• Sonuç bulunamadı

B. Kazananların Entrikaları

1. Birinci masa: Siyasetçi-Asker-İş Adamı

Telaşlı ve kalabalık bir maiyet tarafından karşılanıp uğurlanan ―büyüklerden insan‖, ―üç demir iki yıldız‖ rütbeli asker, iş adamı Burhan Özedar ve doktor mebus Tahsin yemekli vagonun birinci masasında otururlar.

Büyüklerden insan‘ın perona gelişi Ahmet Onbaşı‘nın bakış açısından fakat büyük oranda anlatıcının alaycı yorumlarıyla verilir. İmajlar tipik ya da abartılıdır.

Mesela binbaşıyla konuşan teğmen ―Yeni yağlanmış bir nagant namlusu gibi parlak‖tır (130). ―Büyük kapıdan başlayarak / tıpaları çekilen şişeler gibi insanlar / şapkalarını çıkarıp‖ eğilirler (131) ve ―büyüklerden insan‖ın girişi için, ―Sanki kapıdan girmedi de / eğilen çıplak başlara / geniş mermer bir merdivenden indi‖ (131) denilir. ―Büyüklerden insan‖ yalnızca üç kere ve bir iki sözcükten ibaret cümlelerle konuşur ancak detaylı biçimde betimlenir:

―Halbuki yüzüne bakılınca yakından terbiyeli bir insana benziyor. Kibirsiz,

belki cesur,

hatta iradesiz bir insan. Burnu yuvarlak ve fazla içtiğinden kırmızıydı biraz. Yanaklar buruşuk etli bembeyaz. Ve sonra sabırlı, ihtiyar şimal kadınlarının

renksiz gözleri. Sessiz yürüyordu.

Ve dinliyordu nazik bir ilgisizlikle aşağıdan yukardakine :

kendine doğru fısıldanan sözleri‖ (131) ―Simsiyah bir kurt kımıldanıyor / bu pembe beyaz, / tombul gövdenin içinde‖ (142)

――Mesele kalmadı demek‖ (141) ――Mesele kalmadı demek‖ (144)

――Ben yatmaya gidiyorum, müsaadenizle, siz rahatsız olmayın‖ (208)

Büyüklerden insan‘ın bir şeylere küskün olduğuna inanan Tahsin, ―muzaffer ve muazzam bir kumarbaz‖, alaycı, kavgacı, kurnaz ve hükmedici olan bir başka insanı, dağılmış bir başka sofrayı anarak Atatürk‘ü işaret eder ve ―Bu niçin onun gibi değil. / Arkadaştılar. / İşe beraber başladılar. / Bu onun yerini bile alamadı‖ der (141).

Ahmet Onbaşı‘nın peronda, kendisine yüz adım mesafede görünce ―dahilî hizmet nizamnamesine uyarak‖ artık hiçbir şey düşünmediği, esas duruşa geçip selam verdiği

üç demir iki yıldız rütbeli asker bir general olmalıdır. Altmış yaşlarındadır, kısa boyludur ve incecik sesini kalınlaştırmak ister gibi konuşur (140).

Birinci masadakiler arasında hikâyesi en detaylı biçimde verilen Burhan Özedar daha peronda büyüklerden insan‘a bir şeyler anlatırken görülür önce. ―Güvenle oturtmuş gövdesini / açık, uzun, kalın bacaklarının üzerine. / Tüylü ellerinin hareketleri rahat ve ağır. / Sol gözünü kırpıyordu ara sıra, / fakat hiçbir şey yoktu bu kırpışta kurnazlığa dair, / bir hastalık belki.‖ (133) imajlarıyla tanıtılan Burhan‘ın 1300 tarihlerinde Sivas‘ta doğduğu, Kemankaşzadeler diye anılan bir soydan geldiği, mütareke İstanbul‘unda sigara kâğıtları Rumların elindeyken, Burhan‘ın 25 altından ibaret bir sermayeyle bu işe girdiği belirtilir. ―Cıgara kâatları ay yıldızlıdır artık‖ (133) ifadesi, Burhan Özedar‘ın, ―Türk Zaferi‖ adını verdiği ay yıldızlı sigara kâğıdını üreten Nuri Demirağ‘dan (1886- 1957) izler taşıdığını düşündürür. Hatta küçük bir araştırma ile MİM‘de, özellikle askerlik ve savaş karşıtlığı teması etrafındaki hikâyelerde Nuri Demirağ‘ın biyografisinin ve 1930‘ların yarısından itibaren çeşitli gazetelerde yayımlanan

mülakatlarda söylediklerinin Nâzım Hikmet tarafından bir malzemeye dönüştürüldüğü ortaya çıkarılabilir. Burhan Özedar‘ın doğum yeri ve tarihi, millî sigara kâğıdı işi, demiryolu yaptırması, şimdendifer vagonu üretmesi, tarihe merakı gibi veriler bir yana ―Burhan içki içmez / harama uçkur çözmedi bir kerre bile‖ (134) satırları Nuri

Demirağ‘ın önce Sivas Divrik‘te sonra İstanbul Yeşilköy‘de kurduğu havacılık

okullarındaki öğrencilerine işretten, kumardan, iffetsizlikten, eğrilikten, tembellikten ve zulmetmekten uzak durmalarını öğütlemesine bir gönderme gibidir. Nuri Demirağ‘ın vatanseverliğini sergileyen meşhur vasiyetindeki kimi cümleler Burhan Özedar‘ın vasiyetinde ve Burhan‘ın hikâyesinde aynen kullanılmıştır. Ziya Şakir , Nuri Demirağ Kimdir? adlı kitabında Mühürdarzade Nuri‘nin, ailesinin ve evlatlarının orta halli geçim

masrafları ile evlatlarının eğitim parası dışında kalan servetini hayır işlerine bıraktığını belirten vasiyetnamesinin bir kopyasını bulmak mümkündür (46). Nuri Demirağ ile ilgili veriler; 1- Burhan Özedar‘ın tipleştirilmesinde, 2- Ankara‘daki takside Nar çiçeğinden kadın‘la konuşan hava gediklililerinin hava okulundan, yani muhtemelen Demirağ‘ın Gök Okulu‘ndan mezun olmaları ve Demirağ‘ın havacılıkla ilgili söylemlerinin bu gençlerin konuşmalarında yinelenmesi yoluyla, 3-Düşkün durumdaki gazilerden Tatar yüzlü adam‘ın Bursa Merinos Fabrikası‘nda yani Demirağ‘ın fabrikasında bekçi

olmasındaki dolayım bağlamında kullanılmıştır. Bunların yanı sıra, TMO şefi Kemal‘in ırgatların isyanı üzerine buğday dağıttığı bölüm, Nuri Demirağ‘ın bizzat başından geçmiş bir olayı, 1909‘da, Sivas Koçkiri Ziraat Bankası‘nı yönetirken kıtlık yüzünden açlık çeken halka ambarlardaki zahireyi dağıtmasını hatırlatır. (Nuri Demirağ Kimdir? 27-28 ). Memet Fuat‘ın A’dan Z’ye Nâzım Hikmet adlı kitabındaki ―Demirağ, Nuri‖ maddesine dikkat çekmek, Nâzım ile Piraye‘nin kısa bir süre için Nuri Bey‘in kiracıları olduğunu belirtmek gerekir. ―Cumhuriyetin ilk kapitalistlerinden olan bu kişi, hiç kuşkusuz, bambaşka kafa yapısında bir insandı‖ diyen Memet Fuat, Nuri Bey‘in şaire övgüler yağdırdığını, hatta ondan kira almak istemediğini yazar (123). ―Meşhur Adamlar Ansiklopedisi‖nde Burhan‘ın soyadı Özedar değil, Demirağ‘a çok daha yakın olan Demirel‘dir (Yatar Bursa... 59). Belli ki Nâzım Hikmet, kişisel olarak tanıdığı ve gazetelerde hemen her gün hakkında bir şeyler okuduğu Nuri Demirağ‘ı ve ilişkilerini iktidar seçkinlerini yazabilmek için zengin bir malzeme olarak görmüştür.

Burhan Özedar, millî ekonomi programının gereği olarak Müslüman ve Türk unsurla yükselecek millî burjuvaziyi temsil eder. Burhan‘ın yirmi beş altınlık

sermayeyle girdiği bu işte Rumların hakkını yediği ima edilir. Ziya Şakir de Nuri Bey‘in elli altın gibi az bir sermayeyle sigara kâğıdı işine başladığını, görev icabı Tatavla‘ya

[Şişli-Kurtuluş] gittiğinde üç beş ―palikarya‖ [Rum serserisi] tarafından tartaklandıktan sonra bu işi yapmaya karar verdiğini yazar. Ziya Şakir‘e göre ―(Vatandaş) adını taşıyan öyle birtakım sigara kâğıtçıları vardı ki bunlar, mütareke devrinin siyasî vaziyetlerini istismar ediyorlar.. Türklerin paralarını çekerek, mensup oldukları milletlerin

komitacılarına gönderiyorlar.. böylece, Türk paralarıyla alınan silâhlarla Türk milletinin masum sinesini delmeye çalışıyorlardı‖ ve Nuri Bey için millî sigara kâğıdı üretmek, maddi kazancından ziyade manevi bir hedef için önemliydi (40). Halil Berktay, ―Yeni bir başlangıç: Millî Sigara‖ adlı yazısında, ―Bir sermaye birikimi ve el değiştirmesi süreci olarak Jön Türk Devrimi, Balkan Savaşları, İttihatçı askeri diktatörlüğünün kurulması, yerel ölçekli ve 1913-1914‘te büyük çaplı etnik temizlikler, 1915 Ermeni soykırımı...‖ ifadelerinin üstüne bu izlenimlerden kaçınmanın zor olduğunu, dahası Nâzım Hikmet‘in millî mücadele ile millî sermaye ve millî devlet ile millî tarih arasında güçlü bağlantılar kurduğunu söyler ve Burhan Özedar‘ın I. Dünya Savaşı‘nda kısmi bir çöküntü, göreli bir mülksüzleşme geçirdikten sonra nasıl toparlandığını sorar. Nâzım Hikmet‘in buna cevabı: ―Yaşasın Millîciler‖ olur (133).

Büyüklerden insan‘ın masasında millî tarih ve gündelik hayat tarihi bağlamında incelenmesi gereken önemli konular tartışılmaktadır. Tartışmadan çok kadehindeki Kavaklıdere şarabıyla ilgilenen Tahsin, büyüklerden insan‘ın neden muzaffer

olamadığını düşünürken onun kâfi derecede hergele olmadığına karar verir ve yirmi beş sene önceki bir olayı anımsar. Tahsin, en yakın arkadaşının ölüm döşeğinde yattığı odanın bitişiğinde onun karısıyla birliktedir ve ―bu melun hafıza‖ ona muzaffer

olabilecek kadar hergele olduğunu hatırlatmaktadır. Burhan Özedar‘ın ahlak sorunu, işe aldığı tesviye ustalarını mühendisine bildirirken ―iş saatlarını / beşer dakka beşer dakka uzatın biraz‖ (136) demesiyle yansıtılır. Tahsin‘le birlikte iktidar seçkinlerinin ahlaki

düşkünlüğü ve birer suçlu oldukları, siyasi ve ticari sahtekârlıklar, cinsel ahlaksızlık ve cinayetler yoluyla verilir.

2. İlerdeki Masa: Yabancı Sermaye-Osmanlı Burjuvazisi-Milliyetçi Aydın

Mösyö Düval, Cazibe Hanım ve Osman Necip‘in, Tahsin‘in ahbapları olduğu söylenerek, seçkinler arasındaki kaynaşma işaret edilir. Büyük aydınlardan Osman Necip betimlenir önce:

Osman Necip kolları ve bacakları çok uzun bir adamdı. Her yerde, her zaman

insan berrak ve derin bir suyun içinde görürdü Osman Necip‘i : orda tembel bir deniz mahluku gibi

rehavetli ve ağır

kımıldanır.

O kadar uzar ve yumuşardı ki hareketleri bazan siz seyrederken onu

kansız

soğuk

iğrenç bir şeylerin sarıldığını duyardınız etinize. Onu bir parça daha hızlı

bir parça daha insanca kımıldatmak için

kamçılamak.

Osman Necip çalıştığı yere geldiği günler (az gelir, nadiren çalışırdı)

düşerdi gölgesi yapının içine kemiksiz ve kederli.

Ve kendi kendini odasına kilitlerdi Osman Necip. Koltuğunda arka üstü devrilip

uzun bacaklarını masanın kristaline koyardı. İmzalı fotoğraflar vardı duvarlarda :

Gökalp

Talat Paşa

Atatürk ve İnönü. (145)

Ziya Gökalp‘in öğrencisi olan Osman Necip, Durkheim‘ın adını ilk ondan duymuş, Talât Paşa‘nın emriyle tahsisat-ı mestureden [örtülü ödenek] ilk yardımı almış, Atatürk tarafından yükseltilmiş ve İnönü‘nün desteğini görmüştür. Dünyada gerçekten inanmaya ve dövüşmeye değer hiçbir şey bulamayan Osman Necip, bu insanlara karşı

saygılı ve kibar olmakla birlikte içinden hepsiyle alay etmiştir. Onun, karısı tarafından durmadan aldatıldığı, âşıkların evin sofrasında oturduğu ve İsviçre‘den getirttiği metreslerinin her yıl değiştiği belirtilir (146-47).

Cazibe Hanım‘ı betimleyen imajlar, zengin Osmanlılar‘ın kullandığı, fildişinden yapılmış, tepesinde el figürü bulunan, sırt kaşımaya yarayan aletten üretilmiştir. ―fildişi gibi sarı-beyaz; / kaşık sapı gibi ince, uzun ve göğüssüz / ve küçük kafası o el gibi bir şeylerin tıpkısıydı‖ (147). Ressam Ömer Paşa‘nın kerimesi, rahmetli hariciyeci Müfit Bey‘in eşidir.

Yemekli vagonun en dipteki masasında oturan, siyah giysiler içinde biri esmer diğeri sarışın iki yolcu vagondakiler hakkında konuşmaya başlarlar. Üstlerindeki gizem parçanın sonunda kalkacak, esmerin münevverlerden Şekip Aytuna, sarışınınsa

başhekim olarak tayin olduğu bir taşra hastanesine ulaşmak için trende olan eski polis müdiriyeti doktoru Faik olduğu öğrenilecektir. Aytuna ve Doktor Faik de birer aydın tiplemesi olarak Osman Necip‘le aynı değirmide dururlar ki yemekli vagona

yerleştirilmiş olmaları bu yüzdendir. Doktor Faik‘in bir başka görevi, polis müdüriyeti doktorluğu deneyimi sırasında tüm ilişkilerini ve suçlarını öğrendiği iktidar seçkinlerini Şekip Aytuna‘ya, dolayısıyla da okura tanıtmaktır. Doktor Faik‘in anlattıklarına göre Multimilyoner Mösyö Düval de Tor‘un, Luvar [Loire] nehri üzerinde halis ortaçağ yapısı olan bir şatosu vardır. Burdan telgrafla bir Alman kolordusunun sütünü sağlamıştır ki sütü Türkiye‘den değil Fransa‘daki çiftliklerinden alacaktır. Aytuna, ―Düşmanlarını sütle besliyor demek?‖ dediğinde, Doktor Faik ―Yok canım / para kazanıyor‖ der (151). Mösyö Düval, yakın ve orta doğuyla iş yapan bir şirketin reisi olarak on beş senedir Türkiye‘ye gelip gitmektedir. Türkiye‘de çimento, pamuk, barut işleriyle uğraşmış, Sakarya‘dan elektrik çıkarmaya ve Dalaman‘da merinos yetiştirmeye

çalışmıştır. Ankara‘nın en büyük oteli onlarındır. Fakat devlet barut, merinos ve pamuk işine el koyunca ona çimento ve otel işleri kalmıştır. Osman Necip, Düval‘in şirketinden para alır ve Tahsin, Bebek‘teki villasının çimentosunu beş para vermeden Düval‘dan sağlamıştır (152). Düval katolik olduğundan kısır karısını boşayamadığı için kederli bir adamdır. Doktor Faik bu masada birinin daha olduğundan bahseder. Bu kişi ölü olduğu için görünmeyen Şinasi Bey‘dir.

―Kaybedenler‖ başlığındaki umutsuzluk ve ölüm izleği, seçkinlerin

hikâyelerinde daha açık ve sert biçimde işlenir. Yemekli vagon masalarındaki ölüler, seçkinlerin daha çok kazanmak için hiçe saydığı ölü canlar‘dır. Düval‘in önce barut işine soktuğu sonra başından attığı eski Şûrayı Devlet azası Şinasi Bey intihar etmiştir (153).

3. Masalardan biri: Sahtekârlar-Harp Zenginleri

Bodur, şişman, kıllı, gözleri yağlı zeytin tanelerine benzeyen ve telaşla konuşan Kasım Ahmedof‘u, ―Mülteci Azeri kardeşlerimizdendir. / Ne yalan söyleyeyim ama / henüz Berlin‘den gelmiş bir Turancı bile olsam / kardeşim diyemem böyle adama‖ (153- 54) sözleriyle tanıtan Doktor Faik, Ahmedof‘un dolandırıcılığını anlatır. Bolşeviklerden kaçarak geldiği gemi İngiliz komserliğince İtalyanlara satılınca payına düşeni alan Ahmedof‘un masasında geminin kaptanının ölüsünden başka Amerikalı bir mühendisin de ölüsü vardır. Güya Gelibolu‘da petrol bulan Ahmedof, birlikte çalıştığı Amerikalı mühendisin petrol kumpanyasına telgraf çektirtip üç yüz bin dolar istetir. Kuyudan ancak sekiz yüz kilo petrol çıkar ki Ahmedof‘un önceden döktürdüğü bin kilo petrolün bir kısmını toprak emmiş olmalıdır.

Nâzım Hikmet‘in, ―yabancı sermaye‖, ―iktidar seçkinleri‖, ―harp zenginleri‖ gibi başlıklar altında ele alınabilecek kişileri tipleştirmek için gerçek kişileri ve olayları az ya da çok dönüştürdüğü görülür. Örneğin Kasım Ahmedof başta olmak üzere yaşamları entrikalarla dolu yemekli vagon yolcularının hikâyelerindeki yolsuzlukların

kurgulanmasında 1939 yılına damgasını vuran Ekrem König Yolsuzluğu‘nun izi fark edilmektedir. Ekrem König evrak sahteciliği yaparak Türkiye adına Kanada‘ya 50 uçak ısmarlamış, bu uçakların iç savaş sırasında İspanyol Milliyetçilerine gönderilmesi konusunda aracılık yapmıştır. 1939‘da İspanya iç savaşı uluslararası bir nitelik kazanmaya başlayınca İngiltere‘nin ve Fransa‘nın önerisiyle başka ülkelerin savaşa katılmasını önlemek için bir komisyon kurulur. Bu komisyon ve ABD silah satışlarına ambargo getirince silah tüccarları ve kaçakçılar devreye girer ki Ekrem König bunlardan biridir. Ekrem König‘in Almanya‘da öğrenim görmesi, Almanlar tarafından kendisine verilen König lakabını soyadı olarak kullanması, I. Dünya Savaşı‘ndan sonra Türkiye‘de Alman firmalarının temsilciğini yapması, MİM‘de iktidar seçkinleriyle yakın ilişkide olan kişilerin hikâyelerindeki bazı detaylarla örtüşür. König, Kanada‘dan alınacak uçaklar için Millî Savunma Bakanı ve Hariciye Müsteşarı‘nın imzalarını taklid eder. Olayın ortaya çıkmaması için resmî kurumlardan pek çok kişiyi kullanır. 1938‘de, Amerikan Harp Sanayii İhracat Kontrol Komisyonu‘nun bu uçaklar hakkında Türkiye Büyükelçiliği‘nden bilgi istemesi üzerine ortaya çıkan olay örtbas edilmiştir. ―1939‘da olay bütün yönleriyle basına yansıdı ve ülke gündemine yerleşti. Başta Tan olmak üzere gazeteler olayı ve örtbas edilmesini eleştirdiler, üstü kapalı olarak bazı hükümet

üyelerinin ve milletvekillerinin de işin içinde olduğunu öne sürdüler‖. İstifalar ve görevden uzaklaştırmalar olur. König ise bir süre yurt dışında kaldıktan sonra Türkiye‘ye dönüp kısa süreli bir hapis cezası alır (Cumhuriyet Ansiklopedisi, 333).

Masalardan birinden gümrah bir erkek kahkahası yükselir. Yakışıklı, diri, elli beş yaşlarında, geniş omuzlu, yeşil gözlü ve sıhhatli görüntüsüyle dikkat çeken Hikmet Alpersoy‘dur bu. Müteahhit, fabrikatör ve zamparadır. Seferberlikte Harbiye

Nezareti‘ndeyken kız kardeşi Alman zabitleriyle çok yakınlaşıyor diye Enver Paşa tarafından görevden alınmıştır. Fakat Mütareke ve Anadolu Kurtuluş Hareketi iki yılda zengin eder onu. Silah ve eski asker postalı kaçakçılığı yapan Alpersoy, vatana hizmet adı altında ucuza alıp pahalıya satar. Fransa, İtalya ve son kararda Almanya ile ticaret yapmaktadır (158). Berlin‘de apartmanı, Paris‘te garsoniyeri vardır ve Avrupa‘da ―şevrole‖siyle gezdirir valileri. İki yıldır Yahudi bir kıza tutulduğundan zamparalıkta bir gerileme kaydetmiştir. Alpersoy‘un masasında da bir ölü vardır. Bu ―Proletarya‖

başlığında yer verilen on sekiz yaşındaki Selim‘dir (160).

Alpersoy‘un hikâyesinin ardından yemekli vagonun mutfağındaki Aşçıbaşı Mahmut Aşer, Garson Mustafa ve Metrdotel‘in dünyasından bir kesit sunulur. Mahmut Aşer‘in Ankarapalas âdetlerini, Kaliforniya‘dan getirtilen elmaları, ―turuf‖ mantarlarını [trüf], Parisli aşçıbaşı Mösyö Fernan‘ın soslarını anlatması, yeme içme bağlamında kurulan seçkinler dünyası resmine bir katkıdır. Alpersoy‘un masasından yükselen ―Bastı yaşın elliye, Hikmet Bey, / vazgeçmezsin huvardalıktan‖ (171) cümlesiyle ses tonu ve sentaksla beliren yabancılığı ortaya konan Leh Yahudisi Mardanapal yirmi yıldır bir Alman firmasının temsilcisi olarak Türkiye‘dedir. Tüylü kaşlarının altındaki akları patlak mahzun gözleriyle betimlenen Mardanapal elektrik malzemeleriyle birlikte Türk memurlarının vazife namusunu da sattığından Hitlerciler ona bir temiz kan

şahadetnamesi vermiştir. Mardanapal, büyüklerden insan‘a Türkiye‘nin savaşa girip girmeyeceğini sormak isteyince hakim vekili Fehim söz alır. Akıntıburnu‘nda rezalet çıkarıp saraydakinin emriyle Dolmabahçe‘de silahşorlardan biri tarafından

tokatlandığına dair büyük bir şöhreti olan Fehim daha o sabah mahkemede bir insanın ölümünü istemiştir.

MİM‘deki betimlemeler ve ipuçları takip edilerek kişilerin kimliklerine dair çıkarımlarda bulunmak mümkündür. Mesela büyüklerden insan‘ın 1936‘da CHP Genel Sekreterliği görevinden alınan Recep Peker‘den (1889-1950) yola çıkılarak kurgulandığı açıktır (153).

Savaş koşullarında zengin olmanın yolunu bulmuş insanlardan biri de Aziz Bey‘dir. Kuvayımilliye için çarpışırken giydikleri gibi, cepleri önde pantolonuyla resmedilen Aziz Bey‘in bir sömürge toprağı kadar ormanı vardır. Beyaz kolonyal şapkasıyla Hindistan‘da bir İngiliz valisine benzetilen Aziz Bey‘in ormanlarında başları bir kurşunla delinmiş cesetlere rastlanır ki bunlar odun kaçakçısı köylülerdir. Aziz Bey, Türkiye‘nin Almanya‘nın yanında savaşa gireceğini bir müjde gibi iletir Mardanapal‘a:

―— Niye güldün, Mardanapal?

Yine ben sana hayırlı bir haber vereyim : Alamanlarla anlaşacağız

görürsün.

Sevindin mi, Mardanapal?‖ ―— Sevinelim hep beraber, Aziz Bey. Tamamlanır yarı kalan işin.‖ ―— Vay, bunu da mı duydun?‖ ―— Biz her şeyi duyarız, Yahudiyiz.

Alaman şirketi bir milyon veriyor, değil mi? Güzel para.

Bizimkiler iş bilir.

Bütün vilayeti iki senede alırsınız

ortak olurlarsa senin ağaçlara. Set ün bön afer, doğrusu

değer.

Anlaşalım, Aziz Bey,

sevinelim hep beraber.‖ (175)

Yemekli vagonun mutfağında, hapisteki şair Celâl‘in yazdığı ―Destan‖dan bölümler okunur. ―Destan‖ın yani Kuvâyi Milliye‘nin tam da yemekli vagonda seçkinlerin

hikâyelerinin arasında devreye giriyor olması, Nâzım Hikmet‘in sistemle hesaplaşmasını metinsel bir düzeyde gerçekleştirmesinin yanı sıra seçkinlerle destan kahramanları arasında bir kıyaslama yapılmasını istemesindendir. Kuvâyi Milliye‘nin büyük bir kısmı, Garson Mustafa tarafından okunur. ―İkinci Kitap‖ V. parçaya gelindiğinde 15:45 katarı yolcuları, Anadolu Sürat Katarı yolcuları ve Kuvâyi Milliye kahramanları iç içe geçmiş zaman-mekânla ve hikâyelerle birlikte verilerek kıyas unsuru öne çıkarılır. Anadolu Sürat Katarı‘nın başka vagon ve bölmelerinden insanlar eklenir anlatıya ve saat 22:36 iken trenin kıyısından geçip gittitiği kasaba ve köylerden insan manzaraları sunulur.

4. Yeşilçam Nahiyesi: Alt Kademedeki Komuta Mercileri

Saat 22:36‘da trenin yanından geçtiği bir evde Hatice Kadın‘ın hikâyesi, ondan on km içerde sobacı Hakkı Usta‘nın hikâyesi ve ondan da elli km uzakta üç çocuklu dul Emine‘nin nasıl bir cinsel sömürüye maruz kaldığı anlatılır. Yeşilçam nahiye müdürü Ferit Bey ve jandarma karakol kumandanı Seyfi Çavuş, Şerifler Köyü yakınında Emine‘yi beklerken bir yandan da kadın hakkında konuşmaktadırlar:

Yine Ferit Bey sordu :

―— Demek senin karakola boyuna geliyor?‖ ―— Gelir.

Benden önceki çavuş alıştırmış.

Bir kerre bir gecede bütün karakol geçtik üzerinden, bana mısın demedi.

Sabahleyin çoraplarımızı bile yamadı. Adam başına beşer kuruş verdik.‖ (214)

Ferit Bey, Seyfi Çavuş ve Emine‘nin görsel imajlarla tanıtıldığı hikâyenin sonunda, nahiyeye doğru yürüyen erkekler Anadolu Sürat Katarı‘nın sesini duyarlar. Ferit Bey‘in, ―Şimdi içinde olsaydık / yemekli vagonda / rahat‖ (217) demesi, suç ve

ahlaki düşkünlük bağlamında iktidar seçkinlerine eklemlenen bu komuta sahiplerinin trendeki yerlerini de bildiklerini gösterir.

5. Taşra Burjuvazisi: Toprak Ağası Tüccarlar

―Dördüncü Kitap‖, Birinci Bölüm, I. parçada Çankırı‘dan havalanan leyleklerin Ankara ve Konya güzergâhını takip ederek ulaştıkları ―Üç Nokta‖ şehri, hakkında tüm detaylar belirtildiği halde adı verilmeyen bir başka şehirdir. Akdeniz kıyısına

konumlandırılan, Giritlilerin, Arapların ve yerli Türklerin yaşadığı, çeltik, un, susam fabrikaları bulunan şehirde Köy Enstitüsü olduğu söylenir (400). Bu veriler bağlamında basit bir tarama yapıldığında, işaret edilmek istenen şehrin Aydın olduğu açıklık kazanır. Nâzım Hikmet‘in, ―Dördüncü Kitap‖ta ―Üç Nokta‖ şehrindeki taşra burjuvazinden örneklerle bir toprak ağası tipi ortaya koyması düşündürücüdür. Nâzım Hikmet‘in

Benzer Belgeler