• Sonuç bulunamadı

Romantizmin Tabiat Algısı

BÖLÜM 2: ROMANTİZM VE TÜRK EDEBİYATI

2.1. Romantik Düşünce

2.1.1. Romantizmin Tabiat Algısı

Batı kültüründeki tabiat algısı -hemen bütün toplumlarda olduğu gibi- ilk olarak mitolojik, mitolojik evrenin son bulmasıyla da Hristiyanî gelenekten beslenirken özellikle Rönesans ve sonrasında Aydınlanma ile bambaşka bir seyir izler. Romantizmin kendini yeni olarak tanımlamasının altında yatan sebeplerin başında imgeleme yapılan vurgu gelirken, imgelemin kendini oluşturacağı ana kaynaklardan biri de tabiata açılımdır. Tabiatın romantiklerce bu kadar önemli olması onun en eski “öz” olmasından kaynaklanır. Bu bölümde Batı kültüründe tabiat algısının izlerini takip ederek sonrasında romantizmin tabiat anlayışını açıklanmaya çalışacağız.

Batı’nın tabiata bakış açısını, sahiplendiği Greko-Romen kültüründen başlatmak gerekir. Hiç şüphesiz bu mitolojik dünya tasavvurunun en etkin öğesi tabiattır. Tanrıların, tabiatın farklı ögelerini bir güç unsuru olarak kullanmaları ve tabiatla iç içe geçmiş yaşamlarından ötürü tabiatın sürekli devinim hâlinde olduğu düşünülürdü. Bu değişken yapı nedeniyle tabiat canlı olarak tasavvur edilmekteydi. Olympus dağı tanrılarının izinin silinmeye başlamasıyla birlikte -İlk Çağ filozof ve matematikçilerinin

96

bunda büyük etkisi vardır- tabiatın manevî algısı ile birlikte cisimlerin ruhunun olduğu anlayışı da yavaş yavaş yok olmaya başladı (Nasr, 1988: 64-65).

Klasik doğa düşüncesine göre bilge ve yüce mimar Tanrı, kendi sıfatlarına ve niteliklerine uygun olarak her şeyin mükemmel olması adına “kaos”a son vererek bir düzen oluşturur. Evrenin yaratılışı ve oluşumu Timaeus tarafından bu şekilde açıklanırken Aristo tabiat kavramını fizik alanı etrafında değerlendirip nesnelerin bir düzen hâlinde kendinde içkin, devamlı hareketli olduğunu ifade eder (Arslan, 2012: 40-41).

Rönesans, Batı’nın dünya ve tabiat algısının yavaş yavaş değişmeye başladığı, dinin getirdiği kurallardan ve bakış açısından sıyrılıp hakikatin peşinden koşmak yerine dünyaya bel bağlamaya başlayan insan tipinin oluşmaya başladığı dönemdir. Tabiat da bu görüşten nasibini alır. Galileo, Descartes, Newton, Kopernik gibi isimlerin tabiat olgusunu mantıksal bir düzleme oturtmaya çalışmasıyla geleneksel tabiat algısı kırılmaya başlar. Lakin her ne kadar coğrafya, kozmoloji, matematik gibi bilim dallarında atılım yapılsa da hâlâ Ortaçağ zihniyetinin genel hatlarıyla devam ettiğini söylemek gerekir. Rönesans döneminde tabiat fikri, Ortaçağ’ın tabiata yüklediği mana ve muhtevasından sıyrılıp, daha biçimci ve analitik bir yaklaşımla ele alınır. Bu dönem boyunca yapılacak hamleler Aydınlanma düşüncesinin temelini oluşturacak tabiat algısı bu dönemde Ortaçağ zihniyetinden tamamen kopacaktır (Nasr, 1988: 80-81).

İlk Çağ filozoflarınca doğanın akıllı ve devamlı hareket hâlinde bir organizma olarak tasarlanmasına karşın Rönesans düşüncesi bu tasarıma karşıt olarak doğanın kendi kendini dönüştüremeyeceğini, bu devinimin kendinde var olan şekliyle aklî olmayıp dışsal bir kaynak tarafından dayatılan düzen olduğu fikrini öne sürer. Bu düzen bir makinedir. Kısaca tabiat kendi içinde kendi düzenini sağlayan bir kavramdan ziyade Tanrı tarafından en ince ayrıntısına kadar kurgulanmış Tanrı’nın yaratıcı gücünü gösterdiği bir makinedir. Yunan ve Rönesans düşünürleri arasındaki tabiat olgusunun farklı değerlendirilişi, kullanılan yöntemden ileri gelir. Yunan düşünürleri canlı tabiat fikrine varırken gözlemden hareket etmiş, tabiatı makine olarak gören Rönesans

97

düşünürleri ise gözlemin yanı sıra o dönemde gelişim göstermeye başlayan doğa bilimlerinden istifade etmişlerdir (Collingwood, 1999: 14).

Rönesans döneminde doğa düşüncesinin değişimi Kopernik ile başlar. Aristo’nun yer merkezli klasik evren tasarımının aksine Kopernik, sistemin Güneş merkezli olduğunu ortaya koymuş -bu görüş her ne kadar dönemi içerisinde çokça eleştirilse de- Kepler ve Galileo da bu fikri benimsemişlerdir. Tabii ki geleneksel sistemin yıkılışı Kilise’nin baskılarına rağmen gerçekleşmiş ve ilk başta kolay kabullenilmemiştir. Galileo’nun takipçisi ve onun görüşlerini ileriye taşıyan Newton, tabiat döngüsünü matematiksel olgularla açıklar ve belki de kendinden sonrası için bir devrime sebep olacak “yer çekimi” kanunu izah eder. Matematiğin ve fiziğin bu denli yükselişi maddeciliğin temellerinin atıldığı nokta olarak da görülebilir (Arslan, 2012: 59-60).

Kopernik’in ve sonrasında Galileo’nun kilisenin yer merkezli klasik görüşünü alt üst etmesi hoş karşılanmamıştır. Çünkü kilisenin teolojik kökenli sembollere dayanan evren tasarımının yıkımı bir nevi kilisenin otoritesinin de sarsılması anlamına gelmektedir. Ortaçağ Avrupası “Hristiyanî bilgi” ile “akıl” arasında ikircikli bir hakikât anlayışın çekişmesini yaşar:

“Çünkü bu anlayışta hem sembol hem de ‘olgu’ vardı: kaldı ki açık bir sembol

örtük bir olgudan çok daha değerli bir şeydir. Metafizik anlamda, ‘doğru’ denilen şey, aynı anda hem aşkın hem de içkin olan Hakîkate açılan kapıdan başka bir şey değildir. Güneşin doğuşunun görülmesini kutsal kılan şey, Vahyin gizemini yansıtmış olmasıdır; başka bir ifadeyle, doğal sembol yalnızca bir suret değil, aynı zamanda sembolleştirilen şeyin somut bir cihetidir ve işte bu anlamda güneş, sanki bize şöyle diyordu: Adveniat Regnum tuum (Egemenliğin gelsin).” (Schuon, 2012: 73).

Ortaçağ’ın Tanrı merkezli, Rönesans’ın mekanik tabiat anlayışı Aydınlanma ile daha farklı bir mecraya kayar. Hâlâ teolojik unsurlar barındıran Rönesans’ın ardından -ki buna Descartes’in “kartezyen düalizm”ini de eklemek gerekir- Aydınlanma dönemindeki gelişmeleri -tekniğin ilerlemesi, sanayi devrimi- ile tabiat kapalı bir kutu

98

olmaktan çıkarak, incelenmesi/bilinmesi gereken bir olgu hâlini alır. Örneğin; tanrısal kimliği olduğu düşünülen, tabiat olaylarının acımasız bir şekilde cereyan ettiği dağlar hep korkulan, gidilmeye cesaret edilemeyen bir mekân iken Aydınlanma dönemiyle birlikte bu algı kırılır. Merakın bir cazibe hâlini aldığı bu evrede barometre, termometre gibi çeşitli aletlerin icadıyla birlikte hem bilimsel sorgulamalar yapmak hem de dağlar hakkındaki tasavvurların, hurafelerin gerçekliğini araştırmak amacıyla dağların yolu tutulur (Kirchner, 1950: 429-430).

Aydınlanma, on sekizinci yüzyılda Batı’da ortaya çıkan yenilenme ve ilerleme süreci olmakla birlikte bilime, ekonomiye, gündelik hayata, sanata, politikaya getirdiği yaklaşımlarla tüm dünyayı etkilemiş bir düşünce ve eylem tarzıdır. Aydınlanmanın ortaya çıkış sebebi kilisenin despotizmi ve temsiliyetinin sorunlar içermesiydi. Dolayısıyla bu noktadan itibaren Aydınlanmanın hedefi “(…) dünyanın büyüsünü bozmaktı. İstenen, söylenceleri dağıtmak, kuruntuları bilgi yoluyla yıkmaktı.” (Adorno & Horkheimer, 2014: 19). Dönemi en iyi ifade eden kavram olan aklın yükselişiyle birlikte, insanları boyunduruk altına alan dinin söylemlerinden kurtularak, insanları özgürleştirmek ve yaşamı bütün yönleriyle aklın önderliğinde bir “düzen”e sokmaktır (Çiğdem, 1997: 14).

Bu dönemde bir sorun olarak ortaya çıkan ve üzerinde tartışılan kavramların başında “akıl, din, Tanrı ve tabiat” kavramları gelmektedir. Bu kavramların ön plana çıkmasındaki amaç Tanrı ve din eksenli evren tasarımının yerini aklın verileriyle donanmış bilgilere bırakmasıdır. Böylelikle kilisenin etkinliği pasifize edilecektir.

Bilimsel bilginin, matematiğin yükselişi ile tabiatın kendinden hareket eden mekanik bir araç olduğu görüşüne dayanılarak tabiat kavramı yeniden anlamlandırılmaya başlanır. Aklın düzenlediği tabiat, modern çağın inanç temeline oturtulmaya çalışılır (Çiğdem, 1997: 18-19). Collingwood’un deyimiyle artık “Bir saat ya da değirmen için saatçi ya da değirmenci neyse, Doğa içinde Tanrı odur.” (Collingwood, 1999: 18) görüşü on sekizinci yüzyıl Avrupa’sına hâkim olmaya başlamıştır. Dolayısıyla Tanrı rafa kaldırılıp onun yerine bir inanç unsuru olarak tabiatın öne sürülmesiyle her alana yayılacak olan sekülerleşmenin de adımları atılmış olur. Duyulardan arındırılmış akıl, doğayı

99

tahakkümü altına alır (Bauman, 2015: 64). Bir yönüyle tabiat artık din-toplum hatta birey bağlamında yeni inancın kaynağını oluşturmaktadır. Çünkü tabiat artık kendi yasaları olan bireyin akıl vasıtasıyla her yerde algılayabileceği ve bulabileceği tabiat dininin ana mekânıdır. Bu sayede Kilise’nin öğretilerine gerek kalmaksızın birey ve evrenin bütünleşmesi sağlanacaktır (Touraine, 2002: 29).

Aydınlanma öncesi filozoflarından Descartes: “Düşünüyorum, öyleyse varım.” sözüyle varoluşun bilgisini temellendirirken aklı ön plana alması ve ruh-beden ayrımına dayanan epistemik yaklaşımıyla (kartezyen düalizm felsefesi) aklın sistemsel olarak ele alınışı aklın iktidarının başlangıcı olarak görülür (Cottingham, 2003: 48-49). Aklın bu denli önem kazanması tek başına elde edilmiş bir paye değildir. Aklın ve bilimsel düşüncenin gündelik hayata ve ticarete getirdiği yenilikleri hatta devrimselliğini göz ardı etmemek gerekir. Endüstrinin gelişimi ile birlikte kutsal olan hatta kimi zaman korkulan tabiat, yerini hammadde ihtiyacının karşılandığı, insan tarafından kontrol altına alınabilecek ve sömürülen bir alan hâline gelir. Ölçümler ve tabiat olaylarının sırrının çözümü eski çağlardan beri var olan “vahşi doğa” kavramının yerine “hükmedilebilir, düzenlenebilir” doğa kavramına bırakır. Bu dönem için tabiat deneyin ve gözlemin bir nesnesidir. Tabiata nüfuz etmenin amacı mitolojik ve dinî söylencelerin büyüttüğü sırların hurafeden ibaret olduğunu göstermektir. Bilim adamının tabiatla olan ilişkisi sadece sebep-sonuç ilişkisine dayanmakta ve somut olanın peşinden koşmaktadır. Onda manevî bir anlam ve güzellik bulma amacı yoktur (Tarnas, 2012: 211). Batı’da görselliği muazzam, düzenlenmiş, insan eliyle biçim verilmiş bahçeler yapılır. Bu bahçeler aslında insanın kutsallaştırdığı aklın, doğaya karşı güç göstergesinden ibarettir.

Aklın inanç değerlerini düzenlemesinin, tabiata hükmetmesinin altında insanlığa özgürlüğü, huzuru, mükemmeliyeti, ilerlemeyi vaat etmesi yatar. Geçmiş deneyimlerin sonucunda hep eksik ve geri kalmış olan insanoğlu ancak aklın egemenliğiyle zaaflarından kurtulabilir, nesnelerin gerçek manada farkına varabilir. Bu yönüyle aklın özgürlüğe önem vermesi bireyin doğuşunun önünü açar. Akıl ve birey kavramlarına yönelik Kant’ın ‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusuna Yanıt adlı yazısını belirtmemiz gerekir. Kant, bu yazısında herhangi bir etkiye, kurumun diretmesine maruz kalmadan bireyin

100

özgürce düşünebilmesinin gerekliliğini ifade ederek “bireyin iradesi”ni ortaya koyması ve araçsal akıldan eleştirel akla geçiş noktasında Aydınlanma düşüncesinde yeni bir yol açmıştır.

Aydınlanma’nın tabiatı mekanik düzenin parçası olduğu düşüncesine karşı çıkan romantikler, onu Tanrı ile içkin bir varlık şeklinde ele alarak panteizmin sınırlarında dolaşırlar. Böylelikle tabiat ve Tanrı ancak birbiriyle var olur. Doğa, durağanlıktan kurtulur ve sürekli hareket hâlinde olan bir tasarıma dönüşür. Hareket halinde olan tabiatın insanla olan ilişkisinin izahı mümkün olmadığı için romantik özne bu ilişkiyi ifade etmeye çalışırken bir çeşit ıstırap çeker. Berlin, romantiklerin uzak ülkelere gitme, egzotik örnekler bulma ve geçmişe dönme isteğini bu çerçevede değerlendirir (Berlin, 2004: 129).

Alman romantiklerinden Hamann, manevî olanı tekrar oluşturmak adına Tanrı’nın -Aydınlanma filozoflarının söylediklerinin aksine- bir matematikçi, mühendis; tabiatın da mekanik bir şey olmadığını, Tanrı’nın insanlara tabiat vasıtasıyla sesini duyurduğunu söyler (Berlin, 2004: 68-69). Bu yaklaşım Hristiyanî geleneğin tabiat tasavvuruna geri dönmeyi amaçlar. Böylelikle doğa üzerinden maneviyata değer biçilir. Bunun kökeninde Lutherci anlayışın Almanya’da yayılışı da göz ardı edilmemelidir.

Octavio Paz, romantiklerin dinî motiflerle örülü tabiat anlayışını ve bu yolla tabiatın yüceltilmesinin modern bir tavırla, akıl çağının doğrusal zaman anlayışının sonucu olarak görür. Yani ilerlemeci düşünce geçmişe dönemez, dönse bile değişen şartlar sebebiyle geçmiş, modern çağda yaşayamaz. Bu yalnızca geçmişin kaynaklarından ilham alıp yeniden üretim modelidir (Paz, 1996: 42). Bunun sonucunda da mitsel anlatıya dönüşecek olan Hristiyanlık teması, deist düşünce içinde Paz’a göre romantizmle birlikte Batı şiirinin temel konularından birisini oluşturacaktır. Böylelikle dinsel söylemi kapsamına alan şiir, “yaratıcı deha”nın elinde bir din olma yolunda ilerleyecektir. Burada Aydınlanma’nın din algısını yerle bir etmesi ve dinin yerine koyduğu akıl, şiirin inanç mekanizması olarak kurgulanır. Bu fikrin temelleri Alman romantiklerinde görülür (Paz, 1996: 55-56). Misal Novalis şiirin dinî hüviyetine vurgu

101

yapar. Ona göre Hristiyanlık; ahlakın, şiirin ve mitolojinin bileşiminden meydana gelmiştir. Keza Hz. İsa’nın doğumu, yaşantısı ve ölümü de şiirdir (Novalis, 2002: 88).

Tek gerçeklik olan tabiatı, şairin bilim adamlarından daha iyi anladığını ifade eden Novalis, tabiatın somut verili öğelerine şairin daha duygusal hatta metafiziksel açıdan bakabileceğini ve böylelikle ruhunu coşturacağını söyler. Bu coşkunun kaynağı sanat, sanatın yegâne kaynağı ise tabiattır. Tabiattaki değerlerin ve ruhun meydan çıkarılmasının yolu ise düşüncelerden, görüntü karşısındaki heyecanlanmalardan geçer (Novalis, 2002: 12-17). Novalis’e göre görüntünün değerinin yükseltilmesi için: “Dünya romantikleştirilmeli. Ancak bu şekilde onun gerçek sırrına yeniden varılabilir.”. Bunun kaidesi ise “Değersize daha yüksek bir mana, mutat olana esrarengiz bir görünüm, bilinene bilinmeyen havasını ve sonluya sonsuzluk özelliği” vererek gerçekleştirilir (Novalis, 2002: 22-23).

Alman romantiklerinden Schelling tabiatı ruh ve bedenden ayrı bir gerçeklik olarak görüp, tabiatı canlı olarak tasavvur ediyordu. Doğanın, yaşamı başlatan bilinçsiz iradesi, benliğinin farkında olan insanın erişmek istediği yüksek bilincin birbirini tamamlamasıdır. Tabiatın içinde içkin bir Tanrı’nın kendi kendini geliştirdiği tasavvuru hâkimdir. Schelling’in doğanın canlı olduğu düşüncesi Alman sanat düşüncesinde yeni bir boyut açar. Buna göre; doğanın canlı ve insanın bu evren içerisinde yüksek bilince sahip oluşu onu dolayısıyla bir “deha” konumuna yükselterek, dehanın -doğanın bunu kendi içinde yaptığı gibi- bilinçsiz iradenin bilinç düzeyine çıkarılmasını hedefler. Fakat Schelling için esas sanat formu bilinç dışı yaşamın doğaya benzemesiyle var olur. Yani sanatçı tabiattaki enerjiden ilham alarak kendi eserini ortaya koyacaktır. Bu, eserde de tabiatın içindeki yaşamı görmekle mümkündür. Ama eserde canlı ve yalın bir tabiattan ziyade imgelerle örülmüş tabiatın varlığı olmalıdır (Berlin, 2004: 121-122).

Romantizme gelene kadar sanat, mimesise yani verili ögelere ayna tutma, gerçekliğin taklidi şekline dayanan bir estetik anlayış iken romantizm bu estetik anlayışı yıkarak özellikle doğaya açılımla birlikte gerçekliğin imgelem içindeki tezahürünü ön plana çıkarmaya çalışır. Romantizmle birlikte doğanın şiirsel bir malzeme olması, görünen doğanın hislerle birleşerek mitik ve dinî imgelerle işlenmesi söz konusudur. İlkel çağın

102

insan-doğa bütünlüğünü ve buradaki sırrı ifade eden Greko-Romen mitolojisi, sanatçının imgelemini besleyen en önemli kaynaklardır. İnsan-doğa ilişkisinin gizemini burada arama romantik sanatçının imgelem kurmadaki en büyük yardımcısıdır (Berlin, 2004: 69).

Jean Jacques Rousseau, Aydınlanma’nın doğa tasavvuruna savaş açarak tabiatın güzelliklerini dile getirir: “Bienne Gölü’nün kıyıları, Cenevre Gölü’nün kıyılarından daha yabansı ve daha romantiktir, çünkü orada kayalar ve ağaçlıklar suyu daha yakından çevreler; ama daha kasvetli görünmezler.” (Rousseau, 2008: 89). O, tabiatı ve romantizmi bir arada kullanan çoğu araştırmacı için romantizmin kaynağı olan isimdir44. Rousseau’nun tabiatı önemsemesinin ardında yatan sebeplerin başında tasarladığı toplum düzeninin gerçekleşmemiş olması ve toplumu mutluluğa kavuşturacağı varsayılan bilimsel gelişmelerin insanlar arasındaki eşitsizliği arttırdığı, toplum içerisindeki küçük grupların geçmişe oranla daha da ezildiğini fark etmesi gelir. Bu eşitsizliğin temel kaynaklarından biri ise ekonomidir. Aydınlanmanın getirdiği rekabetçi sistem sonrasında paranın, erdemi yok ettiğini ve toplumu yozlaştırdığını gören Rousseau burjuvaziye ve kapitalist sisteme eleştirilerde bulunur. Bu sistemle toplum içerisinde sahtekârın, katillerin, yalancıların cirit attığını ifade eder. Ayrıca Aydınlanma’nın ilerlemeyi bilimsel verilerle sağlama görüşü, inancı görmezlikten gelmesi dindar ve bilgeliği savunan Rousseau’nun yeni düzen için yeni yollar aramasını gerektirecekti. Bu yol ise özgürlüğün ve adaletin simgesi tabiata dönüştür. (Damrosch, 2011: 295-296).

Medenî insanın değerlerini Aydınlanma’nın getirmediğini hatta bu değerleri iyice bozduğunu düşünen Rousseau’ya göre asıl medenî insanın değerlerinin ve tabiat-insan arasındaki uyumun, aşırı tüketimin kenara bırakılıp mazide olduğu gibi tabiata dönerek tekrardan yakalanacağını düşünür. Bu noktada Rousseau’nun Yalnız Gezenin Düşleri adlı eseri tabiat-insan birlikteliğini veren, tabiat hakkındaki görüşlerini ve tabiat karşısındaki hâl-i pür melâlini görmemizi sağlar. Eserinde farklı gezintilerini ele alan

44

Bu yöndeki yorumların aksine İsaiah Berlin, Rousseau’nun romantik tabiata açılımın öncüsü olduğu yönündeki yorumların abartıldığını düşünür. Berlin’e göre Rousseau’nun asıl önemi sadece seçtiği yaşam tarzındadır. Yoksa Rousseau, akılcı söylemin önde gelen isimleriden biridir (Berlin, 2004: 73).

103

yazar, kimi zaman görkemli bir manzara karşısında tefekküre dalarken, kimi zaman gerek bireysel gerek toplumsal konular etrafında melankolik hâle bürünür:

“Göl dalgalı olup sandalla açılmama izin vermediğinde, öğleden sonramı, sağda solda dolaşıp ot toplayarak veya bazen keyfimce hayal kurabileceğim hoş ve ıssız sığınaklarda, bazen de tümseklere oturup, bir taraftan yakındaki dağların, diğer taraftan çok uzaklardaki mavimtırak dağlara kadar uzanan geniş ve zengin ovaların çevrelediği gölün büyüleyici manzarasına ve kıyılarına göz gezdirerek geçiriyordum.” (Rousseau, 2008: 96).

Bu ve bunun gibi birçok tasvirde tabiatın güzellikleri, insana verdiği huzur, seyir mekânı, duygulanma sahası, düş kurmak için verili ögelerin hazır bulduğu yer olması ve asıl uygarlığın teşekkül edeceği yer olması münasebetiyle tabiatın olumlandığı görülür.

Tabiata dönüş ve köy yaşantısı, şehrin yozlaşmış insanlarından kaçışına ve sadeliğe, öze dönüşe atıfta bulunur. Bu dönemde şehirden uzak kırsaldaki yaşam, köy yaşantısı ve bu yaşantıyı simgeleyen değerler -çobanlık, köylünün gündelik yaşamı ve bu bölgelere yapılan seyahatler- ön plana çıkar. Charles Taylor, tabiata dönüşün ve kırsala yönelimin, dönemin sosyo-ekonomik şartlarının zorlanmasından erdemin kaynaklarını bulmaktan ziyade, duygu patlaması evresi olan romantik duyarlılığın tabiat vasıtasıyla “güçlü ve asil duyguları ortaya çıkardığı için” bu yönelimin olduğunu söyler ve devam eder: “Yaratılışın özünde hissettiğimiz huşu, pastoral bir manzara karşısında duyduğumuz huzur, fırtınaların ve terk edilmiş ücra yerler karşısında hissettiğimiz teslimiyet, bazı ağaçlık tenha arazilerde hissettiğimiz melankoli duyguları bu cümledendir.” (Taylor, 2012: 451). Taylor’un burada değindiği nokta tabiatın duygunun ortaya çıkmasında ana kaynak olmasıdır. Doğanın; göze, kulağa ve muhayyileye hitap etmesi duyguları hareket geçirmede ve onu beslemede başat rol oynar.