• Sonuç bulunamadı

Sürdürülebilir Kalkınma Ve Sosyal Boyut

1.4 SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMANIN BİLEŞENLERİ

1.4.4 Sürdürülebilir Kalkınma Ve Sosyal Boyut

Sürdürülebilir kalkınma kavramının üzerine inşa edildiği üç sütun bulunmaktadır. Bunlar sosyal adalet, ekonomik büyüme ve çevrenin korunmasıdır. Bu

41

üç yapı birbirine zıt yapılar olarak düşünülmemektedir. Sürdürülebilir kalkınma açısından bakıldığından birbirini tamamlayan ve birbirini güçlendiren yapılar olarak ele alınmaktadır. Sürdürülebilir kalkınma bu üç boyutun bütünleştirilmesi ve tutarlı hale getirilmesi anlamında bir girişimdir. (Skalar, 2015:21)

Sosyal adalet, sürdürülebilir kalkınma yaklaşımının sosyal boyutu ile ilgilidir. Sosyal yapının gelir dağılımının dengeli ve adil hale getirilmesi, ayrım yapmaksızın insan hakları olarak sayılan ve ilgili uluslararası belgelerde yer bulan temel ihtiyaçlardan herkesin yararlanacağı şekilde kurgulanması sürdürülebilir kalkınma açısından temel amaçlar arasında sayılmaktadır.

1987 Brundtland Raporu’ndan önce bile sürdürülebilir bir kalkınmanın ekonomik sosyal ve çevresel boyutlarının olduğu giderek daha çok farkına varılan bir anlayış olarak ortaya çıkmıştır. Brundtland Raporu olarak anılan Ortak Geleceğimiz (Our Common Future) Raporu, sürdürülebilir kalkınma kavramını esas alan bir dünya politikası oluşturma çağrısında bulunmaktadır. Böylece birbirine paralel cereyan eden çevresel bozulmanın, sosyal ve ekonomik kalkınma kaynaklı sorunlarla beraber ele alınmasını amaçlamıştır. Rapor, yoksulluğun ortadan kaldırılması, nüfusun kontrol altında tutulmasını sürdürülebilir kalkınma ilkesiyle doğrudan ilişkilendirmektedir (Skalar, 2015:26).

Bu bütüncül yaklaşıma rağmen çoğu ülke sürdürülebilir kalkınmanın temel üç hedefini başaramamaktadır: Ekonomik gelişme, sosyal eşitlik ve çevresel sürdürülebilirlik gibi temel ve bütüncül olması kurgulanmış bu ilkelerin bir arada yürütülmesi oldukça zor bir durum ortaya çıkarmaktadır. Yüksek gelire sahip zengin ülkeler bile bugün gelir dağılımı adaletsizliği, etnisite, din, sınıf gibi ayrımcılıklarla ve çifte standartlarla mücadele etmektedir. Sosyal boyutun ilk sorunu gelir ve servet konusundaki adaletsizliktir. Bunu toplumda bazı grupları ve sınıfları hedef alan çifte standart ve kanunların objektif olarak herkese eşit şekilde uygulanmaması izlemektedir. Kültürel ve sosyal normlar zemininde oluşturulan ayrımcılık da başka bir sorundur. Enerji ise sürdürülebilir kalkınma açısından fosil yakıtlardan kaynaklanan bir ikilemi doğurmaktadır. Bütüncül bir şekilde bu ilkeleri gerçekleştirebilmek ve bular arasında uyum sağlamak sürdürülebilir kalkınma

42

yaklaşımı açısından ekonomik, sosyal, teknik nedenlerden dolayı sıkıntılı bir durum olarak ortaya çıkmaktadır.

Yirminci yüzyılda sosyal ve ekonomik haklar evrensel nitelik taşıyan bir takım belgelerle garanti altına alınmaya çalışılmıştır. 1948 yılında Birleşmiş Milletler, bir bildirge yayınlamıştır.15 (Universal Declaration Of Human Rights - UDHR) Bu bildirge moral değerler ve BM’nin konseptini yansıtan bir deklarasyondur. Bu bildiri bir takım temel hakları sayıyor ve bunların sürekli şekilde gerçekleşmesi anlamında bir çağrıda bulunuyordu. Kalkınma hakkıyla ile ilişkilendirilebilecek bir başka evrensel belge ise 1966 yılında kabul edilen Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesidir.16 Sözleşmenin 11. maddesinde herkesin yeterli beslenme, giyim ve konut dâhil kendisi ve ailesi için yeterli bir yaşam düzeyine sahip olma hakkı olduğu ifade edilmektedir. 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ve 1966 Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin ortak 1. maddelerinde bütün hakların kendi kaderlerini tayin etme hakkı olduğu, ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini özgürce sağlayabileceklerini ve hiçbir durumda, kendi varlığını sürdürebilmesi için gerekli olan kendi olanaklarından yoksun bırakılamayacakları ilan edilmektedir. Afrika İnsan ve Halkları Hakları Şartı’nın (Banjul Charter) 22. maddesinde ki “Kalkınma Hakkı” açıkça tanınmaktadır. (Skalar, 2015:40)

On dokuzuncu yüzyılda yaşanan bu gelişmelerin ardında birçok felsefeci, bilim insanı ve sosyal meseleler konusunda birçok üretilmiş fikirler barındıran bir tarihi arka plan bulunmaktadır. İş ahlâkı kavramını ilk tanımlayan kişi olan Emmanuel Kant’a göre toplumsal yaşamda düzeni sağlamak için bir takım kategorik zorunluluklara (Categorical imperative) uymak gereklidir. Bu kurallar evrensel olmalı ve bütün yeryüzünde insanlar tarafından paylaşılmalıdır. Kant’ın bu görüşlerini John Rawls “Kant Prensipleri” olarak sunmuş ve bu tezi geliştirerek kişinin toplumsal rolü konumu ne olursa olsun (ister milyoner ister açlık çeken birisi) kişinin o toplumda bu

15UN, “Universal Declaration of Human Rights”, UN General Assembly 183rd plering

meeting, December 1948, Paris http://www.un.org/en/universal-declaration-human-rights/ Erişim Tarihi:11.12.2018

16UN, “International Covenant on Economic, Social and Cultural Rights,” Decemcer 1966,

Article 11: 1. The States Parties to the present Covenant recognize the right of everyone to an adequate standard of living for himself and his family, including adequate food, clothing and housing, and to the continuous improvement of living conditions.

43

bahsi geçen ilkeleri benimsemesi, bunları istemesi ve bu konuda gayret göstermesi gerektiğini ifade etmiştir. (Rawl, 1999:222)

Genel olarak Liberalizm, özgürlüğü en büyük ahlaki ve moral değer olarak ele almaktadır. Yaşamın anlamının insanın kendi özgür iradesi ile dilediği şekilde hayatına yön vermesi ile olabileceği fikri üzerine kuruludur. Bu görüşe göre en büyük zarar devlet ve hükümetin bireylerin özgürlüğünü kısıtlamaya yönelik politika ve uygulamalarıdır. En ideal devlet modeli, hukukun üstünlüğü ve sınırların dâhil iç ve dış güvenliğin sağlanması konusundaki görevlerini yerine getirmesiyle sınırlandırılmış devlet modelidir. Max Weber, kapitalist kuralları uymayanların yok olacağı, en azından gelişemeyeceğini ileri sürmektedir (Weber, 2016:59). Kapitalizm ise kimilerine göre bugünkü eşitsizlik uçurumunun en baş aktörüdür. Bu ve benzeri düşünceler insanlık için gereken kuralların olmasının ve bunların evrensel olmasının gerekliliğine ilişkin bir zorunluluğu ifade etmektedir. İnsanın ve toplumun refahı için bu evrensel kuralların olmasının gerekliliği düşüncesi, yirminci yüzyılda sürdürülebilir kalkınma yaklaşımı içinde yukarıda ifade edilen ve konunu ilerleyen bölümlerinde ifade edilecek birçok gayrete, toplantıya, konferansa ve kararlara uygulamalara kaynaklık edecektir.

Toplumlar farklı gelir seviyelerine, refah imkânlarına ve sahip olabilmektedir. Eşitsizlik güç, tarih, ekonomi ve kişisel farklılıklardan kaynaklanan bir mirastır. Ülkelerin gelişmişliğine rağmen ülke içinde bazı sosyal sınıflar eşitsizlikten mağdur olabilmektedir. Amerika bunun en tipik örneğidir. Christopher Columbus 1492’de kıtaya ilk ayak bastığında muhtemelen Avrupalı bir grubun burada bir kölelik sistemi kuracağını düşünmemişti. Amerika on dokuzuncu yüzyılda ancak kaldırabildiği kölelik sisteminin bugün olumsuz sonuçlarını hala yaşamaktadır. Kölelik kalkmış olsa da bunların sonraki nesillerinde fakirlik ve sosyal açıdan ayrımcılık ve şiddete neden olan sonuçları yaygın olarak görülen bir problemdir. İnsan hakları savunucularına göre her insanın doğuştan gelen temel hakları vardır ve bu haklar toplumlar tarafından korunmalıdır. Bu haklar politik, sivil, ekonomik, sosyal ve kültürel haklar olmak üzere beş kategoride ele alınmıştır.17

44

Sürdürülebilir kalkınmanın sosyal boyutu asırlardır insan ve onun hakları üzerine üretilen fikirler ve mücadeleler sonunda yirminci yüzyılda yukarıda bahsi geçen uluslararası ve çok güçlü belgelerle hukuken güvence altına alınmakla beraber sosyal adalet ve gelir dağılımında dengesizlik gibi birçok sorun için bu hukuki belgeler ve sözleşmeler yeterli olmamaktadır. Sürdürülebilir kalkınmanın ayrıcı noktası bu sorunları tespit etmenin dışında uluslararası toplumu bu sorunları çözme yolunda örgütlemek, planlar ve çözümler üretmek ve bunları uygulamaya koyabilmektir.