• Sonuç bulunamadı

II. KURAMSAL ÇERÇEVE VE İLGİLİ ARAŞTIRMALAR

2.1. Güçlü Yön Temelli Yaklaşım Nedir?

2.2.1. Pozitif Psikolojinin Tarihsel Gelişimi

Pozitif Psikolojinin kurucusu olarak Martin E. P. Seligman kabul edilmekle beraber bazı araştırmacılar Pozitif Psikolojinin temellerinin Hümanistik Psikolojinin önde gelen temsilcilerinden olan William James ve Abraham Maslow’a kadar uzandığını iddia etmektedirler (Froh, 2004; Chance, 2008). GYTY’nin ana teorisyeni Donald O. Clifton da pozitif psikolojinin öncülerinden sayılabilir (Pritchard, 2009). Pozitif Psikoloji kavramı ilk olarak 1998 yılında Amerikan Psikoloji Derneğinin bir toplantısında Dr. Martin E. P. Seligman tarafından dillendirilmiştir. Bu kavram, aslında daha öncelerden başlayan, iyiyi arama, iyi örnekleri inceleme çabalarını bir çatı altında toplamış ve bu çalışmalara bilimsel bir kimlik kazandırmıştır. Froh (2004, s.18), pozitif psikoloji kavramını Amerikan Psikoloji Derneğine tanıtan kişi olarak Seligman’ın bilindiğini ifade etmiş ancak bu kavramın tarihinin daha eskilere dayandığını şu şekilde ifade etmiştir:

Birçok belgeye göre pozitif psikolojinin ana bileşenleri en azından William James’e kadar uzanır. Daha sonrasında ise Abraham Maslow ilginin yalnızca ne olduğuna değil aynı zamanda ne olabileceğine yoğunlaşması gereken bir psikolojiden bahsetmiştir. Hatta 1950’lerde Maslow bir bölüm başlığında “pozitif psikoloji” kelimelerini bile kullanmıştır.

İlgili literatür incelendiğinde hümanistik psikoloji için de çok önemli isimler olan William James ve Abraham Maslow’un pozitif psikolojinin gelişiminde önemli bir rol oynadıkları anlaşılmaktadır (Pritchard, 2009). Pozitif psikoloji hareketinin kurucusu olarak görülen Seligman (2002, s.2), bu hareketin geçmişi konusuna değinirken “Biliyorum ki pozitif psikoloji yeni bir fikir değil. Çok sayıda seçkin ataları var” ifadelerini kullandığı paragrafta bu atalara örnek olarak Allport ve Maslow’u vermiş ancak hemen akabinde de bu kişilerin fikirlerini temellendirmek için kümülatif ve ampirik çalışmalara yeterince ilham veremediklerini belirtmiştir. William James daha

39

1900lü yılların başlarında bir kısım insanlar kapasitelerini tam olarak kullanırken bazılarının kullanamıyor olmasının nedenlerini sorgulamış ve bu ve buna benzer düşünceleri nedeniyle Amerika’nın ilk pozitif psikoloğu unvanı almıştır. Maslow ise hümanistik psikolojinin sağlıklı ve yaratıcı bireyler üzerine kurulmasını savunmuş ve 1954 yılında kaleme aldığı Motivasyon ve Kişilik (Motivation and Personality) adlı kitabında “Pozitif Psikolojiye Doğru” başlıklı bir bölüm yazarak bu ifadeyi ilk kullanan psikolog olmuştur. Bu bölümde Maslow, psikolojinin çoğunlukla olumsuz durumlara yoğunlaşmasından şikayet ederek “psikoloji bilimi olumlu yönlerden ziyade olumsuz yönler konusunda başarılı olmuştur… Psikoloji gönüllü olarak kendisini gerçek görev alanının yarısıyla sınırlandırmış görünüyor, daha karanlık, daha kötü yarısıyla” (Maslow, 1954, s.359, Akt. Froh, 2004, s.19) ifadelerini kullanmıştır. Bundan dolayı, bu isimler pozitif psikolojinin tarihinde önemli bir yere sahiptir. Ancak, adları pozitif psikoloji hareketi ile anılan psikologlar hümanistik psikolojinin deneysel bir tabandan yoksun olduğu düşüncesiyle pozitif psikoloji ile hümanistik psikolojiyi ilişkilendirmekte isteksiz davranmışlardır. Pozitif Psikolojinin kurucusu ve “öğrenilmiş çaresizlik” teorisinin sahibi olarak bilinen Seligman ise, 1942 yılında New York’ta doğmuş bir psikolog ve eğitimcidir. 1967 yılında Pennsylvania Üniversitesinde psikoloji alanında doktora yapmasının ardından aynı üniversitede psikoloji bölümündeki çalışma hayatını günümüze kadar sürdürmüştür. Seligman çalıştığı üniversitede Pozitif Psikoloji Merkezini kurmuştur ve halen bu merkezin yöneticiliğini yapmaktadır.

Olumlu insan yaşantılarının araştırılması ve geliştirilmesi ile yakından ilgili olan hümanistik psikolojiye (Duckworth, Steen ve Seligman, 2005) pozitif psikolojiye kaynaklık etmesi açısından kısaca değinmek yararlı olacaktır. Hümanistik psikoloji 1940larda Watson’ın öncülük ettiği davranışçılık ve Freud’un psikanalizine tepki olarak doğmuştur ve bu iki yaklaşıma karşı fikirleri olması nedeniyle “üçüncü güç” olarak da adlandırılmıştır. Bu psikolojinin ilk temsilcileri olan Maslow ve Carl Rogers bu iki yaklaşımın insan davranışlarını yeterli düzeyde açıklayamadığını iddia etmişlerdir (Woolfolk, 1998). Psikanalize göre insan, cinsel ve saldırgan nitelikli güdülerin yarattığı çatışmalarla bilinçdışının etkisi altındadır. Davranışçı yaklaşıma göre ise insan davranışları çevresel uyarıcılara verilen tepkilere göre şekillenir (Deniz, 2010). Hümanistik yaklaşım insan özgürlüğü ve öznelliği gibi davranışçıların ve psikanalizcilerin ihmal ettiği kişi niteliklerini ön plana çıkararak bu iki yaklaşımdan

40

farklı bir tavır almıştır. İnsancıl psikoloji adıyla da anılan bu yaklaşıma göre her insan benzersizdir ve değerlidir, insan kendi davranışını denetleyebilen özgür bir varlıktır ve insanların potansiyellerini gerçekleştirme ihtiyaçları vardır (Sürücü, 2009). Hümanistik psikoloji anlam ve varlık konusundaki sorulara odaklanmış ve insanların ulaşmak istedikleri hedefler, bilinçli olarak çaba göstermeleri konusundaki farkındalıkları ve kendi tercih ve mantıklarının önemini vurgulamıştır (Chance, 2008).

İkinci dünya savaşı öncesinde psikolojinin üç ayrı misyonu vardı: “zihinsel hastalıkları tedavi etmek, bütün insanların hayatını daha verimli ve doyurucu hale getirmek ve önemli yetenekleri belirleyip geliştirmek” (Seligman ve Csikszentmihalyi, 2000, s.6). Bu savaş dünyanın büyük bir kısmında, özellikle de gelişmiş batı ülkelerinde ciddi bir yıkıma neden olmuştur. Bu yıkım yalnızca fiziki boyutta kalmamış aynı zamanda insanların iç dünyalarında da yaşanmıştır. İnsanların iç dünyalarında yaşanan bu yıkımın etkilerinin en aza indirilebilmesi için psikologlar yoğun bir şekilde çalışmış ve o dönemde psikoloji diğer misyonlarını bir kenara bırakarak ağırlıklı olarak ruhsal bozukluklar üzerine yoğunlaşmıştır. Hastalıklar üzerinde yoğunlaşan çoğunlukla psikolojinin alt dallarından biri olan klinik psikoloji olmuştur ve pozitif psikoloji daha çok klinik psikolojide hastalıkların fazla ön planda tutulmasına bir tepki olarak doğmuştur. “Psikoloji literatürünün 1887 yılından itibaren yüzyıllık seyri elektronik olarak incelendiğinde, öfke üzerine 8.072, kaygı üzerine 57.800, depresyon üzerine 70.856 makale yazılmasına karşın; neşe üzerine 851, mutluluk üzerine 2.958 ve yaşam memnuniyeti üzerine ise 5.701 makale yazıldığı ortaya çıkmıştır” (Myers, 2000, s.56). Bu sonuçlar baz alındığında psikoloji literatüründe olumsuz duyguların olumlu duygulara oranı yaklaşık olarak 14’e 1 şeklinde gerçekleşmiştir. Gable ve Haidt’e (2005) göre, pozitif psikoloji hareketi hastalıklar lehine olan dengesizliğin görülmesi ve göz ardı edilen alanlarda yani insanların olumlu duyguları konusunda araştırmayı teşvik etme isteği sonucunda ortaya çıkmıştır. Klinik psikologlar savaş sonrası dönemde kendilerini maddi ve manevi yönden tatmin edecek uygun bir ortam olduğunu görmüşler ve özellikle hastalıklar üzerine eğilmişlerdir. Psikoloji bilimi yalnızca ikinci dünya savaşı sonrasında değil, genel olarak düşünüldüğünde de neden bireylerin olumlu duyguları ve güçlü yönlerini değil de kusurları ve zayıf yönlerini daha çok araştırma gereği duymuştur? Gable ve Haidt (2005), bu sorunun cevabını üç maddede özetlemişlerdir. Birinci neden merhamet olarak ifade edilmektedir. Sıkıntı çekenlere yaşamlarını normal olarak idame ettirenlerden daha önce müdahale etme eğilimi vardır.

41

İkinci olarak, özellikle son 50 yılda hastalıklara yoğunlaşmanın nedenleri pragmatik ve tarihsel nedenlerdir. İkinci dünya savaşını takip eden yıllarda ruhsal hastalıklar üzerinde yapılan çalışmalara daha çok ödenek ve öncelik verilmekteydi. Ayrıca, klinik psikoloji ruhsal rahatsızlıkların teşhis ve tedavisinde tıbbi yöntemleri kullanmaya tam da bu dönemde ağırlık vermiştir. Bu şekilde tarihi açıdan da bir çakışma olmuştur. Üçüncü neden, insan doğası ve psikolojik süreçler ile ilgili teorilerimizde yatmaktadır. İnsanlarda olumsuz olaylar olumlu olanlara oranla daha fazla etki bırakmaktadır ve bu anlamda kötü iyiden daha güçlüdür. İşte bu sebeplerden dolayı psikoloji özellikle de klinik psikoloji, pozitif psikolojinin doğmasına yol açacak süreci tetikleyecek şekilde ruhsal hastalıklar ve zayıf yönlere ağırlık vermiştir.

Psikolojinin sürekli olarak hastalıklarla anılması birçok psikoloğu rahatsız

etmiştir. Seligman ve Csikszentmihalyi (2000, s.5), psikolojinin hastalıklar üzerine yoğunlaşması konusunda “disiplinimizin çoğuna hakim olan patolojiye özel ilgi gösterme eğiliminin sonucunda hayatı yaşamaya değer kılan olumlu niteliklerden yoksun bir insan modeli ortaya çıkmaktadır” ifadeleriyle, rahatsızlıklarını bildirmektedirler. Hastalık modelinden memnun olmayan çok sayıda psikolog, insanların sürekli gelişim ve ilerleme konusunda doğuştan gelen bir eğilimlerinin olduğunu ve bu nedenle psikolojinin ilgi alanlarının sevgi, cesaret ve mutluluk gibi olumlu olguları da kapsaması gerektiğini savunmuşlardır (Froh, 2004). Gable ve Haidt (2005, s.103), bu durumdan memnun olmadıklarını “psikoloji yirminci yüzyılın ikinci yarısında depresyon, ırkçılık, şiddet, öz-saygı yönetimi, mantıksızlık ve zor şartlar altında yetişme gibi konularda çok bilgi edindi ancak güçlü karakterler, erdemler ve yüksek düzeyde mutluluk ve sivil katılıma yol açan şartlar konusunda ise söyleyecek pek fazla sözü yoktu” sözleriyle ifade etmişlerdir. Bu ve benzeri tepkilerin de etkisiyle bu düşünceye sahip olanlar başta olmak üzere psikologlar, insanların olumlu niteliklerini de çalışma alanına dahil etmeye başlamıştır. Bu süreç kısa zaman içinde gerçekleşen bir süreç olmayıp zamana yayılmıştır. Pozitif psikolojinin ancak 1990’lı yılların sonlarına doğru dile getirilmiş olması da bu fikri destekler niteliktedir. Mahoney (2002, s.745), bu geçiş sürecini “psikolojinin insan zafiyetleriyle uğraşma eğilimi artık insan kapasitesine yönelik güçlü ilgi, sağlıklı eğilimler ve verimli olasılıklarla baş etmek zorundadır” ifadesiyle desteklemiştir. 2002 yılında Snyder ve Lopez’in editörlüğünde yayımlanan The Handbook of Positive Psychology (Pozitif Psikolojinin El Kitabı) adlı eserin, bu akımın önde gelen yazarlarının katkısıyla oluşturulan son bölümünde “pozitif

42

psikolojinin geleceği” başlığı altında bağımsızlık bildirgesi alt başlığı kullanılmış ve aynı bölüm içinde “psikolojideki zayıflık modelinden bağımsızlığımızı ilan ediyoruz” (Snyder ve Lopez, 2002, s.751) ifadeleri kullanılmıştır. Pozitif psikoloji hareketi içinde yer alan psikologlar bu cümle ile psikolojinin insanların olumlu niteliklerini de ele alması gerektiği düşüncesinden daha da ileri giderek bir anlamda zayıflık, hastalık ve eksiklikleri incelemeye odaklanan diğer psikoloji akımlarından ya da hareketlerinden ayrılmak istediklerini beyan etmişlerdir.