• Sonuç bulunamadı

Bakış açısı ve anlatıcıda farklılıklar

1.1.13. Postmodernizmin romanın unsurlarında yaptığı bazı değişiklikler

1.1.13.5. Bakış açısı ve anlatıcıda farklılıklar

“İsa’ya Göre İncil” isimli kitabını bir İncil olarak niteleyen Saramago’nun bizzat olay örgüsünün arasında, “(…) ama bu İncil yazarının her an her yerde olması mümkün değildir, bilesiniz.” (Saramago, 2012: 267) uyarısıyla karşılaşırız. Postmodern eserlerde bu tür, okura yönelik ihtarları zaman zaman, bazaen de sıklıkla görmemiz mümkün. Mesela Milan Kundera da, “Romanlarımdaki kişiler kendime ilişkin gerçekleşmemiş olabilirliklerdir. Her biri benim ancak kenarında dolaştığım bir sınırı aşmıştır. (…) Çünkü romanın sorguladığı sır o sınırın ötesinde başlar. Roman yazarın itirafları değildir; bir tuzak haline gelmiş dünyamızda yaşanan insan yaşamının araştırılmasıdır.” (Kundera, 2013: 228) diyerek romanının içinde romanlarını nasıl yazdığı üzerine küçük bilgiler de verir.

Postmodern anlatılarda en dikkat çekici hususlardan biri “anlatıcı” figürdür. Çünkü postnodern anlatıcı ne realistler gibi kendini saklar, ne de 19. yüzyılın “yazar-anlatıcı”ları gibi “sevgili okur” diye seslenip “toplumsal mühendislik” (Tekin, 2012: 27) rolüne soyunurlar. Postmodern anlatıcı, okuruyla bağlarını koparmaz. Onunla “edebî bir iklim”de, yani metinde, sürekli bir arada olmaya, süreç hakkında bilgi vermeye çalışır. Okuru bir şeylere inandırmaz, yönlendirmez; ona eşlik eder yalnızca. Bundan utandığı zamanlar olduğu kadar zevk aldığı anlar da yok değildir. Onda yaratımın hemen her düzeyi mevcuttur.

Bu anlatıcının da ne yazık ki postmodernizme özgü olduğunu söylemek güç olacaktır. Çünkü gerek Don Kişot’tan itibaren hemen her dönemde karşımıza çıkabilecek olsa da, en yoğun bir şekilde, mesela Denis Diderot’ta (Kaderci Jacques ve Efendisi) bu anlatıcı bulunmaktadır: “Bu küçük ordunun Jacques ve efendisinin üstüne çullanacağını, kanlı bir kavganın çıkacağını, sopaların inip kalkacağını, tabancaların patlayacağını düşüneceksiniz. Bütün bunların olup

olmaması benim elimde.” (Diderot, 2014: 11) Okura sürekli oynadığı oyunun kurallarını hatırlatır durur. Yazdıklarının mahiyetini ortaya koyar: “Açıkça görüldüğü gibi bir romancının kullanmaktan geri kalmayacağı şeyleri ihmal ettiğim için ben bir roman yazmıyorum. Yazdıklarıma gerçek gözüyle bakan bir kimse herhâlde onlara uydurma diyen birinden daha az yanılmış olur.” (Diderot, 2014: 12) Veya okurun ona çok şey borçlu olduğunu hissettirir:

Benim yerimde başka biri olsaydı bu üç cerrahın dördüncü şişeyi içerken ettikleri sohbeti, harikulade tedavi yöntemlerini, Jacques’ın sabırsızlığını, ev sahibinin hoşnutsuzluğunu, bizim şu taşra Asklepios’larının Jacques’ın bacağı hakkında önerdikleri tedavileri, aralarındaki görüş ayrılıklarını, birinin bacak kesilmezse Jacques’ın öleceğini söylemesini, ötekinin yalnız kurşunu ve kurşunla beraber ete giren elbise parçalarını çıkarmak ve bu biçareye bacağını bağışlamak gerektiğini ileri sürmesini ballandıra ballandıra anlatırdı! Sizi romanlarda, eski komedilerde ve cemiyet hayatında rastlayabileceğiniz bütün bu şeylerden kurtarıyorum. (Diderot, 2014: 13-14)

Olay örgüsü ile okuyucu arasına bu denli giren başka bir yazar var mıdır acaba?

Okurun da kendisine soru sormasını ister kimi zaman: “Öte yandan, okuyucum, sizin bana, efendisinin acıyı utancına tercih ederek, daha ağır da olsa dizinden başka bir yerinden yaralanmak yaralanmak isteyip istemeyeceğini sormanızı da isterdim.” (Diderot, 2014: 15) Bazen de okuyucunun kendisinde yarattığı stresten (?) olsa gerek, yakınır:

Alay ettiğimi, yolcularımı nereye götüreceğimi bilemediğim için bütün ahmakların yaptığı gibi lafı dolandırdığımı söyleyeceksiniz. Lafı dolandırmayı ve bundan elde edebileceğim bütün kazançları sizin için feda ediyorum. Hoşunuza giden şeylerle yetineceğim, yalnız bir şartla: Siz de Jacques ve efendisinin nereye gittiklerini sorarak kafamı şişirmeyeceksiniz! (Diderot, 2014: 21)

Diderot, son derece şeffaf bir anlatıcıdır. Okuru sonuna kadar okutmak için çekmeye azami gayret gösterir.

Kaderci Jacques ile Efendisi’nde “anlatım” dışında neredeyse hiç olay yoktur. Eser baştan sona Jacques ile Efendisi’nin birbirlerine başlarından geçenleri anlatması üzerine kuruludur. Bunun yanında egolarına hâkim olamayan bir anlatıcının da okurla yaptığı diyaloglar ile kahramanlarının yazgılarına yaptığı müdahalelerden müteşekkildir: “Size Jacques’la efendisinin geceledikleri şehrin Conches olduğunu ve buranın kumandanının evinde misafir kaldıklarını söylemememin nedeni bunun aklıma şimdi gelmiş olmasıdır.” (Diderot, 2014: 26) Başkalarının okuru sürüklemek için olay örgüsünde yapacaklarını o bizzat kendi pozisyonunu kullanarak yapmaya çalışır.

Okurla konuşur, onun da esere katkıda bulunmasını ister: “’Fakat, Tanrı aşkına söylesenize yazar!’ diyorsunuz, ‘Nereye gidiyorlardı?’ Ben de size, ‘Tanrı aşkına siz söyleyin

okuyucu!’ diye cevap vereceğim.” (Diderot, 2014: 44) Yani aslında eserdeki bütün gerilimi, heyecanı sağlama görevi onundur:

Okuyucum, burada arabacıyı, uşakları ve efendilerini bir hendeğe yuvarlamaktan beni kim alıkoyabilir? Hendek sizi ürkütüyorsa, hepsini sağ salim şehre getirdikten sonra onları içinde sarhoş gençlerin olduğu başka bir arabayla çarpıştırmaktan beni kim alıkoyabilir? Her iki arabadakiler birbirlerine ağır sözler söyleyebilirler; bir kavga çıkar, kılıçlar çekilir ve mükemmel bir kavga başlar. Kavgadan hoşlanmıyorsanız beni çarptıkları arabanın içine Mlle. Agathe ve teyzesini yerleştirmekten beni kim alıkoyabilir ki? Ama bunların hiçbiri olmayacak. (Diderot, 2014: 241)

Diderot, aba altından sopa göstermeyi bilir. Bu ne okur, ne de kahramanlar için bir tehdit olarak görülmeli.

Salman Rushdie de “Geceyarısı Çocuklarında” yer yer araya girer: “(…) tıpkı hayatta kalması Prens Şehriyar’ı meraktan öldürmesine bağlı olan Şehrazat’ın her gece yaptığı gibi!” (Rushdie, 2013: 39) Ancak bunu anlatıcı figürü aracılığıyla yapar. “Kaderci Jacques ve Efendisi”, tıpkı “Binbir Gece Masalları”ndaki gibi bir hikâye anlatma ve dinleme motifi üzerine kurulmuştur:

Tam o sırada her zamanki gibi ablamın sözünü kestim, “Hikâye anlatmakta üstüne yok Şehrazat. Sen Şah’la sevişip ona hikâyeler anlatırken yatağınızın ayakucunda oturduğum bininci gece bu; anlattığın son hikâye de bir cinin bakışı gibi beni yerime mıhladı. Tam bitirmeden önce böyle araya girmek aklımın ucundan bile geçmezdi, ama doğudan ilk horozun ötüşü geldi kulağıma, falan filan, hem Şah’ın da gün ağarmadan önce biraz olsun uyuması gerek. Keşke senin yeteneğin bende de olsaydı.” (Barth, 1995: 7)

Şehrazad, ölmemek için kocası Şehriyar’a her gece bir öykü anlatmak zorundadır: Günlerden bir gün Şehrazad hükümdarla evlenmeye karar vermiş; ya kurtulup ülkenin bütün kadınlarının gönlüne su serpecekmiş ya da bu uğurda kellesi gidecekmiş. Başlamış hükümdara her gece ilginç ve merak uyandıran bir masal anlatmaya. Yalnız şafak sökerken masalını en heyecanlı yerinde kesiyormuş. Hükümdar dameraktan kurtulmak, masalın sonunu öğrenebilmek için Şehrazad’ın canını bağışlamak zorunda kalmış. Böylece binbir geceyi birlikte geçirmişler, sonunda Şehrazad’ın hükümdardan bir de oğlu olmuş. (Borges, 1994: 58-59)

İnsanın öykü dinleme merakının kamçılanmasının güzel örneklerinden birdir. Çerçeve öyküde, Sultan Şehriyar, eşinin kendisini aldattığını görünce, hem eşini öldürtüyor, hem de her gece genç bir kızla evlenip ertesi sabah bu kızı öldürtüyor. Bu duruma bir son vermek isteyen Şehrazad, Sultan’la evlenmeyi kendisi seçiyor. İlk gece bir masal anlatmaya başlıyor, sabah olduğunda, masal bitmemiş oluyor ve Sultan, masalın sonunu merak ettiğinden, Şehrazad’ın hayatını o gece için bağışlıyor. Ancak, ertesi gece Şehrazad o masalı bitirir bitirmez yeni bir masala başlıyor ve bu böyle binbir gece sürüyor. Sonunda Sultan, dinlediği masalların etkisiyle, bilge bir kişilik ediniyor ve kızları öldürtmekten (kurban etmekten) vazgeçiyor. Şehrazad da, artık kurban edilmeyecektir. (Akerson, 2010: 49)

”Binbir Gece Masalları”, Doğu’ya özgü bir anlatım modeli öngörür. Postmodern yazarlar bundan da yararlanmasını bileceklerdir.

Diderot’nun anlatım tarzını ararken;

Kundera’nın Gülüşün ve Unutuşun Kitabı adlı yapıtı, Calvino’nun Bir Kış Gecesi, Eğer Bir Yolcu’su, Grass’ın The Flounder’ı, Goytisolo’nun Kont Julian’ı, Roth’un Köy Yaşamı adlı yapıtı, Saramago’nun Ricardo Reis’in Yaşamının Son Yılı romanı, Rüşdü’nün Utanç’ı ve Ackroyd’un Hawksmoor’unu ele alın. Bu yapıtlardaki yenilik ve özgürlük, Rabelais, Cervantes, Sterne ve Diderot’nun büyük derslerinin yitmediğinin, Joyce’tan sonra gerçekçi romanın, psikolojik romanın ölmediğinin, aslında gizlice Bakhtinci çizgide romanların doğumunu müjdelediğinin en iyi kanıtıdır. (Fuentes, 2003: 115-116)

Rabelais, Cervantes, Sterne ve Diderot kutsal dörtlüsünün anlatıcı mirasına gerçek yazarlar daima sahip çıkacaklardır: “Yazgısına vurgundu ve felakete doğru yürüyüşü bile ona soylu ve güzel görünüyordu.

Beni iyi anlayın: Kendisine vurgundu demedim, yazgısına vurgundu. Bu ikisi birbirinden çok farklı şeyler.” (Kundera, 2013: 21) Milan Kundera da Diderot gibi davranmaktan alıkoyamaz kendini:

İstediği kadar bu can sıkıcı anıdan kurtulmak için yeniden gaza bassın. Bu kez elimden kurtulmasına izin vermeyeceğim onun. İşe ben karışıp bu anıyı gözlerinin önüne sereceğim ki bir an olsun duraklasın. Yineleyeyim isterseniz: Pencerede, begonyaların arasında, o kocaman burnu ile Zdena’nın suratı görünmekteydi ve Mirek ona fena halde tutkundu. (Kundera, 2013: 34)

Hikâyenin dışına çıkar bazen, öyle ki ona tepeden (Eyfel’in üzerinden mesela) bakar; tıpkı bir tanrı gibi, eserin içeriği ve niteliği üzerine konuşmaya başlar:

Bu kitap, çeşitleme biçiminde bir romandır. Çeşitli bölümleri, bir temanın, bir düşüncenin, sonsuz büyüklükler içinde kapsamı benim için kaybolmuş bulunan, eşi benzeri olmayan tek bir durumun içine götüren bir yolculuğun değişik durakları gibi birbirini izler.

Bu Tamina hakkında yazılmış bir romandır, ancak Tamina sahneden çekilince, Tamina için yazılmış bir roman haline döner. O başlıca kahramanı ve başlıca dinleyicisidir. Bütün ötekiler onun öyküsünün birer çeşitlemesidir ve bir aynadaki gibi onun yaşamı içinde birbirleriyle birleşirler.

Bu, gülüş ve unutuş üzerine, unutuş ve Prag üzerine, Prag ve melekleri üzerine yazılmış bir romandır. Kaldı ki, otomobilin direksiyonuna geçen genç adamın adının Raphael olması da bir rastlantı değildir. (Kundera, 2013: 194-195)

Postmodern yazarlar, diğer başlıkları bir kenara bırakırsak, işte bu anlatıcı yönleriyle bir gelenek oluşturmaya doğru emin adımlarla yürümektedirler.