelleri Locke, Hobbes, Machiavelli ve Bodin tarafından oluşturulan modern devlet, gerçekte sistemli olarak Fransız devrimleri çağında şekillenmiştir. Modern devlet, yönettiği insanların hepsini kucaklayan bir toprak parçası olarak tanımlanıyor, kendisi gibi diğer toprak parçalarından belirgin sınır çizgileriyle ayrılıyordu. Modem devletin politik düzlemde kendi halkı üzerinde, doğrudan bir egemenliği ve yönetimi söz konusuydu ve topraklarında yaşayan herkese aynı kurumsal ve idari düzenlemeleri dayatıyordu (Hobsbawm, 2006:102). Modern devletin bu uygulamalarının geçerliliği kendi düzenlediği prosedürlere dayandırılmakta, hatta bu prosedürlere kendisinin de saygı göstermesi beklenmekteydi (Poggi, 2008: 112).

Breuilly’ye göre modern devlet, kamu alanıyla ilgili güçlerin parlamentolar, bürokrasiler gibi uzmanlaşmış devlet kurumlarına devredilmesi, özelle ilgili güçlerin ise piyasa, özel firmalar, aileler gibi siyasi olmayan kurumların denetiminde kalması anlamında liberal biçimde gelişmişti. Monarşi gibi kurumlar özelle ilgili güçlerini yitirirken kilise, lonca gibi kurumlar da kamu alanıyla ilgili güçlerini yönetime kaptırdı. Bu şekilde, kamu ve özel ayrımı da belirginleşmiş oluyordu (Özkırımlı, 2008: 136). Dolayısıyla modernleşen Batı toplumlarında, bir yandan bireysel alanla toplumsal alan, öte yandan kamusal alanla siyasal alan arasındaki farklılıkların kurumsallaştırılması ve bu sürecin her alan içinde giderek ileri götürülmesi, modern devletin gelişimindeki temel süreçtir (Poggi, 2009: 28-29). Bununla birlikte modern devlet kendini egemen olarak öne sürmek için kamusal olarak tarif ettiği iktidar alanı üzerinde tekelini ilan etmek zorundadır. Kamusal alanın ortaya çıkması ve genişlemesi, beraberinde özel alanın orantılı olarak küçülmesini getirmiştir. Modern

72

devlet otoriter bir tarzda kurulur; kamusal alan lehine, yerel4 ve özel alan bastırılır (Roger, 2008: 130, 143).

Büyük nüfus artışı, yeni iletişim şekillerinin gelişmesi ve endüstrileşmenin, devleti rasyonel hale getirme ve yönetimde verimliliği artırma ihtiyacını dayatması, merkezi yönetim mekanizmasına sahip yeni bir devleti gerektirmiştir. Bu devlet, otoritesini ve iktidar üzerindeki tekelini, ülkenin en uzak köşelerinde ve toplumun en gizli ve ince ayrıntılarında bile, yasal standartlara uygun bir şekilde kullanabilmeliydi (Schulze, 2005: 146). Geleneksel devletlerde hâkim gruplar, kendi halklarının günlük yaşamlarını düzenli biçimde etkileyecek araçlardan yoksunken, devlet yöneticilerinin, gündelik faaliyetlerin en mahrem kısımlarını bile etkileme yetilerinin muazzam derecede genişlemesi modern devletin en önemli özelliklerinden birisidir (Giddens, 2008: 20).

Modern devletin Avrupa tarihinde nispeten yeni bir olgu olduğu son zamanlarda fark edilmiş olup Orta Çağ Avrupa’sında, belli bir bölgenin tüm yaşayanlarını kapsayan siyasi yapılanmalardan oluşan modern devletten bahsedilemez (Schulze, 2005: 12). Tarihsel olarak modern devlet, iktidarın merkezileşmesi ve yönetimin tek elde toplanması, yani yerel iktidar arasında dağınık bir halde uygulanmakta olan yetki ve olanakların, merkezi yönetim etrafında toplanması ile ortaya çıkar. Bu süreci başlatan ve bundan faydalanan krallar, yerel grupların siyasal yetkilerini azaltarak daha geniş kitlelere ulaşabilmiş ve uyrukları olan bu kitlelerin kendileriyle doğrudan siyasal ilişki içine girmelerini sağlamışlardır.

Böylece bu kitleler saraya karşı sorumla hale gelmiş, krala vergi ödemiş ve onun ordularında silâhaltına alınmıştır (Poggi, 2008: 105). Bu anlamda, Avrupa’da özellikle mutlak monarşi döneminde ve sonrasında ortaya çıkan devletlerin

“modernliği”, idari kapasitelerini güçlendirmelerinde, topraklarını tek bir idare altında birleştirmelerinde, toprakları ve halkları üzerinde dolaylı yönetim yerine, doğrudan bir denetim ve müdahale yapabilmelerinde, halkın siyasi katılımına

4Modern devlet ile köylülük arasında gerilim yüklü bir ilişki olmuştur. Batı Avrupa’da modern iktidar rejiminin kurumsallaşması, köylülüğün yok edilmesi ile ya eş zamanlı olarak gerçekleşmiş, ya da bu süreci takip etmiştir. Bkz. Parha Chatterjee, Ulus ve Parçaları, İletişim Yay., İst., 2002, s. 263.

73

dayanmalarında, vatandaşlarını savaş için seferber edebilmelerinde ve kesin sınırlarını belirleyebilmelerinde yatıyordu (Calhoun, 2009: 92).

Modern devlet, popüler siyasi katılımın başlıca arenası olmuştur (Calhoun, 2009:153). Yeni politik düzenlemelerde yurttaşlarına temsilciler aracılığıyla bir söz hakkı tanıması ve vergi mükellefleri ya da potansiyel askerler olarak onların pratik onayı veya faaliyetlerine ihtiyaç duyması dolayısıyla gittikçe kendi yurttaşlarının düşüncelerini dikkate almak zorunluluğuyla yüz yüze geldi. Devlet, teritoryal olarak tanımlanan bir halkı yönetiyor ve temsilcilerini en ufak köydeki en mütevazı fertlere kadar yayarak iktidarını pekiştiriyordu. Politikanın demokratikleşmesi, yani ilk önce erkeklere tanınan oy hakkının giderek genişlemesi, öbür yandan modern, idari, yurttaşları harekete geçiren ve etkileyen devletin kurulması, hem “ulus” sorununu hem de yurttaşların kendi “ulus”una “milliyet”ine ya da diğer sadakat odaklarına karşı duygularını politik gündemin en ön sıralarına yerleştirmiştir (Hobsbawm, 2006:

103, 106).

Modern devletin tebaası üzerindeki iktidarını sağlamlaştırması ve yurttaşlarını homojenleştirme politikaları yanında, şiddet araçlarını kendi tekeline alması, geleneksel siyasi yapılardan kopuşu ifade eder. Devletler, bir yandan devlet dışı şiddet formlarını devre dışı bırakmaya çalışırken, yeni şiddet form ve mekanizmaları yaratmaktan da geri durmadılar. Dışarıya karşı verilen savaşlar için daha iyi seferber olurken, yasal polis gücü ve diğer devlet organları sayesinde iç barışı sağlama yanında, homojen ve itaatkâr bir ulus yaratma yoluna da gittiler. Devlet organları sadece kaba kuvvet değil sembolik şiddet de uygulayarak çalışıyordu. Bunlar ulusları, eğitim sistemleri, toplumsal yardımlar, dini sınıflamalar, IQ testleri, suç kayıtları ve devlet güdümlü etnik damgalamalar vasıtasıyla terbiye ettiler. Bugün ulus denilen siyasi ve kültürel olarak bütünleşmiş topluluklar, büyük ölçüde bu tür devletlerin yükselişi sırasında onaya çıktı (Calhoun, 2009: 92). Bu nedenle ulusallık, modern devletlerin belirgin bir özelliği olarak öne çıkmaktadır. Bu ulusallığa bağlı olarak modern devletin gösterdiği özellikler, ulusa atfedilen özelliklerle açıklanarak, vatan, dil ve kültür birliğinin modern devletin temel niteliği olduğu öne sürülmüştür (Doğan, 1997: 156).

74

Ulusun üniter bir yapı olarak kabulü, modern devletin yükselişiyle birlikte gelen yapısal değişiklikler sayesinde mümkün olabildi. Daha önceki siyasi yapılar, kesin sınırlarla ayrılmadığı gibi, iç bütünleşmeyi ve homojenleşmeyi de teşvik etmiyordu. Feodalite’de olduğu gibi, imparatorluklar da, tebaalarını vergiye bağlasalar ve farklı tebaaları arasındaki etkileşimi teşvik etseler de, kültürel homojenlik sağlamaya çalışmazlardı. Modern devletler ise sınırları beklemekte, pasaport sormakta ve gümrük vergisi istemektedirler. İçeride, kendilerinden önceki siyasi yapılardan kalma yarı özerk bölgeleri, idari olarak bütünleştirdiler. Böylece bu bölgelerde sadece vergiler toplamakla kalınmamış, yollar yapılmış, okullar açılmış ve kitle iletişim sistemleri kurulmuştur. Ulaşım ve iletişim altyapılarındaki ilerlemelerle, bürokrasi ve bilgi yönetim sistemlerindeki gelişmelerin bir sonucu olarak devletin gücü, ülkenin en ücra köşesinde bile, başkentteki kadar etkin biçimde hissedilir hale geldi. Aslında bütün bunlar geniş çaplı toplumsal ilişkilerdeki genel bir gelişmenin bir parçası olup toplumsal yaşam, giderek daha fazla oranda, ilişkileri doğrudan etkileşim alanından çıkaran pazarlar, iletişim teknolojileri, bürokrasi gibi çeşitli biçimlerde aracılar üzerinden yürütülmeye başlandı (Calhoun, 2009: 93-94).

Bu nedenle bürokrasi ve kapitalizm ikizi olarak modern devletin, hızlı sosyal modernleşmenin en etkin aracı olarak ortaya çıktığı (Habermas, 2001: 80) söylenebilir.