• Sonuç bulunamadı

İster kültürel, ister ekonomik ya da toplumsal boyutuyla ele alınsın, tekil bir bütün olarak kavranan Avrupa’nın tek yönlü bir değişimin mutlak hâkimi ve bir anlamda denetleyicisi sayılması, edebî bir terim olan roman da içinde olmak

üzere değişime ait hemen her terimin bu kültür tarafından belirlendiği ön kabulü, bu savların ortak noktasını oluşturması açısından dikkat çekicidir. Tanzimat dönemi böyle bir bakış açısından değerlendirildiğinde, Avrupa, Osmanlı kültürü açısından yaratılacak olan “yeni” yapının tek ve biricik etki kaynağına

dönüşmekte, toplumsal değişim iki uçlu bir etkileşimden çok, tek yönlü bir yayılma süreci sayılmaktadır.

Bu yayılma sürecini temel alan Batı-merkezli kuramsal çerçevenin Tanzimat romanları için yeniden üretilmesinde en önemli rolü oynayan

varsayımlardan biri, Avrupa’da türün ortaya çıkışının yanı sıra tanımlanmasında da belirleyici bir etkiye sahip olan roman-geleneksel edebiyat karşıtlığıdır. Watt (2002: 15-16), Batı’da türün kurulmasının olmazsa olmazlarından saydığı bu ikili karşıtlığı, romanın “hakikat araştırmasını, mantıksal olarak daha önceki düşünce geleneğinden bağımsız, ve fiilen de, söz konusu gelenekten kopmuş yeni bir atılımla gerçekleştirilme şansı çok daha yüksek, bütünüyle bireysel bir çaba”nın ürünü olduğunu söyleyerek vurgular.

Tanzimat romanlarının geleneksel Osmanlı edebiyatına karşıt

konumlandırılmalarını engelleyen (İntibah’taki Çamlıca betimlemeleri, bölüm başlarındaki beyitler, Taaşşuk-u Tal’at ve Fitnat’taki aşk öyküsünün Leylâ ve Mecnun’u, Hüsrev-u Şirin’i anımsatması gibi) nitelikler, roman yapısı içinde nasıl bir işlev taşıyor olabilecekleri sorusuna yönelik incelemeler yerine, yazarların gelenekten kopma konusundaki “beceri” yoksunluğunu kanıtlamaktadır. Bu karşıtlığın edebî gelenekle bağını olması gerektiği gibi koparmamış bulunan Tanzimat yazarlarının romanlarında aranması, romanların “eksik”liklerini öne çıkaran bir eleştiri söyleminin yaratılmasında oldukça etkilidir. Benzer biçimde, bireyin gelişmesi için gerekli toplumsal koşulların bulunmadığı düşüncesi,

Tanzimat romanlarında gerçek roman karakterleri yerine “tip”lerin bulunduğu savının en güçlü dayanaklarından sayılmıştır. Giriş’te gösterildiği gibi, Bihruz Bey, Felâtun Bey gibi roman karakterleri okurun gözünde hemen her zaman “aşırı Batılılaşmış”, komik tipler olarak canlanmakta, bu karakterlerin başka bir çerçevede ele alınıp alınamayacakları sorusu gündeme pek gelmemektedir.

Tanzimat romanı nitelemesinin akla öncelikle “Batılılaşmış züppe” tipi hakkındaki incelemeleri getirmesi, bu söylemin eleştirel alandaki hâkimiyetini imleyen önemli bir göstergedir.

Watt gibi, Lukacs’ın da işaret ettiği toplumsal dönüşümlerin özgün kaynağı Avrupa’dır, bu “parçalanmışlığı” ya da “yeni gerçekliği” en iyi ifade eden tür olan roman da, özü gereği Avrupa’ya aittir. Aynı zamanda romanın Avrupa’da

geçirdiği gelişim sürecinin “özgün” ya da “hakiki” süreç olarak tanınması gerektiğini ima eden bu bakış açısının önemli bir sonucu, Batı-dışı ülkeler için türün “gerçek” vatanı Avrupa’da yazılan romanları özleri gereği, Tanpınar’ın da kabul ettiği gibi, “örnek”e, burada geçirdiği gelişim sürecini de “izlenecek yol haritası”na dönüştürmesidir. Bu durumda, hem Watt’ın, hem de Lukacs’ın

vurguladığı “yeni bir dünya görüşü”nün “doğal” bir süreç sonucunda yükselmediği Batı-dışı toplumlarda romanın nasıl ortaya çıktığı bir “geç kalmışlık” ya da

“kaçırmışlık” söylemiyle ele alınmaktadır.

Bu yaklaşımın bir başka önemli sonucu, Batı-dışı toplumlarda yazılan romanlar hakkındaki değer düşürücü yargıların yeniden üretilmesinin oldukça “doğal” ya da “doğru” görünmesidir. Tarihi birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış dönemlerin birbiri ardına dizildiği bir süreç sayan düzçizgisel tarih yazımı açısından, Batı-dışı toplumlarda romanın nasıl ortaya çıktığı sorusu, “özgün”lük bağlamında ele alınmaktansa, modernitenin ne kadar “geç” kaldığı ya da

gelenekten kopmanın ne kadar hızlı/yavaş gerçekleştiği üzerine yoğunlaşmaktadır. Herhangi bir edebî türün içinde geliştiği toplumsal koşullarla ya da gerçekliği yaratan felsefi kavrayışla ilişkisinin araştırılması kuşkusuz çok önemlidir. Ancak, edebî türler, Jale Parla’nın (2002: 34) belirttiği gibi, “çağın bilgi kuramının yazını nasıl etkilediğini gösterip estetik tartışmaları yansıt”salar da, belli bir bölgedeki tarihsel sürecin belli bir türün tek eşsiz kaynağı sayılması, bu süreci “kaçırmış” toplumların edebiyatları açısından türü “taklit” etmekten başka seçenek

olamayacağını varsayan bir eleştirel söyleme yol açmaktadır.

Tanzimat romanı, Batı-dışı başka toplumlarda üretilen romanların değerlendirilmesinde de geçerliliğini koruyan Batı-merkezli kuramsal çerçeveyi yeniden üreten eleştiri söyleminin nasıl kurulduğunu gösteren verimli bir alandır. Romanın Avrupa’nın öz evlâdı olduğu düşüncesiyle başka toplumlarda ancak “taklit” romanların yazılabileceğini savlayan eleştirel söylem, bu romanların, türün “gecikmiş”, “geri kalmış” örnekleri olduğu savının yinelenmesi üzerine

kurulmuştur. Romanın Avrupa’da doğduğu tarihsel bir olgu olsa da, Batı-dışı romanların incelenmesinde kullanılan eleştirel söylem kökenin saptanmasından çok, üstünlüğünün vurgulanarak yüceltilmesine dayanmaktadır. Avrupa dışındaki toplumlarda üretilen edebiyatın yapısının özgün romanların yazılmasına engel olacağı, türün ancak Batı’dan ithal edilerek yapay bir biçimde üretilebileceği savı yalnızca tarihin değil, edebiyatın da kendi üzerine kapanan, özcü dinamikler üzerine kurulduğu imasını taşımaktadır. Farklı toplumlarda yazılan romanları “taklit” nitelemesine dayanan tek bir kuramsal kategoriye sıkıştıran bu söylemin yeniden üretiminin büyük ölçüde, Batı’da ve yerel düzlemde üretilen eleştiriler arasındaki koşutlukla ilgili olduğu düşünülebilir.

“Çömez”liğin başka bir nedeni, roman kurulurken edebî olanın dışarıda bırakıldığı, “içsel” edebî nedenlerle değil de, edebiyatın dışında kalan toplumsal, siyasal nedenlerin etkili olduğu savıdır. Tanzimat yazarlarının, roman gibi, aktarıldığı edebiyat geleneğine tümden yabancı sayılan bir türde ürün vermek istemelerinin birincil nedeninin, halkı toplumsal değişim konusunda aydınlatmak, “doğru” Batılılaşmanın nasıl gerçekleşeceği hakkında reçeteleri yaymak olduğu, yine konunun yabancısı olmayan araştırmacılarla okurların hafızalarında yer etmiştir. Berna Moran (2004a: 17), Şinasi’nin yaklaşımından yola çıkarak, Yeni Osmanlı aydınlarının “edebiyatın halkı eğitmek amacıyla kullanılması” yolunu sürdürdüklerini söylemektedir. Güzin Dino (1978: 26), bu dönemde politikayla edebiyatın iç içe geçmiş olduğuna dikkat çekerken, Kenan Akyüz (1990: 30) politika ile edebiyatın ilişkisi konusunda şu yorumu yapmaktadır: “Devrin genç edebî nesli, çağdaşlaşma çalışmalarını başlıca şu konular üzerinde topladılar: Siyaset, Sosyal hayat, edebiyat, eğitim”. Jale Parla (1993: 28-29) ise, “mutlak metne bu denli bağlı bir dönemde, o mutlak metnin arkasında duran bir baba otoritesinden yoksun” bulunmanın yarattığı tedirginlikten bahseder. Parla’ya göre, bu tedirginlik, “her Tanzimat yazarının içinde bir ‘mürebbi-i efkâr’ giz”lenmesine, her satırın “nazende tıfl”ın ilerlemesi için yazılmasına neden olmuştur (19).

Bu bakış açısı, Gürbilek’in sözünü ettiği “ideal”i kaybetmeye mahkûm olma durumunun, yalnızca Tanzimat yazarları tarafından değil, romanlar

hakkındaki eleştirel söylem tarafından da, daha baştan kabul edilmesiyle bir araya geldiğinde türün yabancılığını bir kez daha doğrulayan bir kanıta dönüşmektedir. Böylece, “beceremeyecekleri”, “yabancı” bir türde ürün vermenin, türün “gerçek” sahibi olan Batı karşısındaki özrü, biçimin kendisine değil de, toplumsal/politik faydalarına ilişkin bir araçsallaştırmaya yönelik kaygıların öne çıkarılmış olması

gibi görünmektedir. Tanzimat romanı “Batılılaşma” hakkındaki politik tartışmalara türün araçsallaştırıldığı savıyla bağlanırken, Batı romanının kuruluşunda temel etken sayılan toplumsal koşulların eksikliğinin Batılılaşma bağlamındaki tartışmalarla ikame edildiği söylenebilir.

Bu ikamenin, yapıtlar hakkında olduğu kadar, onları değerlendirmede kullanılan eleştirel söylem hakkında da önemli ipuçları taşıdığı düşünülebilir. Politik ve edebî tarih yazımının birbirine koşut kılınmasının en önemli sonucu, hem Batılılaşmanın, hem de onun yalnızca aracı değil, simgesi de sayılan romanın “geç

kalmışlığından”, “eksik” gelişmişliğinden bir arada söz edebilmeyi kolaylaştırmasıdır. Bu söylem içinde, başlıkta da vurgulandığı gibi,

imparatorluğun “hasta adam”lığı ile romanların “acemi”liği birbirini çağırmakta, doğrulamaktadır. İçinde üretildikleri toplum “gecikmiş” olduğu için yazılan romanların yalnızca “roman” terimiyle adlandırılamayıp, “ön”, “acemi”, “erken” gibi nitelemelerden biri olmaksızın tanımlanamaması, ya da türün sunduğu “gerçekçi”likten uzaklığı imleyecek biçimde alegorikleştirilmeleri büyük ölçüde bu koşutluk sayesinde doğallaşmaktadır. Bu doğallaştırmanın büyük ölçüde Avrupamerkezciliğin yarattığı kırılmadan kaynaklandığının gösterilebilmesi ise, öncelikle romanların metin-dışı gerçeklik ile nasıl bir ilişki içinde olduklarının tartışılması gereklidir. Çalışmanın bundan sonraki bölümünde ele alınacağı gibi hem Fransız edebiyatından hem de Osmanlı edebiyatlarından beslenen romanların çok-katmanlı anlatı yapısının aydınlatılması, Cumhuriyet sonrası eleştiri

söyleminin her iki edebî geleneği de kapsayan tekilleştirici “gerçekçilik” tanımlarının sorgulanmasına bağlıdır.

İKİNCİ BÖLÜM:

GERÇEKÇİLİK TARTIŞMASI

Doğanın, insanın, toplumun ya da gündelik gerçekliğin sanat aracılığı ile “olduğu gibi” nasıl temsil edilebileceği, bugüne kadar uzun tartışmalara konu olmuş olsa da, bir edebiyat akımı olarak ele alındığında “gerçekçilik”in, neredeyse roman türünün kendisi ile özdeşleştirilen bir niteliğe sahip olduğu söylenebilir. “Gerçekçilik”in, on dokuzuncu yüzyıl Fransa’sına özgü bir yazın akımı olarak ele alındığında, Avrupa’da sanayileşme devrimi, modern bilimin kuruluşu, burjuvazi ile işçi sınıfının ortaya çıkışı gibi büyük tarihsel toplumsal dönüşümler sonucunda, bireyin, kendisini çevreleyen “gerçeklik” içinde konumlandırılması, gündelik gerçeğin nesnel bir biçimde yansıtılması gibi ilkeler üzerine temellenerek tür için tanım koyucu bir ilke sayıldığı söylenebilir. Cumhuriyet sonrası eleştirel söylem içinde ele alındığında ise, gerçekçiliğin tanımlanmasına yönelik en genel

çerçevenin pozitivist epistemolojinin varsayımlarının edebiyat metnine

uygulanması ile neden-sonuç ilişkilerinin sunduğu anlatı yapısı ileri sürülebilir. Çalışmanın bu bölümünde, Tanzimat romanları için özgün modeli oluşturduğu savlanan Fransız gerçekçiliği ile romanları bu modelden uzaklaştıran Divan edebiyatına ilişkin gerçekçilik tartışmaları gözden geçirilecektir.