• Sonuç bulunamadı

Dehşet Mekânı Olarak Dağ

BÖLÜM 3: YENİ TÜRK ŞİİRİNDE DAĞ

3.1. Yüce Olarak Dağ

3.1.3. Dehşet Mekânı Olarak Dağ

Ayasu Dağı başlıklı şiirleri haricinde özel bir dağı ele almak yerine dağlar genel bir

görüş etrafında geniş zaman diliminde anlatılmaya çalışılır.

3.1.3. Dehşet Mekânı Olarak Dağ

Korkunun ve acının verdiği hazzın eşiğinde görüntü olarak insana ürperti veren, korkuya sebep olan, dehşete düşüren nesnelerin yüce olduğunu ifade eden Burke: “Boyutları muazzam olan şeylere, bir de biz arızi dehşet fikrini eklersek, söz konusu şeyler kıyas kabul etmeyecek ölçüde muazzam hale gelirler.” der (Burke, 2008: 61). Dağlar bu minvalde hem boyutları hem de ıssızlığı, sınırsızlığı ve yaban hayatı barındırması münasebetiyle korku hissini oluşturan mekânlar olarak düşünülebilir.

Hâmid, Hediye-i Sâl’de yüce dağların mazisi ve duruşuyla korkutucu olduğunu söyler. Şair soğuk, sisli, karlı bir yılbaşı sabahı kederli bir halde kırlara dolaşmaya çıkar ve dağlar dikkatini cezbeder. Bakışlarını yönelttiği dağlar aniden zırhlara bürünür. Dağların şekil değiştirmesi dağların görüntüsünün şairde bıraktığı intiba ile ilgilidir ve şair için dağlar vakar ve gururun timsalidir:

Zırh-pûş oldu bağteten dağlar -o sanâdîd-i pür-vakâr u gurur!- yüce dağlar, o hâkden masnû’ ulu sandukalar ki her birisi mümtelîdir kitâb-ı hilkatten darbe-i rüzgâr ile münfekk, çürümüş birtakım sahaif ile! Mütecessim dühûr-ı Kaf-likâ: Üstuhanpâreler, hayâletler, Sıytlar, nevhalarla mâlâmâl!

Gururlu duruşuyla yüce bir paye biçilen yeryüzünün sanat eseri olan dağların her biri şair tarafından “kitâb-ı hilkât”le dolu “ulu sanduka”lara benzetilir. Bu sandukalar rüzgâr darbesi ile açılmış ve içinden kemik parçaları, hayaletler, feryatlar yükselmiştir.

172

Buradan çıkarılacak anlam dağların yeryüzünün hafızası olduğu ve dünyanın geçirdiği savaşlara, acılara vs. gibi evrelere tanıklık ettiğidir. Dağların sandukalara benzetilmesi ve sandukaların açılmasıyla acı ve korkunç şeylerin ortaya çıkması Yunan mitolojisindeki Pandora’nın kutusunu hatırlatır. Pandora da kendine verilen düğün hediyesi olan ama açmaması gereken kutuyu merağına yenik düşerek açar ve kötülükler evrene yayılır. Sandukalara benzetilen dağların Pandora’nın kutusuna bir gönderme yaptığı ortadadır. Şiirde mitolojik çağrışım üçüncü bentte kendini gösterir. Fillere benzetilen dağlar “öyle fillerdir ki, mitolojik mahlûklar gibidirler.” (Kaplan, 2012b: 327):

Okumuş filler ki her birinin nice Bustan, Gülistan ezberidir nice akvâma mahrem-i esrâr, nice a’sâra şâhid-i sâkit nice yüz bir tulû’ ile mehtâb, nice yüz bin husuf seyretmiş; bâli’-i sadme, hâzım-ı tufan, o herem-peykerân-ı dûd-ı efser! Geziyordum, evet, güneş doğdu: Tepelerden göründü sâl-i cedîd;

Daha bir yaş kazandı yani cibâl. (A. Hâmid Tarhan, 2013: 604-605).

Dağların yüceliği ve korkutuculuğunun kaynağı hafızasıdır. Nice kavimlerin yaşantısına, dönemlere tanık olmuş, nice yüz binlerce kez doğan mehtabı izlemiş, ay tutulmasına şahitlik etmiş, nice felaketler ve tufanlar görmüş ve bunlardan başı dik şekilde çıkarak bugüne kadar gelmiştir. Hatta güneşin doğmasıyla yeni bir günü karşılayarak bir yaş daha kazanmıştır. Şair dağların dehşetli yönünü yine tabiat sessizliğe gark olduğu vakit olan sabahleyin çıkarak yakalar. Güneşin doğmasıyla birlikte yoğunlaştığı his halinden çıkar. İmgelemi yakalayabilmek adına dağlar üzerinden mitolojik göndermeler yapar.

173

Hâmid’in Hindistan seyahati onun romantik dimağına yeni anlamlar yeni tatlar yükler. Ki Batılı romatiklerin hayali de Doğu’nun el değmemiş güzelliklerini, tabiatını yakından görmektir. Hâmid bu fırsatı yakalar ve özellikle seyahat sonrası onun eserlerinde tabiat elemanları daha sık ve daha sağlam bir kurgu içerisinde yer alır. Bu vakitten sonra onda tabiat bir dekor değil duyguların yankısını bulacağı bir uzam hâline gelir. İstanbul’da Çamlıca’dan başka yükselti görmeyen Hâmid, Hindistan’da dağların yüceliği ve haz veren korkutuculuğu ile karşılaşır. Hindistan’dan Ekrem’e yazdığı bir mektupta Mathiran dağı ile karşılaşmasını şu şekilde aktarır:

“Birkaç gün oluyor ki Mathiran diyorlar, bir büyük dağ var. Eteğine şimendöfer

ile iki saatte, tepesine sedye ile iki bucuk saatte cıktım. Yolda bir hararetli rüzgâr ki etrafı cehennemin dumanı kaplamış veyahut göze görünmez birtakım zebaniler geziyor da onların soluğu yüzüme değiyor gibi, teşbihler hatırıma geldi. Bir de tepeye varayım ki adeta kış. Aşağıda güneşin hararetini teşdid için yapılmış bir kubbe-i billur gibi görünen sema, buradan mevkiin bürudetini muhafaza için yapılmış buz parçalarıyla donmuş gibi, yahut hevâ-yı nesimî müncemid olmuş, bahr-ı müncemid-i şimalî gökyüzüne çıkmış gibi hayaller ilka ediyordu.” (Enginün, 1995: 317).

Mathiran dağının eteğine trenle iki, zirvesine ise sedye ile iki buçuk saatte çıkan Hâmid, yukarı doğru çıkarken yüzüne vuran sıcak rüzgârı cehennem dumanına ve gözle görünmeyecek şekilde gezinen zebanilerin nefesine benzetir. Hâmid’in bu mevkiden aşağıya ve semaya bakışı ve yaptığı tasvirler dağın üzerinde bıraktığı korkutucu hissin tezahürüdür.

Ömer Ferid, Kühsâr adlı şiirinde yaratılış tablosu olarak gördüğü karlı dağlardan etkilenerek dağların görünüşünün dehşet dolu olduğunu söyler:

Hele bir bak şu karlı kühsâra Ne belîgâne levhâ-yı fıtrat Manzarımda o hâl pür dehşet

174

Dağların uyandırdığı korku ve dehşet hissi, görüntünün yüceliğini arttırma önemli bir rol oynar. İsmail Safa’nın Sünûhât başlıklı şiirinde bu durumu görebiliriz:

Bak! Ne dehşetli karşıki dağlar: Hepsi yekdiğeriyle hem-sâye Mütekârin şevâhıkı ebre;

Sanki heybet-fürûş dünyaya! (İsmail Safa, 1306: 10).

Dağların karşısında konumlanan şairi dehşete düşüren his art arda sıralanmış, zirvesi bulutlara yakın dağların verdiği sonsuzluk hissinden doğan korkudur. Gerçek âleme açılan ve dağlarla karşılaşan şairin korkusunun sebebi hem tabiatla göz üzerinde temas hem de heybetli sıradağların uzayıp giden görüntüsüne hâkim olamayışından doğan ürpertidir. Bu ürperti daha sonra hazza dönerek dağların, denizin içinde bulunduğu âlemi izlemekten zevk alan bir hâl ortaya çıkar.

Dağların görüntüsünün sınırsızlığı dehşet duygusunu tetikleyen etmenler arasındadır. Gözün dağların zirvesini, ardını, uzayıp giden sıradağların bitiş noktasını göremeyişi bu sınırsızlığa örnek verilebilir. Bir obje olan dağlar yüksekliği, genişliği ve sıralanışıyla göze set çeker. Dolayısıyla gözün sınırlarının kapatılması korkunun doğmasına sebep olacaktır ki bu da şairi belirsizliğe itecektir. Şevket Gavsi, “dağlara” redifli şiirinde ilk mısrada bu belirsizliği yakalamaya çalışmışsa da ikinci mısra ile birlikte klasik şiirin söylemini hissettirir:

Lîk dûd-âlûd idi zirevât u etrâf-ı cibâl Yarimin ‘aks eylemişti levn-i hâli dağlara Öyle meş’alsiz idi hâl-i siyahıyla cibâl

Şems vech-i yâr vermişti zılâli dağlara (Şevket Gavsi, 1308: 27).

Dağların zirvesinin ve etrafının dumanlı oluşu gözün bakış açısını engellemesi ve dağların görülemeyecek kadar karanlık olmasıyla şair belirsizliği ifade etmeye

175

çalışmışsa da bu belirsizliğe rağmen ikinci mısrada birden sevgilinin yüzünü dağlara aksettirmesiyle klasik şiirin üslubuna geri döner.

Dağların görüntüsünden yüceye, oradan da dehşet ve korkuya uzanan duygunun kaynaklarından biri de ışık daha doğrusu ışıksızlık yani gecedir. Tamamen ışıksızlık ya da loş ışık, dağın yüce görüntüsüyle birleşince gözün algıladığı imajlar, karanlığın verdiği sessizlik korkuyu ortaya çıkarır. Rıza Tevfik, Balaban Dağları’nın ilk bendinde dağın görüntüsünden doğan korku hissini verirken ikinci bendinde dağ, korku mekânı olmaktan çıkarak içe dönüşün ve tefekkürün mekânı olur:

Her gece mahfî ağaçlıklarda ay uryân gezer, Bir sükût-ı serseri vâdiye dağlardan iner. Mevceler peydâ eder zulmet uzaktan gâh gâh Bir nice tayf-ı siyâh ıssız geçitlerden geçer, Sırr ile meskûn her yer, gölgelikler cilve-ger! Zühreler, şeb-pereler yüksekte taşlar rû-siyâh! Kaplamış bir rûh-ı sâhir vahşet-âbâdı meğer Hâkim olmuş bir perî güyâ o hâli dağlara…

Bir zamanlar –ben- o vahşet-zârda şeb-tâ-seher Aklımı sevdâya saldım, gönlümü gûş eyledim. Bildiğim âlemleri bir dem ferâmûş eyledim

Böyle bir sevdâya bilmem kim? Ne olmuştu sebeb! -Kendime bir külbe-i vîrânı etmiştim makarr- Hep güzellikler kıyafetten soyunmuştu o şeb! Her ne varsa reng reng-i nûr-ı aşk olmuştu hep,

İn’ikâs etmişti eflâkin celâlî dağlara… (Rıza Tevfik, 2012: 341).

Dağın bizatihi içerisinde bulunan şair, ay ışığının ağaçlar arasından sızması, “sükût-ı serseri”nin dağlardan vadiye inmesi, dalgaların karanlıklar oluşturması ve içinde birçok gizemi barındırması dolayısıyla dağları “vahşet-zâr” olarak hisseder. Bu andan itibaren

176

kendi iç âlemine yöneldiğini ve bu dehşet dolu anlar içerisinde bütün âlemleri unutup sırra mâlik olduğunu belirtir.