• Sonuç bulunamadı

Yukarıda değindiğimiz akımlar, modernizm macerasında kendi mecralarında akmışlardır. Bazıları akmaktadır halen:

20. yüzyılda bir yandan Aydınlanmacı gelenek sürerken, bir yandan da insan aklının henüz sanıldığı kadar egemen, sağduyulu ve güvenilir olmadığı görüldü. Dünyayı, önce Birinci Dünya Savaşı sarstı. Sanatçılar bireyin mutsuzluğunu izlediler ve alışılmış tekniklerin bu çaptaki yıkımları sanata dönüştürmeye yetmediğini saptayarak yeni yollar aradılar (Gerçeküstücülük, Bilinç Akışı, Dadaizm …). (Akerson, 2010: 218)

Olaylar oldukça akımlar da olacaktır her zaman.

Modernizmin aydınlanma ve ilerleme çabası 20. yüzyılın başlarında sekteye uğrar: “19. yüzyılın pozitivist insanı 20. yüzyılın teknoloji şokunu gerçekleştirdi. Çünkü o bununla insanı yeryüzünde mutlu edeceğini sanıyordu. Belki de edebiyatı biraz yadırgamasının sebebi buydu. Aklının gücüne ve güdümüne inanan bu insan, mutluluğu da işte bu yolda bulacağına

inanıyordu.” (Yalçın, Ty: 19) Onun bundan sonra aynı şekilde sürmesi düşünülemezdi. 20. yüzyılda,

Dönemin her türden ayrık hareketi –imgecilik, gerçeküstücülük, dadacılık, kübizm vb.- daha sonra birleşik modernizm başlığı altında düsturlaştırıldı. Ne var ki, bir kez bu kategori yirminci yüzyılın sanatı olarak harekete geçti mi, sonra gelen ancak onunla ilişki içinde görülebilirdi (yani, ancak bizzat modernizmin bir postu olabilirdi). (Ahmad, 1995: 143)

Modernizm, bundan sonra alacağı “post” önekiyle kendini de sorgulayan, aşan bir değer kazanacaktır. Postmodernizmin, modernizme farklı (aslında karşıt) yaklaşan bir proje olduğu kadar onunla organik bağı olduğu da gözlerden kaçmayacaktır:

(…) kendi dönemimizi belirtmek için “postmodernist çağ” deyimi yaygın olarak kullanıldı. Modernizmin kendi gibi ikiz değerli ve çelişik bir etiket. Modernin ardından gelen herhangi bir şey olamaz, ancak ultramodern olur; dünkünden bile daha modern bir modernite. İnsanlar hiçbir zaman içinde yaşadıkları dönemin adını bilemediler ve bizler de bu kurala istisna değiliz. Kendimize “postmodern” demek son derece modern olduğumuzu söylemenin yalnızca saf bir yoludur. (Paz, 1997: 53)

Octavio Paz, modernizmin çelişkili yapısı üzerine postmodernizmi bırakmaktan kaçınır. Fakat insan yine de “adlandırma” eğiliminden vazgeçemez. Âdem’den aldığımız bir zaman (kesintisiz zaman) mirasının varisleriyiz çünkü: “Kendimize postmodern demek arasız, doğrusal, ilerleyici zamanın mahkûmu olmayı sürdürmektir.” (Paz, 1997: 53-54) Zamanın dışına çıkmak da mümkün olmadığına göre, ne yapmalıyız?

Modern çağın akla ve bilime gösterdiği saygı, dünyayı daha anlaşılır yaptı belki, ama daha iyi bir yer yapamadı: “20. yüzyıl, ölüm kampları ve ölüm mangalarıyla, militarizmi ve iki dünya savaşıyla, nükleer yok olma tehdidi ve Hiroşima – Nagazaki deneyimiyle, hiç kuşkusuz bu iyimserliği tuzla buz etmiştir.” (Harvey, 1999: 26) Alemdar Yalçın, bu olumsuzlukların faturasını 19. yüzyılda edebiyat ve felsefeye karşı takınılan yanlış tutumlara keser:

19. yüzyılda edebiyatın ve felsefenin önemi küçümsenmiştir. Edebiyatın hatta diğer bütün insani bilimlerin küçümsenmesinin acısını insanlık alemi 20. yüzyılda iki büyük savaşta görmüş, bunların yanında varlıklı fakat mutsuz, varlıklı ama sevgisiz bir toplum yapısına dönüşmüştür. Bütün bunların sebebi insani bilimlerin inkârıdır.” (Yalçın, Ty: 16)

Camus, “Dünya apaçık olsaydı, sanat olmazdı.” (Camus, 2014: 116) der. Bilim, dünyayı tek başına açıklayamaz. Bilmek, güç ve özgürlük demektir. Ancak Jean Baudrillard’a göre bilmek, “ilk kötülüğün” bir sonucudur: ”Kötülük ilkesi bizi cennetten mahrum bıraktığından bu yana, kötülük bir bilme ilkesidir. Madem cennetten bilme suçuyla kovulduk, hiç olmazsa bundan tam yararlanalım.” (Baudrillard, 1995: 102) Bilme eyleminin okumak eylemi kadar kutsal

olduğu, su götürmez. Nitekim Kur’an da “Oku!” emriyle başlamaktadır. İşte modernizmin en büyük çıkmazlarından biri de tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Modernizmin materyalist/maddeci bilim ve dünya anlayışı, tüm ruhsal/metafizik süreçleri reddetmişti. Kutsalı reddederek kutsal bir eyleme girişmişti yani. Bu paradoksal yaklaşımın başarılı olması elbette beklenemezdi. ”Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”nde bunu somut olarak görmemiz mümkün:

İnsanoğlu bedenin her bir parçasına bir ad vermeyi öğrendi öğreneli, beden giderek daha az dert oldu başına. Ruhun eylem halindeki gri beyin hücrelerinden başka bir şey olmadığını da öğrendi. Eskinin ruh ve beden ikiliği bilimsel terimlere büründürüldü, şimdi artık buna yalnızca modası geçmiş bir önyargı diyerek gülüp geçiyoruz.

Ama âşık insana midesinin gurultusunu dinletecek oldunuz mu bir kere, ruhla bedenin birliği, bilim çağının o lirik yanılsaması hemen o an siliniverir. (Kundera, 2013: 48)

Franz Kafka’nın şu vecizesi de durumumuzu aydınlatma açısından oldukça önemli görünmektedir: “Sadece Bilgi Ağacı’nın yemişlerini yediğimiz için değil, Hayat Ağacı’nın yemişlerinden hâlâ yemediğimiz için günahkârız. İçinde bulunduğumuz durumdan dolayı günahkârız, İlk Günah’tan değil.” (Kafka, 1995: 30) Kafka’nın yorumu Hıristiyanlığa ters düşmektedir.

Benzer sonuçlara Sevim Kantarcıoğlu’nun da ulaştığını, natüralizm (yani bilimsel gerçekçilik akımı) eleştirisiyle düşünebiliriz:

Natüralizm, gerçeği insanın bilimsel bulgularıyla sınıflamıştı. Geleneksel ve manevî değerleri reddeden bu görüş, Tanrısız bir evrende bilimsel bulguları mutlak gerçek olarak kabul etmiştir. İnsanı kimyasal bir etki-tepki maddesi, içinde yaşadığı sosyoekonomik şartların ve biyolojik kalıtımın mahsulü olarak kabul eden natüralizm, insanın sebep-netice zincirini kırarak kendisini aşabileceği gerçeğini reddetmiştir. (Kantarcıoğlu, 2004: 19)

Bilim o paradokstan, paradigmadan bugün bile tam olarak çıkmış değildir. Ancak bilimin o döneme nazaran daha tolere bir yaklaşım içerisinde olduğu söylenebilir.

Tahakküm kurmuş olmak, nihai ve değişmez olanın kanıtı değildir. İnsan yaratıcılığı doğru anda ona “uygun” bir alternatif üretemedi diye, bir bilgi sistemi ahlaki açıdan doğru kabul edilebilir hale gelmez. Her ne olursa olsun dört yüz yıl, insanlık tarihinde uzun bir süredir. Modern bilimin pek çok güzel yönü olabilir; ama bu cazibesi, sonunda Birinci Dünya’daki birçok entelektüeli bile bezdirmeye başladı. (Chomsky – Rascin, 2008: 17)

Ayrıca;

Aydınlanma projesinin bizi Kafkavari bir dünyaya sokmaya daha baştan mahkûm olup olmadığı, Auschwitz ve Hiroşima’yla sonuçlanmasının kaçınılmaz olup olmadığı ve günümüzde eyleme ve düşünceye yol gösterme ve esin kaynağı olma bakımından herhangi bir gücü kalıp kalmadığı soruları yaşamsal öneme sahiptir. (Harvey, 1999: 27)

Bir süreci kendisine sonradan katılanları da hesaba katarak yargılamalıyız. Sadece sonuca bakarak yargılamak, haksızlık olur. Ancak 1960’lı ve 1970’li yıllarda gerçekçilik anlayışı yeniden sorgulanır ve sonuçta postmodernizm denilen akım ortaya çıkar: “(…) postmodernizmin kavram olarak kullanılışının her ne kadar 20. yüzyıl başlarına kadar götürülebileceği söylense de bugün algıladığımız biçimi ve olgusal tarafıyla postmodernizmin ciddî bir hareket olarak ortaya çıkışının 2. Dünya Savaşı sonrası ve özellikle de 1960’lı yıllar olduğu söylenebilir.” (Emre, 2006: 47) Bu artık yeni bir dünya isteğinin hareketlerinden biridir.

Bu değişimde yapısal dil kuramının da büyük etkisi olduğunu göz ardı edemeyiz: Saussure’den önceki dil anlayışına göre dil, var olan nesneleri adlandırır. Yani sınıflara ayrılmış, düzene sokulmuş hazır bir dış dünya vardır ve bu gerçekliği biz dil ile aktardığımıza göre, dil, bu dünyayı yansıtmaya yarayan bir araçtır. Saussure bu dil anlayışını köktenci biçimde değiştirdi ve durumu tersine çevirdi diyebiliriz. (Moran, 2003: 55)

Yapısal dil anlayışına göre dil gerçekliği aktarmaz, bir anlamda yaratır. Yani dil, gerçekliği yansıtan bir ayna değil, gerçeği oluşturan süreçlerden biridir aynı zamanda. Ve postmodernizmin, özellikle edebiyat için, farkını dil yoluyla (üslupta) gösterdiğini söylemek de mümkündür.

Jameson, tarihsel bir yaklaşım sergiler postmodernizm konusunda: “Postmodernizmin ne olduğunu kavrayabilmenin en emin yolu, onu her şeyden önce, tarihsel yönden düşünmeyi unutmuş bir çağda yaşanan zaman üzerinde tarihselci bir bağlamda düşünmeye yönelik bir girişim şeklinde ele almaktır.” (Jameson, 1994: 9) Postmodernizmle tarih arasında sıkça bağ kurulur. Hatta onu, geçmişle geleceğin bir potada eritilmesi ya da geçmişin ısıtılıp tekrar tekrar önümüze getirilmesi şeklinde benzetmelerle ifade edenler de olmaktadır. Hangi tanıma bakarsak bakalım, hepsinde bir belirsizlik, eksiklik olduğunu anlarız hemen. Öyleyse postmodernizm için bir “belirsizlik” ruh hali öngörmemiz kaçınılmazdır:

Postmodernizm kuramı, gerekli araçlar olamadan ve artık bir “çağ”, ya da “zeitgeist”; sistem ya da “mevcut durum”un bulunup bulunmadığından bile emin olmadığımız bir konumda, içinde yaşanan çağın sıcaklığını ölçme girişimlerinden biridir. Bu nedenle Postmodernizm kuramı, hiç değilse ilk ipucu olarak belirsizliği seçebilme, (…), diyalektik bir süreçtir. (Jameson, 1994: 11)

Aşamalı bir durum olan postmodernizmi anlamak da aşamalı bir durumdur. Öncelikle “post” önekini açıklamakta yarar var: “Kavram olarak ‘post’ öneki Batı dillerinde, bir sürecin sonu anlamına geliyorsa da, terimleşmiş hâliyle, post-modernizm, modernin sonu, modernden sonra doğmuş; onun devamı, içerdiği boyutlardan birinin süreği yahut anti-modernizm anlamlarında kullanılmaktadır.” (Emre, 2006: 20 – 21) “Post” ve “modernizm” arasındaki ilişkide

kuramcıların fikir ayrılıkları işimizi güçleştirdiği gibi düşünce pergelimizin açısını da genişletmekte ve geliştirmektedir.

Postmodernizmin sözcük/sözlük anlamı yukarıdakilerden hangisi olursa olsun, nihayetinde modernizmle bir şekilde, ama iyi ama kötü, bir bağlantısı/teması olduğu aşikârdır: “Her şeyin karşıtıyla birlikte hiçbir çatışmaya yer vermeden var olduğu, farklılıkların barışçı bir karnaval atmosferi içinde bir arada yaşadığı bir tinsel varoluş biçiminin adıydı postmodern.” (Ecevit, 2011: 62) Ecevit’in tanımı –çoğulculuk- yerindedir.

Batı içinde Batı’ya yönelik sorgulamalar aslında 19. yüzyılın ikinci yarısında Nietzsche ile başlayıp arkasından Frankfurt Okulu temsilcileri (Adorno, Benjamin, Habermas, vs.) ile Foucault, Lyotard, Derrida ve Baudrillard gibi Fransız düşünürler tarafından sürdürülür. Bu anlamda postmodernizmin babası olarak Nietzsche’yi adres göstermek pek yanlış olmayacaktır: “Nietzsche’yi belki postmodernizmin değil ama, postmodern sürecin ilk sacayaklarından biri olarak kabul edebiliriz.” (Emre, 2006: 39) Eagleton da buna dikkat çeker: “Filolojiye hissettiği tutkunun ışığında bakıldığında, Nietzsche’nin pek çok yönden postmodern kültürün atası olarak düşünülmesi ironiktir;” (Eagleton, 2011: 27) Postmodernizmin kökleri Don Kişot’a kadar uzatılabilir yoksa.