• Sonuç bulunamadı

B. Nâzım Hikmet‘in Şiirlerinde İmajların Dönüşümü

2. Proletarya

Tom Bottomore, Marksist Düşünce Sözlüğü‘nde yer alan ―Sınıf‖ maddesinde, bu kavramın Marx‘ın tüm teorisinin özü olduğunu, onun, kurtuluş mücadelesine girişmiş bir güç olan proletaryayı keşfetmesi sonucunda modern toplumların ekonomik yapısının ve gelişme süreçlerinin analizine yöneldiğini belirtir (517). Yazar, aynı kaynağın

―proletarya‖ maddesinde, ―Marx ve Engels‘e göre, burjuvazi ile savaşan işçi sınıfı, kapitalizmi yıkarak sosyalizme geçişi başarabilecek politik güç ve ‗geleceğin sahibi olan‘ sınıftır‖ der (312). MİM‘de çok sayıda işçi vardır ancak işçi sınıfını ve sorunlarını temsil etmek üzere detaylı bir imaj sistemiyle kurgulanmış olanı Galip Usta‘dır. Galip Usta‘ya ek olarak 15:45 katarının makinisti Alaeddin ile kömürcüsü İsmail ve Anadolu Sürat Katarı‘nın yemekli vagon yolcularından Hikmet Alpersoy‘un fabrikasında çalışan ve artık yaşamayan on sekiz yaşındaki Selim incelemeye değerdir.

MİM, Galip Usta‘nın tanıtılmasıyla başlar. Haydarpaşa Garı‘nda, 1941

baharında, saat on beşi gösterirken bir adam merdivenlerde durmuş düşünmektedir. İşçi sınıfının sorunları Galip Usta çevresindeki imajlar ve Usta‘nın iç ses halindeki

cümleleriyle serimlenir. Galip Usta‘yı; çiçek hastalığından kalma yara izleriyle dolu yanakları, sivri ve uzun burnu, zayıf vücudu ve korkak halleriyle resmeden imajlara onun yirmi iki yaşından elli yaşına kadarki tek kaygısını somutlayan ―İşsiz kalırsam‖ cümlesi damgasını vurur. Galip Usta‘nın farklı yaşlarındaki düşünceleri, halk

edebiyatının ve âşık geleneğinin önemli bir türü olan yaş destanlarına benzer biçimde yazılmıştır. Onun ömrünün özeti, istek kipine göre çekimlenmiş fiillerden ve hep aynı kaygıyı açık eden cümlelerden ibarettir.

Zayıf. Korkak.

Burnu sivri ve uzun. Yanaklarının üstü çopur.

―Kâat helvası yesem her gün‖ (5 yaşında) ―Mektebe gitsem‖ (10 yaşında)

―Babamın bıçakçı dükkânından / Akşam ezanından önce çıksam‖ (11 yaşında)

―Sarı iskarpinlerim olsa / kızlar bana baksalar‖ (15 yaşında) ―Babam neden kapattı dükkânını? /

Ve fabrika benzemiyor babamın dükkânına‖ (16 yaşında) ―Gündeliğim artar mı‖ (20 yaşında)

―Babam ellisinde öldü / ben de böyle tez mi öleceğim?‖ (21 yaşında)

―İşsiz kalırsam‖ (22 yaşında) ―İşsiz kalırsam‖ (23 yaşında) ―İşsiz kalırsam‖ (24 yaşında) ―İşsiz kalırsam‖ (50 yaşına kadar)

―İhtiyarladım‖, ―Babamdan bir yıl fazla yaşadım‖ (51 yaşında) ―Kaç yaşında öleceğim? / Ölürken üzerimde yorganım olacak mı?‖ (11-2)

Kâğıt helva yemek, okula gitmek gibi en basit isteklerin ve temel ihtiyaçların karşılanmadığı çocukluğu sona ermeden babasının bıçakçı dükkânı kapanmış, böylece bir küçük üretici olarak bağımsız çalışan babasına yardım eden Galip on altı yaşında fabrika işçisi olmuştur. Babasının dükkânının neden kapandığı sorusunun cevabı küçük üreticilerin varlığını imkânsız kılan kapitalist gelişmelerde aranabilir. Galip Usta‘nın

hikâyesi, onun yukarıdaki tabloda belirtilen cümleleriyle okurun zihninde oluşacaktır. Ücretinin düşüklüğünü vurgulayan ―Gündeliğim artar mı?‖ sorusundan sonra, yaşlılığına kadar devam eden işsiz kalma korkusu başlar. ―Şimdi 52 yaşındadır. / İşsizdir‖

dizelerinin peşinden yaşlılık ve ölüm koşulları gündeme gelir. Galip Usta‘nın merdivenleri çıkmakta olan on üç yaşındaki çorap işçisi Âtıfet‘i gördüğünde ―Evlenseydim eğer / torunum olurdu bu kadar‖, ―Çalışırdı bana bakar‖ (14) diye düşünmesi, sigorta ve emeklilik haklarının insani biçimde düzenlenmediği ülkelerde, çocuk ve torunların yaşlılık için bir garanti olarak görüldüğü geleneksel anlayışı yansıtır. Galip Usta bunu düşünür düşünmez Emin‘in kızı Şevkiye‘yi hatırlar. Şevkiye, önceki sene, daha âdet bile görmediği bir yaşta Şahbaz‘ın arsasında tecavüze uğramıştır (14). Alt sınıftan insanların emek sömürüsü yanında cinsel sömürüye de maruz kalışları, bunu az da olsa bir sınıf meselesi boyutunda düşünebilen Galip Usta‘nın hayal kurmasına engel olur. Onun iç sesi, işçilerin yaşam konumlarını irdelemeye devam eder. ―Ne kadar çok fabrika var İstanbul‘da, / Türkiye‘de ne kadar çok, / dünyada ne kadar çok,

sayılamayacak kadar‖ cümlelerinin ardından Tornacı Ayyaş Kadir ve Mürettip Şahap Usta‘nın akıbetlerini hatırlaması, işçi hakları konusundaki sorunların, kayıp imajların yarattığı anlam boşluklarını doldurmayı okura bırakan örneklerini getirir. ―Dün akşam tornacı Ayyaş Kadir‘in / ölüsünü buldular üniversite kapısında / ―bayılmış kız talebelerden biri ―.‖ (18) dizelerinde, kız öğrencinin bayılmasına neden olan görüntü verilmemiştir. Tornanın, dalgın bir işçinin kolunu bacağını kapıp parçalayabilecek bir alet olduğu, muhtemelen işçi olarak kaydı ve sigortası bulunmayan Kadir‘in bir iş kazasından sonra işverenleri tarafından üniversite kapısına attırıldığı, kız öğrencinin parçalanmış haldeki ceset yüzünden bayıldığı şeklindeki örüntüyü kurmak okura kalır. Nitekim matbaa işçisi olan Mürettip Şahap Usta‘nın harf dizme işinin zorlukları

yüzünden kör olup dilenmeye başlaması, Ayyaş Kadir‘le ilgili dizelerdeki kayıp imajın yerine konulmasına yardım eder (18-19). ―Ne kadar çok kayış, kasnak / ne kadar çok volan / ne kadar çok motor / dönüyor, ha babam dönüyor / ha babam dönüyor, dönüyor / ne kadar çok adam, ne kadar çok adam / işsiz kalırsam, işsiz kalırsam diye düşünüyor.‖ (19) diyen Galip Usta, işsizlerin bir kısmının askere alındığını aklına getirir ve insanın askere alınınca artık işsiz sayılıp sayılamayacağını sorgular (19). Galip Usta‘yı

belirleyen imajların yaratması gereken düşünce, bu kadar çok işçi olmasına rağmen işçilerin durumunun neden böyle olduğudur. İşsizlerin askere alınması eleştiriye yeni bir boyut katar. İş koşulları bağlamında iktidarın bir tür şiddet uyguladığı bu insanlar bir de silah altına alınıp cephelere gönderilmektedir. Galip Usta‘yla ilgili hikâye, anlatıcının ―Galip Usta ne dost ne düşmandı Hitler‘e‖ (24) demesiyle biter. İşçi sınıfının varlığı ve işçi sayısı, işçilerin sigorta ve emeklilik hakları, iş koşulları gibi konular çevresinde tipleşen Galip Usta sınıf çatışması ya da proletarya devrimi bağlamında umut vadeden bilinçli bir işçi değildir. İçinde bulunduğu koşullar ve sorunlar üzerine düşündüğü, ancak bilgi eksikliği yüzünden meseleyi teorize edemediği ve örgütsüz olduğu için eyleme varamadığı gözlenir.

15:45 katarının makinisti Alaeddin ve kömürcüsü İsmail çevresindeki imajlar işçi sınıfıyla ilgili umutsuzluğu pekiştirir. Burada görsel imajlar diğer duyu imajlarıyla iç içe geçer ve kişilerin sınıfsal arzularını yansıtan diyaloglar öne çıkar. Alaeddin‘in

tanıtılması şöyle başlar:

Makinist Alaeddin

çözdü mavi tulumunun göğsünü bir düğme daha. Başını dışarı çıkarıp

baktı arkaya. Furgon

ve beş tane binek vagonu

―yataklı, yemekli dahil―

birbiri peşinde sallanarak geliyorlar. Ne zaman böyle arkaya baksa Alaeddin

―bilhassa rampalarda―

bir halata bağlayıp vagonları

kendi omzunda çekiyormuş gibi olur. Ve inişlerde

korkunç ağırlığını arkadan itilmenin küreklerinin ortasında duyar (29)

15:45 katarı, Makinist Alaeddin‘in sırtında taşıdığı bir yüktür âdeta. Trene dair hareketli görsel imajların Alaeddin‘in omuzlarında, kürek kemiklerinde duyusal imajlara dönüşmesi yirmi sekiz senedir bu işi yapan Alaeddin‘in trenle nasıl bütünleştiğini

somutlar. ―Bavulu keten kılıflı bir yolcu gibi / ―böyle postaya değil― / binmek

Semplon‘a Sirkeci‘den / Vagonli‘de yatmak / Ve hele geceleri / oturup karşısında küçük kırmızı abajurların / rakı içmek vagon-restoranda‖ (30) diyen Alaeddin, savaşın sonunda ne olacağını soran İsmail‘e, ―Yemekli vagonda rakı içeceğiz‖ der (30). Kömürü atıp makineyi süren de yemekli restoranda yiyip içen de onlar olacaktır. Alaeddin trenle kalmayıp gökyüzünde püfür püfür sefa sürecekleri tayyareyi de ekler bu düşe. Oysa İsmail‘in cümleleri onu öylesine net bir biçimde bilgisiz, çocuksu ve saf resmeder ki çalışıp işlettikleri araçların sefasını sürmeleri ya da özetle üretim araçlarına sahip olmaları imkânsızdır. Mesela İsmail, ―Şu gördüğün raylar / dolanır mı bütün dünya yüzünü?‖ diye sorar, ―Demeki ki harp olmasa, / ama yalnız harp değil, / hudutlarda sorgu sual sorulmasa, / rayların üstüne saldık mı makinayı / dünyanın bir ucundan öbür ucuna varır.‖ der (31). Alaeddin ve İsmail‘in ikinci ve son konuşmaları ―Birinci Kitap‖, II. parçanın sonundadır. Tren İzmit ovasını geçiyorken birdenbire durur. Düdükler ve sesler arasında pencerelere üşüşür tüm yolcular. Alaeddin ve Şeftren inip ne olduğunu anlamaya çalışırlar. Vagonların birinden işaret fişeği çekilmiştir. Rayların üstünde ölü bir adam vardır. Alaeddin ve İsmail arasında bir tartışma başlar bunun üzerine. Adamın açık kalan sahanlık kapısından düştüğüne inanan Alaeddin‘e karşı İsmail intihar

olasılığını savunur. Alaeddin biraz düşündükten sonra hak verir İsmail‘e. ―Ölmeyi isteyecek kadar çıldırmak için / bugün bu dünyada öyle çok sebep var ki, / insanları öyle kolay yeniyorlar ki‖ der (109). Bu cümlelerle Alaeddin‘in Semplon Ekspres ve tayyare hayalleri de yenilir. Üstelik bütün bunlar tam da kasabalı-tüccar-tefeci tipini temsil eden Halim Ağa‘nın savaş ekonomisinden yararlanarak nasıl vurgun vuracağıyla ilgili

rüyasının üstüne gelmiştir. Böylece Alaeddin, İsmail ve ölü yolcu ―kaybedenler‖ ve Halim Ağa ―kazananlar‖ hanesine bir karşıtlık içinde yazılmış olur. Ölüler kervanına eklenen yolcu elli yaşlarındadır ve hakkında başka bir bilgi verilmez.

İşçi sınıfının ikincil kadrosunda da bir ölü vardır. On sekiz yaşındaki Selim, Hikmet Alpersoy‘un konserve fabrikasında yirmi beş kuruşa günde on dört saat

çalışmaktadır. Çalışma saatinin on saate indirilmesini, ücretinse elli kuruşa çıkarılmasını istediği anda hakkında tevkifat yapılır ve onu destekleyen dokuz işçiyle birlikte

götürülür. Komünizmin ne olduğu konusunda bir fikri bile olmayan Selim komünist olduğu gerekçesiyle işkenceye alınıp ayakta duramayacak, önünü göremeyecek hale gelene kadar dövülür. Onu saçlarından astıkları çividen çözdükleri zaman uzakta gördüğü bir pencereye doğru koşar ve kırılan camlarla birlikte aşağı düşüp ölür (160- 61). Nâzım Hikmet, Alpersoy‘un polisle, yani işverenin devlete bağlı şiddet aygıtlarıyla yakınlığını göstermeye çalışırken bir yandan da önceki işçi örneklerinde ortaya attığı soruların cevaplarını oluşturuyor gibidir. Galip Usta, İstanbul‘da, Türkiye‘de, dünyada ne kadar çok işçi var diye düşünürken işçilerin koşullarının değişmez kötülüğüne şaşmaktaydı. Alaeddin ve İsmail hayal kurabiliyorlardı ve insanların nasıl yenildikleri konusunda fikir sahibiydiler. Selim‘in hikâyesinde ise, en küçük bir hak arayışında, sesini yükseltenin başının ezileceği gerçeği örneklenir. Böylesine bir şiddet karşısında

zaten bilinçsiz olan işçilerin sayısının çok olmasının bir anlamı yoktur. Nitekim Selim‘in bilinçsizliği ve bilgisizliği de vurgulanmıştır.

Bu koşullarla gerçekleşebilecek bir işçi hareketinin niteliği ise ―Dördüncü Kitap‖, Birinci Bölüm III. parçada, açlık çeken tarım işçilerinin buğday almak için Toprak Mahsulleri Ofisi‘ni basmalarıyla örneklenir (419-23). İktidar seçkinleriyle ilgili

başlıklarda daha detaylı incelenecek olan bu bölüm, işini dürüstçe yapmaya çalışan ofis şefi Kemal‘in taşralı tüccarlar ve komuta mercilerindeki yöneticilerle mücadele ederken ırgatların isyanıyla başedebilmek için kendince hatalı bir eyleme karar verdiği, işçilere buğday dağıttığı gibi devletin parasını ziyan etmemek erdemini bir anda hiç ederek Koyunzade‘nin kırık pirincini üstelik onun istediği fiyata satın aldığı ve cebine ilk rüşvetini koyduğu bir şer anına dönüşür. Irgatlar geçici bir süre idare edebilecekleri kadar buğday alıp gitmişlerdir. Sonuçta bu baskının değiştirdiği tek şey ofis şefi Kemal‘in artık ikitidar sahibi kişilerin tarafına geçmiş olmasıdır. İşçilerin yaşam koşullarında bir değişiklik olmadığı gibi onlardan birinin komuta mercilerinden birini ele geçirmesi gibi bir sonuç da yoktur. Nâzım Hikmet, mücadele içinde bir işçi sınıfının oluşması, işçilerin bilinçlenmesi ve örgütlenmesi konusunda büyük umutlara sahip değildir. Umut; Selim‘e komünist denmesi gibi, çeşitli gerekçelerle uygulanan bir şiddetin duvarına ya da dayanabilecekleri son noktaya kadar dayanmış işçilerin bilgiyle değil öfkeyle harekete geçip ancak günü kurtardıkları küçük isyanların daha sert ve güçlü bir biçimde yeniden yapılandırdığı düzenin değişmezliğine çarpıp söner. Yine de II. Dünya Savaşı yıllarında köylülerin TMO‘ya ve zorunlu alımlara direnişiyle örtüşen5

bu örneğe yer verilmesi önemlidir. 5

Demirsoy, Metin. ―Savaş ve Köylüler‖. İkinci Dünya Savaşında Türkiye. İstanbul: Homer Kitabevi, 2007. 132-93.

Her türlü sömürüye maruz kalabileceğine vurgu yapılan üstelik bir çocuk işçi olan Âtıfet (14), Samsun‘daki tütün depolarında (deppoylarda) çalışma koşullarının kötülüğü yüzünden üç yıl içinde verem olan İbrahim‘in hikâyesiyle konuya eklemlenen tütün işçisi Melahat (99), üç arkadaş perdeleri indirip kitap okudukları için tutuklanan, yani hikâyesi baskı ve şiddet bağlamında Selim‘inkine benzeyen tesviyeci Fuat (18), Anadolu Sürat Katarı‘nın yemekli vagonunda memleketin seçkin insanlarına hizmet ederken Destan‘ı okuyan aşçıbaşı Mahmut Aşer, Garson Mustafa, Metrdotel (218) ve önce ―yirminci yüzyılın en umutlu adamı‖ diye tanıtılan ancak çalışırken beş parmağını prese ezdirdiği için ―ustalık bizden uzak‖ demek zorunda kalan on üç yaşındaki demirci Kerim (380) işçi sınıfı kategorisinde adları anılması gereken diğer kişilerdir. İşçiler bilinçli bir sınıf olarak şekillenememiş, işçi sayısındaki fazlalığa rağmen, baskı ve şiddet

odaklarının müdahaleleri yüzünden toplumu ve yaşam koşullarını kendi lehlerine örgütleyecek bir mücadele içine girememişlerdir.

Benzer Belgeler