• Sonuç bulunamadı

1. MARKSİZM’LE İLK TEMAS

1.3. Temas Sonrası İlk Metinler

Benjamin, 1924 yılında yeni bir döneme adım atar. Böylece Witte’nin ifadeleriyle, “içrek bir felsefeciden politik bir yayıncıya, dil gizemcisinden, diyalektik materyaliste bir dönüşüm yaşamıştır” (Witte, 2002: 77). Bu dönüşümü açığa çıkarabileceğimiz iki eser söz konusudur: Tek Yönlü Yol (1928) ve “Gerçeküstücülük:

Avrupalı Aydının Son Fotoğrafı” (1929). Bu eserler, geçişe işaret eden metinlerdir.

Başka bir deyişle, Marksizm’le temasın Benjamin düşüncesinde yarattığı dönüşümleri gösterebileceğimiz ilk eserlerdir. Nitekim her iki eser de Benjamin’i Marksizm’e yönlendiren unsurlarla doğrudan ilişkilidir. Bu yüzden eserlerin biçim ve içeriklerinden analiz ettikleri temalara değin bir dizi yenilik söz konusudur. Elbette bu yenilikler, erken dönem görüşlerini terk etmek olmasa da “yeni kabul görmüş materyalist görüşlerin” belirleyici etkisine işaret eder (Wolin, 1981: 91).

139

Bir önceki başlıkta ifade ettiğimiz üzere, Lukâcs’ın epistemolojik düzeyde Benjamin üzerindeki en büyük etkisi, Benjamin düşüncesinin “güncel ve politik uğrakları”nı geliştirmesindeki rolü olmuştur. Bu nedenle 1924’ten sonra Benjamin’in güncel ve politik temalar üzerine daha fazla düşünmesi ve bunu açıkça dile getirmesi beklenir. Nitekim öyle de olmuştur. Benjamin, Capri adasından Berlin’e döndüğünde akademik bir yaşamın olanaksızlığıyla yüzleşmiş ve kendisine başka seçenekler düşünmeye başlamıştır. Aynı yıllarda ekonomik açıdan da oldukça güç durumda olan düşünür, yayıncılık planları yapmaya başlar. Alman Yasoyununun Kökeni adlı çalışması,

“Goethe'nin Gönül Yakınlıkları” başlıklı makalesi ve bir aforizmalar kitabını yayımlama taahhüdüyle Rowolt yayınevi ile anlaşır. Aynı tarihlerde Fransız romancı Marcel Proust’un çevirileri için de Die Schmiede Yayınevi ile anlaşır. Öte yandan, dönemin önemli gazetelerinin edebiyat ve sanat sayfalarında edebiyat eleştirileri yazmaya başlar. Amacı, ilk elde maddi gelir elde etmektir. Böylece geçici bir süreyle de olsa geçimini sağlayabilecektir (Witte, 2002: 59).

Benjamin, 1925-1933 yılları arasında, dönemin en önemli iki edebiyat dergisinde eleştiriler kaleme alan, edebiyat çevrelerince ünlenen bir entelektüel haline gelir. Böylece hem geçici süreyle de olsa maddi zorlukları aşmayı hem de çok arzuladığı “Alman dilinin en seçkin eleştirmeni” olmayı başarır96 (Witte, 2002: 100).

Fakat bu başarıya eşlik eden bir dizi yenilik de söz konusudur. Benjamin, artık Goethe, Hölderlin, Alman Romantikleri ya da 17. yüzyılın Alman yas oyunu gibi “antika”

(Wolin, 1981: 91) temalar yerine, Franz Kafka, Karl Kraus, Marcel Proust gibi çağdaş yazarlara ya da Charles Baudelaire ve Nikolay Leskov gibi 19. yüzyıl yazarlarına yönelir. Nitekim olgun dönem edebi üretiminin birçoğu, ismi anılan çağdaş ya da 19.

yüzyıl yazarlarının eserleri üzerinedir. Öte yandan, gündelik hayatın görünüşteki

96 Benjamin, Scholem’e gönderdiği 1929 tarihli bir mektubunda, en önemli hedeflerinden birinin Alman edebiyat eleştirmeni olarak kabul edilmek ve Pasajlar projesini tamamlamak olduğunu ifade eder (Witte, 2002: 99).

140

önemsiz boyutlarından, ekonomik, toplumsal ve siyasal sorunlara değin birçok tema üzerine yazılar kaleme alır (Wolin, 1981: 91). Bu yönelim ister istemez “içrek yazış biçimini” terk etmesine neden olur; çünkü bu metinlerin birçoğu, günlük gazetelerin sayfalarında edebiyat eleştirisi olarak yayımlanır (Witte, 2002: 83).

Öte yandan düşünür, edebiyat ve sanat sayfalarında, yani “edebiyat eleştirisi ortamında, politik yönelimlerini” de açıkça ifade eder (Witte, 2002: 83). Nitekim Scholem’e yazdığı Aralık 1924 tarihli mektupta, düşüncesinin “güncel ve politik uğrakları”nı geliştirmesine paralel olarak bir “politika” önereceğini de dile getirir: “(…) Bana uygun bir yorumcu tutumu içinde tümüyle farklı anlam ve bütünsellikteki metinlere ulaşmadığım sürece, kendimden yola çıkarak bir “politika” önereceğim. Ve elbette aşırı bolşevik bir kuramla değişik yerlerde temasa geçmeden kaynaklanan şaşkınlığım yenilendi” (Benjamin’den aktaran Witte, 2002: 77). Benjamin’in kendisinden yola çıkarak önerdiği “politika”, Asja Lacis’e adamış olduğu Tek Yönlü Yol adlı eserinde bulunur. Rowolt Yayınevi, düşünürle olan anlaşmasına sadık kalarak, onun 1925-1929 yılları arasında günlük gazetelerin edebiyat ve sanat sayfalarında yazdığı edebiyat eleştirilerini Tek Yönlü Yol’da bir araya getirir. Bu mahiyetiyle eser, Benjamin’in kendi toplumsal deneyimlerinden hareketle yazdığı “politik eleştiri parçalarından” oluşur. Bu parçalar, genel olarak burjuva dünyasının çelişkilerini konu edinmiştir: Ani enflasyon artışlarının yarattığı sonuçlar, para ekonomisinin etkileri, meta dolaşımının tüm toplumsal ilişkiler üzerine hâkimiyeti ve hakiki politikacının tanımı gibi (Witte, 2002: 79).

Tek Yönlü Yol adlı eserinde bulunan “Yangın Alarmı” başlıklı fragman ise

Lukâcs’ın tarihsel-diyalektik materyalizmine dayanan mahiyetiyle özel bir önem taşır (Witte, 1975: 9). Bu fragmanda Benjamin, öncelikle sınıf mücadelesi kavramının doğru anlaşılması gerektiğini ifade eder: “Söz konusu olan, “Kim kazanacak, kim

141

kaybedecek?” sorusunun cevabının verileceği bir kuvvet denemesi, bittikten sonra galibin iyi, mağlubunsa kötü yaşayacağı bir boğuşma değildir” (Benjamin, 2016a: 53).

Ona göre, bu tarz bir kavrayış “olguların üstünü romantizmle örtmek demektir.”

Nitekim burjuvazi kazanabilir de kaybedebilir de; fakat her koşulda “gelişme sürecinde ölümcül yüzlerini gösterecek olan iç çelişkileri yüzünden yıkılmaya mahkûm kalacaktır” (Benjamin, 2016a: 53). Bu yüzden soru şu olmalıdır: Burjuva düzeni kendi kendine mi yoksa proletarya tarafından mı yıkılacaktır?

Benjamin’e göre, bu soru oldukça önemlidir. Çünkü “üç bin yıllık bir kültür gelişmesinin devamı ya da bitişi bu sorunun cevabıyla belirlenecektir” (Benjamin, 2016a: 53). Kapitalist sistem üç bin yıllık kültürel gelişmeyi de tehlikeyi sokarak kendisiyle birlikte onu da felakete doğru hızla sürüklemektedir. Bu iddiasıyla Benjamin, evrimci-pozitivist anlayışların aksine yangın alarmını çalar. Ona göre, bu tehlike karşısında “evrimci-pozitivist” bir tutum takınmak yalnızca felaket karşısında seyirci bir davranış geliştirmek anlamına gelecektir. Çünkü kapitalizm ortadan kalktığında

“otomatik” olarak “özgürlük” alanına bir geçiş söz konusu olmayacaktır. Bu geçiş, ancak “proletarya eliyle” mümkün olabilir. Proletarya doğru zamanda müdahale edebilirse devrimci geçiş sağlanabilir. Şayet bu müdahale gerçekleşmezse zaten “her şey bitmiş” demektir (Benjamin, 2016a: 53).

Benjamin, kapitalizmden sosyalizme geçişe yönelik “determinist” olmayan kavrayışını Lukâcs’a borçludur (Wolin, 1981: 96). Bir önceki alt başlıkta belirttiğimiz üzere, Lukâcs için de kapitalizm eninde sonunda yıkılacaktır; fakat kapitalizmden sosyalizme geçiş, hatta Lukâcs açısından tüm insanlığın kaderi proletaryanın kriz anında sınıf bilincine sahip olmasına bağlıdır. Proletarya sınıf bilincine ulaşmış ise bilincini pratik hale getirecek ve kapitalizmi ortadan kaldıracaktır. Fakat buradan, Lukâcs’ın devrimcilere kriz anlarını beklemeleri gibi bir öneride bulunduğu sonucu

142

çıkarılmamalıdır. Aksine onun açısından “tarihsel süreçte öznel anların etkin rol oynama olasılığının hiç bulunmadığı hiçbir an söz konusu değildir” (Löwy, 2013: 221).

Bu açıdan gündelik yaşamın her mücadele pratiği devrimci bir mücadeleye dönüştürülebilecek kadar önemlidir. Bu mücadele pratikleri “günlük sorun olarak bile”

gündeme gelse dahi, tarihsel-toplumsal bütünlükten yola çıkılarak kavranılması koşuluyla proletaryanın devrimci mücadelesine dönüştürülebilir. Bu bağlamda Lukâcs, Lenin’in görüşlerine başvurur.

Lukâcs, Benjamin düşüncesinde etkili olmuş bir diğer eseri olan Lenin’in Düşüncesi: Devrimin Güncelliği’nde (1924), Lenin’in devrimi proletaryanın gündemine

nasıl güncel bir konu olarak yerleştirdiğine işaret eder. Ona göre, Lenin’i Marx’a bağlayan, hatta “Marx düzeyindeki tek teorisyen” kılan da bu perspektif olmuştur.

Lenin tüm sorunları bu perspektif içinde kavramıştır ve tüm başarısını da buna borçludur. “Devrimin güncelliği”, Rusya’da proleter devrimin gerçekleşmesinin bir yıkım olacağını, öncelikle burjuva devriminin gerçekleşmesi gerektiğini öne süren

“ekonomist-evrimci” Marksizm yorumuna karşı ortaya konulmuş bir perspektiftir.

Lenin, “tarihsel sürecin Marx’ın ölümünden sonraki yeni adımlarını öğretiye katarak”

burjuvazinin devrimci karakterinin bulunmadığına, toplumsal dönüşümü gerçekleştirebilecek tek öznenin proletarya olduğuna işaret etmiştir. Buna karşın Lenin, devrimin herhangi bir zamanda “keyfi” bir şekilde yapılabileceğini öne sürmez (Lukâcs, 2017: 19; Uslu, 2006: 173). Aksine “devrimin güncelliği, tek tek günlük her sorunun, toplumsal-tarihsel bütünün somut bağlamı içinde ele alınması, bunların proletaryanın kurtuluş momentleri olarak incelenmesi demektir”97 (Lukâcs, 2017: 23).

97 “Kitlelerin özel bir uyanışı yönünde hangi kıvılcımın yangını alevlendireceğini bilmiyoruz, bilemeyiz.

Bundan dolayı zemini, tüm zeminleri hatta görünürde en eski, en şekilsiz ve en verimsizlerini dahi hazırlamak için, komünist ilkelerimizi eyleme geçirmeliyiz. Yoksa, görevimizin gerektirdiği düzeyde olamayız, yeterli hazırlığı yapmamış, gerekli tüm silahları edinmemiş oluruz” (Lenin’den aktaran Bendsaid, 2006: 103).

143

Bu açıdan ne Lenin ne de Lukâcs, devrimin öznel yanını öne çıkararak nesnel yanını göz ardı ederler. Her ikisi de devrimin öznel yanı ile nesnel yanını diyalektik sürecin uğrakları olarak kavrarlar. Onların eleştirileri ise daha çok devrimin nesnel yanını öne çıkararak öznel yanını silikleştiren ya da ona ikincil bir rol veren anlayışlara karşı yürüttükleri polemiğin bir parçası olarak görülebilir. İkisinin de özellikle II.

Enternasyonal’in Marksizm yorumunu hedef almaları bu açıdan anlaşılır görünmektedir. II. Enternasyonal’e hâkim olan görüş, kapitalist toplumdan sınıfsız topluma geçişi bir takım “yasalar”a dayandırır. Onların tüm entelektüel uğraşı da tarihsel sürecin gelişimine içkin olduğunu öne sürdükleri bu “yasalar”ın keşfine dönüktür. Bu “yasalar”, kapitalist toplumdan sınıfsız topluma geçişin kaçınılmazlığını ilan etmekle kalmaz, aynı zamanda bu geçişi ancak kapitalist toplumun proleter devrimin “nesnel” koşullarını geliştirmesine bağlar. Bu koşullar altında işçi sınıfının rolü kapitalizmin gelişimini beklemek ya da onun gelişimine katkıda bulunmaktadır.

Böylece proleter devrim “çok uzak bir geleceğe” ertelendiği gibi, işçi sınıfı da “salt bir izleyici olur” (Löwy, 2013: 219; Uslu, 2006: 173).

Nitekim Lukâcs, kapitalizmin çökmekte olduğuna ve proletaryanın da “eninde sonunda” zafer kazanacağına iman etmiş olsa da, proletaryanın zaferini garanti eden hiçbir “yasa”nın söz konusu olmadığını ısrarla belirtir: “Bu kesinliği belgeleyecek

“maddesel” hiçbir garanti olamaz. Bunu ancak yöntem –diyalektik yöntem” garanti edebilir. Ve bu garantiyi deneyip sınayabilecek olan da ancak eylemdir, devrimin kendisi, devrim yolunda yaşamak ve de ölmektir” (Lukâcs, 2014: 139). Bu yüzden Lukâcs’ın devrim anlayışı, kapitalizmden proleter devrimin “nesnel koşullarını”

geliştirmesini bekleyen ve proletaryaya ancak o zaman rol veren II. Enternasyonal’in yaklaşımından farklıdır. Lukâcs, proleter devrimi bir “sıçrama” olarak kavramıştır. Ne kapitalist sistem içinde yapılacak tek bir siyasal darbe ne de uzun bir evrim sürecinin

144

nihayetinde ulaşılabilecek bir sondur. Ona göre, sınıfsız toplum, sınıflı toplumun içinde kendi nüvelerini barındırmaz. Aksine proleter devrim, ancak sınıflı toplumdan bir

“kopuş” olarak kavranabilir. Bu “kopuş”, devrimin “nesnel koşullarını” gözetmeyen iradeci bir tutuma işaret etmediği gibi, sınıfsız toplumun kurulacağını vaaz eden bir takım “yasalara” dayanarak devrimin öznel bileşenini ikincilleştiren “kaderci”

yaklaşımlara da dayanmaz (Uslu, 2006: 154).

Bu bağlamda Benjamin, “Yangın Alarmı” başlıklı fragmanda “Lukâcs’ın kapitalizmin çelişkilerine dair tezlerini özetler ve toplumsal bir bütünlüğe ilerleyişin proletaryanın zaferine ne ölçüde bağlı olduğunu” göstermiş olur (Witte, 1975: 9). Erken dönem “ilerleme-karşıtı” tarih anlayışıyla uyum içinde Lukâcs’ın II. Enternasyonal’in

“evrimci-pozitivist” Marksizm yorumunu hedef alan eleştirilerini onaylar. Marksist tarih anlayışının ilerlemeci bir tarih anlatısına dönüştürüldüğü bu yorum onun için de kabul edilemezdir. Ne var ki bu ortaklıklara rağmen, Benjamin ve Lukâcs arasında yine de önemli bir vurgu farklılığı vardır. Benjamin düşüncesinde devrimci müdahalenin

“anlıksal karakteri”ne yönelik vurgu oldukça belirleyici bir unsur iken, Lukâcs’ın kavrayışında bu karakter hiçbir zaman en belirleyici unsur değildir98 (Radnoti, 1978:

72).

98 Löwy’nin yerinde tespitiyle, Benjamin’in Lukâcs aracılığıyla yöneldiği tarihsel materyalizm, onun erken dönem “mesiyanik” ve “romantik” esinli “ilerleme-karşıtı” düşüncelerinin yerini almamıştır.

Aksine tarihsel materyalizm onlarla bütünleşerek eleştirel bir mahiyete kavuşmuş ve düşünürü

“Ortodoks Marksizm”den de uzak tutmuştur (Löwy, 2007: 11). Üstelik Benjamin’in Lukâcs üzerinden Marksizm’le temas kurması, onun Marksizm içindeki pozisyonunu olduğu kadar Marksizm’le temas kurma olanağını da belirlemiştir. Bu temas, Dellaloğlu’na göre, düşünürün “mesihçi ve romantik ilerleme ve modernlik karşıtlığıyla Marksizm arasındaki kan uyuşmazlığını engelledi. Benzer bir biçimde dönemin egemen Marksist söyleminden uzak durmasını da sağladı” (Dellaloğlu, 2013: 70).

Bu açıdan Lukâcs’ın Benjamin üzerindeki etkisi oldukça belirleyici olmuştur. Üstelik bu etki, sadece Geçiş Dönemi’yle de sınırlı değildir. Benjamin’in son vasiyeti olan “Tezler”de ortaya koyduğu Marksist tarih anlayışında da Lukâcs’ın yukarıdaki görüşleri bazen çok açık bazen de gizil bir biçimde görünürdür. Fakat bu durum, Benjamin’in Lukâcs’ın görüşleriyle tam olarak uzlaşı içinde olduğu anlamına gelmemektedir. Örneğin Lukâcs, kapitalizmin yıkımını herhangi bir “yasalılığa”

dayandırmamış ve onu devrimci eylemin sonucu olarak görmüş olsa da, eğer proletarya sınıf bilincine ulaşmamış ise kapitalist krizin kendisini tekrar edeceğini düşünür. Bu döngüsel krize son verecek olan ise nihayetinde proleter devrim olacaktır. Oysa Benjamin, Lukâcs gibi eninde sonunda kapitalizmin yıkılacağını öne sürse de, bu yıkımın proletaryanın müdahalesiyle gerçekleşmemesi durumunda krizin kendisini tekrar etmek yerine üç bin yıllık bir kültürel gelişmeyi tehdit ederek nihai bir felaketle

145

Fragmanda Benjamin, yangın ihbarcısı adıyla hakiki politikacıyı çağırır. Ona göre, hakiki politikacı felakete doğru giden zaman dizininde “doğru anı” görmekle görevlidir. Doğru an ise “en büyük tehlikenin ve kurtuluş olanağının aynı zamanda var olduğu” zaman dilimidir. Nitekim “kurtarıcı bir müdahale” ancak bu zaman diliminde gerçekleştirilebilir (Witte, 2002: 80). Bu yüzden düşünür açısından “sadece zamanlamadır gerçek politikacının hesap ölçüsü” (Benjamin, 2016a: 53). Onun görevi,

“şövalyelik” boyutuna değil, oldukça “teknik” bir boyuta sahiptir. Bu bağlamda

“Benjamin’in “politika”sı bu müdahaleci bilgiyi üretmeyi” hedefler (Witte, 2002: 80).

Bu bilgi hayati öneme sahiptir, çünkü “burjuvazinin ortadan kalkışı ekonomik ve teknik gelişmenin neredeyse hesaplanabilecek bir noktasına kadar gerçekleşmemişse (enflasyon ve gaz savaşı bu noktanın işaretleridir), her şey bitmiş demektir” (Benjamin, 2016a: 53). Bu nedenle der Benjamin, “kıvılcım dinamite gelmeden önce kesilmelidir yanan fitil” (Benjamin, 2016a: 53).

Bu alegorik imge, düşünürün son eseri olan “Tezler”e değin bağlı kalacağı devrim anlayışını temsil eder. Bu imgede, yanan fitili kesmesi için çağrılan proletaryadır. Ondan talep edilen tarihsel sürekliliği kesintiye uğratmasıdır. Çünkü bu süreklilik, ezilen sınıflar açısından yalnızca bir “tahakküm” süreci olmuştur. Dolayısıyla Benjamin, devrimi “şimdinin bütünlüğünde bir radikal kırılma olarak” kavrayarak bu sürece son vermek ister. Bu kavrayış, öte yandan Marx’ın devrim anlayışıyla arasındaki mesafeyi de tayin eder. Nitekim Benjamin bu farkı şöyle ifade eder: “Marx, devrimlerin dünya tarihinin lokomotifleri olduğunu söyler. Fakat belki de o oldukça farklı bir şeydir.

Belki de devrimler, bu trendeki yolcuların, yani insan ırkının acil durum frenini devreye sokma girişimidir” (Benjamin, 2006: 402). Üstelik Benjamin, bu devrim anlayışını hiçbir zaman da terk etmeyecektir. Nitekim “Tezler”de de devrim, radikal bir kırılma sonuçlanacağını düşünür. Bu yüzden devrimci eylemin yapılandırılması ve onun müdahale edici karakteri konusunda ikili arasında kimi ortaklıklar olsa da önemli farklılıklar da söz konusudur.

146

olarak kavranır.99 Bu durum, hiç şüphesiz onun yaşamının sonuna değin Marx ile olan mesafesi olarak kalacaktır.

Üstelik kötümserdir Benjamin. Proleter devrimin başarısı konusunda Lukâcs kadar iyimser değildir (Wolin, 1981: 96). Esther Leslie’nin yerinde tespitiyle,

“Benjamin, proletaryanın zaferinin tarihsel bir kaçınılmazlık sorunu olması gerektiği gibi bir iddiadan ziyade gerçekleşmesi belirsiz olan toplumsal zorunluluk meselesi olduğunu düşünür” (Leslie, 2011: 26). Benzer bir iddiayı Löwy de dile getirir:

“Benjamin’in “proletaryen” tercihi hiçbir biçimde “kitlelerin” tutumu hakkında herhangi bir iyimserlikten veya sosyalizmin parlak geleceğine ilişkin bir güvenceden kaynaklanmaz. Bu, esasında, özgürleştirici bir mücadelenin olasılığı üzerine –Pascal’ın kullandığı anlamda- bir bahistir” (Löwy, 2007: 14). Bu yüzden “yanan fitilin kesilmesi ya da imdat frenin çekilmesi” gibi imgeler yoluyla proletaryayı çağırması yalnızca felaket karşısındaki öngörüsüne dayanır. Çünkü bu felaket yalnızca burjuvazinin değil, tüm insanlığın sonu olacaktır.

Benjamin’e göre, bu felaket karşısında sosyal demokratların ya da burjuva partilerinin programları ise yalnızca “kötü bir bahar şiiri”dir. Bu yüzden sosyal demokratların iyimserliği ya da sosyalistlerin melekler, zenginlikler ve özgürlüklerden oluşan gelecek düşlerinin karşısına kötümserliği çıkarır. Ona göre, komünist yanıta ancak kötümserliğe sahip çıkarak yaklaşabiliriz. Bu yanıta ise iyimser düşlerinin çeperlerini aşamayan siyasetler değil, “tam anlamıyla kötümserlik” şiarını üstlenmiş gerçeküstücüler yaklaşmıştır. Benjamin, Pierre Neville’nin “kötümserliğin örgütlenmesini” gündeme getirdiği denemesine başvurur. Neville denemesinde şu soruyu ortaya atar: “Devrim koşulları nerede? Zihniyetin değişmesinde mi, yoksa dış koşullardaki değişikliklerde mi?” (Benjamin, 2014d: 167). Başka bir deyişle, politikanın

99 Witte’ye göre, bunun nedeni, tezlerde de belirtildiği üzere, bu devrim anlayışının aynı zamanda

“mesiyanik” bir devrim olmasıdır: “Bu onun düşüncesinin çekiciliğini ve aynı zamanda tam olarak rasyonelleştirilemeyen belirsizliğini açıklar” (Witte, 1975: 11).

147

ahlakla ilişkisi nasıl kavranılmalıdır? sorusudur bu. Gerçeküstücülere göre, “bu da baştan sona kötümserlik demek. Tam anlamıyla kötümserlik. Edebiyatın, özgürlüğün, Avrupa insanlığının geleceğine güvensizlik, ama hepsinden önce her türlü uzlaşmaya, sınıflar, uluslar ve bireyler arasındaki her türlü uzlaşmaya güvensizlik, güvensizlik, güvensizlik” (Benjamin, 2014d: 167).

Bu bağlamda “kötümserliği örgütlemek demek, ahlaki metaforu politikadan kapı dışarı etmek ve politik eylemde baştan sona imge dünyasını keşfetmekten başka bir şey değildir” (Benjamin, 2014d: 167). Benjamin’e göre, gerçeküstücüler bu kavrayışlarıyla komünistlere oldukça yaklaşmışlardır. Her ikisi de sosyal demokrat iyimserliğe karşı

“her konuda kötümser”liğe sahip çıkar. Fakat söz konusu kötümserliğin, eylemsizliğe işaret etmediğini vurgulamak gerekir. Başka bir deyişle, “izlemekle yetinen bir kötümserlik değil, aktif, “örgütlü”, pratik, elindeki tüm imkânları kullanarak en kötünün başa gelmesini engelleme hedefine dönük bir kötümserlik”ten söz ediyoruz (Löwy, 2007: 13). Bu nedenle “kötümserliğin örgütlenmesi” düşüncesi eylemsizliğin aksine oldukça güçlü bir praksis unsurudur. Nitekim Benjamin bu “sistematik kötümserlik”

sayesindedir ki, bir taraftan Avrupa’yı bekleyen felaketler karşısında güçlü bir öngörüyü, diğer taraftan devrimci müdahalenin “anlıksal karakteri”ne dönük vurguyu aynı anda dile getirebilmiştir. Tam da bu sayede umutludur Benjamin (Oskay, 2014:

170). Çünkü Adorno’nun yerinde tespitiyle, “Benjamin'de kurtarıcı olan, gerçekten de tehlikenin olduğu yerde ortaya çıkar” (Adorno, 2004: 41). Tabiri caizse, felaket Benjamin düşüncesinde umudun evi olmuştur.

Benjamin’in gerçeküstücülüğe yönelik ilgisi yalnızca bu düşünsel akımın sahip olduğu kötümserliğin örgütlenmesi düşüncesiyle de sınırlı değildir. Benjamin, 1929’da yazdığı “Gerçeküstücülük: Avrupalı Aydının Son Fotoğrafı” başlıklı makalesinde, oldukça “stratejik” sorular da gündeme getirir: “Yazınsal eleştirinin görevi nedir” ve bu

148

sorunun yanıtına bağlı olarak “entelektüelin toplumsal rolü ve görevi nedir?” (Wolin, 1981: 100) Bu stratejik sorular, her ne kadar gerçeküstücü aydınlar nezdinde tartışmaya açılmış olsa da aslında düşünürün kendi entelektüel tarihine dönüktür. Benjamin, 1924’ten sonra yazınsal eleştiri yoluyla hem edebi hem de politik yönelimlerini açıkça ifade edebilmiştir. Nitekim bu durum yazınsal eleştirinin artık başka bir işlevle donatıldığına işaret eder.

Benjamin’in erken dönem epistemolojik görüşleri ve Martin Buber’e yazdığı 1916 tarihli mektup hatırlandığında, edebiyat ve sanat sayfalarında yazılan bu eleştirilerin önemli bir dönüşümü işaret ettiği açıktır. Benjamin, Buber’e yazdığı mektupta, politik yazarlık biçimini reddettiğini ifade etmiştir. Bu nedenle Buber’in sahibi olduğu Der Jude dergisinde yazı yazmayı kabul etmez; çünkü dil, onun açısından politik eylem için bir araç konumuna indirgenemez. Dolayısıyla yazdığı metinler de

“politik eylemi açığa çıkaracak, onu güdüleyecek, insanları etkileyecek bir araç olarak”

kullanılamaz (Kardeş, 2009: 494). Marksizm’e yöneldikten sonra ise Benjamin açısından hem materyalist hem de tarih felsefesiyle temellendirdiği yazınsal eleştiri yeni bir işleve sahiptir. Yazınsal eleştiri “ne edebiyat piyasasının bir unsuru, ne de bir estetik değerlendirme aracı”dır. Aksine entelektüelin toplumsal rolü ve görevi çerçevesinde

kullanılamaz (Kardeş, 2009: 494). Marksizm’e yöneldikten sonra ise Benjamin açısından hem materyalist hem de tarih felsefesiyle temellendirdiği yazınsal eleştiri yeni bir işleve sahiptir. Yazınsal eleştiri “ne edebiyat piyasasının bir unsuru, ne de bir estetik değerlendirme aracı”dır. Aksine entelektüelin toplumsal rolü ve görevi çerçevesinde

Benzer Belgeler