• Sonuç bulunamadı

Bürokratik davranışın açıklanmasında ekonomi literatüründe çeşitli görüşler mevcuttur. Bir görüşe göre bürokratlar kamuoyunun çıkarlarına hizmet ederler. Bir başka grup ekonomiste göre ise, bürokratlar kendi refahını maksimize edecek şekilde davranırlar. Yani güç ve saygınlığını artırmak için çaba gösterirler. Bağımsız merkez bankası görüşü, siyasetçilerin enflasyonist eğilimli para politikası yapma isteklerinden kaynaklanmaktadır. Birçok ekonomist ve siyaset bilimciye göre demokratik rejimlerde siyasetçiler, bir sonraki seçimleri kazanma amacıyla kısa vadeli düşünür, popülist politikalar uygular ve yapısal projelere mesafeli dururlar. Dolayısıyla fiyat istikrarı gibi uzun vadeli amaçlarla ilgilenmezler. Onun yerine uzun vadede istenmeyen sonuçlar doğuracağı bilinse ya da beklense de, problemlere yüksek istihdam, yüksek faiz oranları gibi kısa vadeli çözüm yolları düşünürler.

1970’lerde, Bretton Woods sisteminin çöküşünün ardından bütün dünyada ortaya çıkan yüksek enflasyonun sebebinin, para otoritesinin enflasyonist eğilime sahip olmasından kaynaklandığı konusunda akademik iktisatçılar ve merkez bankacılar arasında fikir birliği oluşmuştur. Bunun üzerine söz konusu eğilimi yok etmeye yönelik çözüm önerileri geliştirilmeye çalışılmıştır. Para politikası literatürünün çok büyük bir kısmı, para otoritesinin “zaman tutarsızlığından” kaynaklanan enflasyonist eğiliminin yok edilmesine ilişkin çözüm önerilerinin tartışılmasından oluşmaktadır.

Çözüm önerilerinden ve enflasyon hedefleme stratejisinin temel unsurlarından birisi olan “merkez bankalarının bağımsızlığı” görüşünün dayanak noktalarından biri, para politikasının bu politikalar ve uygulamaları konusunda uzman olmayan siyasetçilere bırakılamayacak kadar önemli olmasıdır. Başka bir dayanak noktası da, asıl-vekil (principal-agent) teorisinden gelmektedir. Mikroekonominin firma

58

davranışları teorisi içinde yer bulan asıl-vekil çelişkisi dağınık ve birbirinden bağımsız karar birimleri konumundaki hisse senedi sahiplerinin, şirketlerini birlikte yönetmelerinin pratikte mümkün olmaması sebebiyle, kendi çıkarlarını ençoklaştırma hedefine göre davranacağına inandıkları bir yöneticiyi kendi yerlerine görev yapmak üzere seçmeleri olarak ifade edilebilir. Bu teorinin para politikasına uygulanması halinde demokratik rejimlerde her türlü politika yapma yetkisi elinde olan halk (kamuoyu), firma ölçeğinde olduğu gibi hükümeti beraber yönetmeleri mümkün olmadığından her tür politika yapma yetkisini kendi oylarıyla seçtiği siyasetçilere devretmektedir. Siyasetçiler ise asıl olan halktan aldığı politika yapma yetkisini, kendi belirlediği ölçüde yine kendi belirlediği kurumlara devretmektedir. Bir başka ifadeyle, hem hükümet hem de merkez bankası vekil, halk ise asıldır. Her vekil, kendi çıkarlarını asıl’ın çıkarlarından üstün görme ve gözetme eğilimine sahiptir. Bağımsızlığı savunan görüşe göre, söz konusu vekil hükümet olduğunda bu eğilim daha da fazladır.

Para politikası, asıl-vekil problemine maruz kaldığından dolayı enflasyon ya da istikrar eğilimlerinin açığa çıkması mümkündür. Bu eğilimlerden hangisinin baskın olacağı ise politik ortamla doğrudan alakalıdır. Fratianni, von Hagen ve Waller (1997), çeşitli kurumsal yapılanmaları inceledikten sonra merkez bankası bağımsızlığının ve performans sözleşmelerinin enflasyonist eğilimin üstesinden gelebilecek en iyi çözüm olduğunu öne sürmektedirler. Bu ikisi arasından da bağımsızlığın tercih edilmesi gerektiğini belirtmektedirler.

Merkez bankalarının demokratik ülkelerde bağımsızlığının söz konusu olamayacağını düşünen görüşe göre ise para politikasını yürüten seçkin grubun hiç kimseye karşı sorumlu olmaması, kesinlikle demokratik değildir. Merkez bankalarının sorumluluğundaki eksiklik önemli problemlere yol açabilir. Ayrıca merkez bankalarının uzun dönem amaçları izlemesi beklense de, siyasetçiler de uzun vadeli politikalar (örneğin, dış politikalar gibi) yürütmektedirler.

Demokratik rejime göre kamuoyu (halk), ekonomik durumdan hükümeti sorumlu tutmaktadır. Fakat hükümetin kamu kurumları üzerindeki otorite eksikliği ekonomik durumu belirleyen en önemli unsurlardandır. Ayrıca ekonomik istikrarı sağlayıcı bir programı yürütmek ve başarılı olabilmek için para ve maliye politikalarının birbirleriyle çok uyumlu bir şekilde idare edilmeleri gerekmektedir.

59

Bağımsızlık karşıtı görüşe göre, ancak bu iki politika aynı otoritenin kontrolü altında olursa bu başarılabilir. Erçel (2008) ise merkez bankası bağımsızlığının en önemli koşullarından birisinin, para otoritesinin “emir almadan” hükümet ile uyumlu bir tarzda çalışmak olduğunu belirtmektedir.

Modern merkez bankacılığı teorisine göre merkez bankalarının görevi, varlığı aşikar olan “belirsizlik” ortamında fiyat istikrarı, istikrarlı büyüme ve istikrarlı finansal sistemi geliştirmek için para politikası uygulamaktır. Merkez bankacılığı konusundaki akademik ve politika uygulamaları literatürünün günümüze kadar kaydettiği birikimin önerdiği fiyat istikrarı nihai hedefine ulaşmak adına merkez bankalarının yukarıda kısaca bahsedilen çerçevede para politikasının sınırlarını ve kapsamını belirleyen bir strateji ortaya koymaları gereklidir. Söz konusu strateji, para politikası stratejisi (PPS) olarak adlandırılabilir. Para politikası ile doğrudan fiyat istikrarına erişilemediğinden dolayı ve para politikalarının etkileri uzun dönemde yaklaşık bir ya da bir buçuk yılda ortaya çıktığından dolayı, merkez bankaları politika uygulamalarıyla etkileyebilecekleri büyüklükleri/değişkenleri ara hedef olarak seçerek bu seçilmiş hedeflerdeki gelişmeleri takip ettikleri bir yol haritası çizmek zorundadırlar. Bu ara hedefler; parasal hedefler (M1, M2 vb.), döviz kuru hedefi, GSMH/GSYH hedefi, faiz oranı hedefi ya da fiyat düzeyi/enflasyon hedefi olabilir. Enflasyon/fiyat düzeyi hedefi dışındaki değişkenler, nominal ve/ya reel bazda hedeflenebilir. Merkez bankaları faiz oranlarını doğrudan etkileyebildikleri halde para arzını doğrudan hedefleyemedikleri için, kendi bilançolarından bu ara hedeflerle istikrarlı bir ilişki içerisinde olan, kontrol edilebilir ve ölçülebilir bir operasyonel hedef seçerler. Söz konusu operasyonel hedefler rezerv para ve parasal taban olabilir.

Para politikası uygulayıcıları, izleyecekleri politikalarla belirsizlik ortamına ilave katkıda bulunmaksızın, tam tersine faaliyetleriyle piyasalarda kendi yaratacakları potansiyel belirsizliği minimize etmelidirler. Merkez bankalarının kamuoyunun farklı grupları tarafından farklı anlaşılabilmesi riskini en aza indiren faktör, yasayla belirlenmiş amaçlarının net olmasıdır. Örneğin ECB Yönetim Konseyi fiyat istikrarını, Euro Bölgesindeki Uyumlaştırılmış Tüketici Fiyatları Endeksinin (HICP: Harmonized Index of Consumer Prices)(7), yıldan yıla %2’nin

60

altında fakat %2’ye yakın artması olarak tanımlamıştır. Avrupa Merkez Bankasının aksine, FED’in kamuoyu önünde açıklanmış bir amacı yoktur. Amaçlar anlamında oldukça uzun, detay olarak oldukça kısa olan Humphrey-Hawkins Act eldeki tek belgedir. Sonuç olarak FOMC üyeleri bile kendi aralarında ulaşmayı hedefledikleri kesin ve apaçık bir amaç üzerinde anlaşmaya varmış gözükmemektedirler.

İkinci önemli konu, para politikası duruşu hakkındaki spekülasyonların azaltılması ve politikaların şeffaflığının artırılmasıdır. Para politikası kararlarının anlaşılmasını kolaylaştırmak bağlamında Cecchetti (1998) toplantı deşifrelerinin tamamının belli bir tarihten sonra yayımlanmasını önermektedir. İngiltere Merkez Bankası toplantı deşifrelerinin tamamını toplantıdan iki hafta sonra yayımlamaktadır. Ayrıca komitenin geleceğe dönük bakışının bir özetinin de yer aldığı bir bölüm bulunmaktadır. Her ne kadar finansal piyasalar bu iki haftalık gecikmeyi oldukça uzun görseler de, toplantı deşifrelerinin belirli ölçüde açıklanması para politikasının sebep olabileceği belirsizliğinin azalmasına hizmet etmesi açısından önemlidir.

Herhangi bir karar alıcının görevi sadece ekonomik durumu değerlendirerek “uygun” davranışı belirlemek değildir. Karar alıcının kamuoyuna ve piyasalara ikna edici bir şekilde bu davranışın ve genelde politik yaklaşımın sebeplerini de açıklamaktır. Kamuoyunun politika uygulayıcıları tarafından benimsenen genel politik yaklaşımı desteklemesi politika hedeflerine erişilebilmesi açısından önemlidir. Bunun yanında piyasaların ve kamuoyunun beklentileri ile politika uygulayıcılarının beklentileri birbirine yakınlaştıkça para politikasının etkinliği de artacaktır. Fakat daha önce de bahsedildiği üzere, herhangi bir davranış değişikliğine ihtiyaç olup olmadığı, bu davranış değişikliğinin boyutları ve daha sonra da kamuoyunun ve piyasaların, davranışın uygun davranış olduğuna ikna edilmesi gerekliliği belirsizlikten kaynaklanmaktadır.

Ekonomiyi etkileyen şokların çeşidi ve süresine ilişkin piyasa belirsizlikleri merkez bankasının para politikası uygulamalarında zorluklar ortaya çıkaracaktır. Bu zorlukları azaltmak için merkez bankası ekonomik duruma ilişkin tüm belirsizlikler hakkında ve kendisinin enflasyonist ve deflasyonist baskı unsurlarına ilişkin değerlendirmelerini olabildiğince açık anlatmalıdır.

Bir merkez bankası karşı karşıya kaldığı belirsizlikleri kamuoyuna iki yolla iletebilir. İlki, enflasyonun tahmin yolunun olasılık dağılımını belirleyecektir. Daha

61

az resmi bir diğer yöntem ise merkez bankasının üretim artışı ve enflasyon için bir aralık tahmini vermesidir. Buna ilave olarak enflasyon tahminine ilişkin riskler açıklanabilir ve böylelikle tahminin çeşitli koşullara bağlı olduğu ortaya konabilir. Ayrıca tahminde kullanılan varsayımlar hakkındaki belirsizlikler açıklanabileceği gibi bağımsız değişkenlerin farklı durumları için farklı senaryolar da ortaya konabilir.

Merkez bankaları açısından parasal aktarım mekanizmasının her bir unsuruna ilişkin belirsizlikler daha fazla önem arz etmektedir. Mekanizmanın her bir safhasında önemli ölçüde belirsizlik mevcuttur ve her bir aşamada beklentilerdeki değişiklik sonucun belirlenmesinde önem arz etmektedir. Bu bağlamdaki belirsizlik arttıkça, merkez bankasının karar alırken tedbirli davranma ihtimali artacaktır.

Mali fiyatların temel aktörler olduğu dünyada, parasal büyüklüklerin pasif elemanlar olup olmadığı konusunda ve ayrıca parasal büyüklüklerin merkez bankası faaliyetlerinin talep ve enflasyona aktarımında önemli bir rol oynayıp oynamadığı konusunda ekonomi yazınında farklı görüşler mevcuttur.

Günümüzde küreselleşme sürecinin bir sonucu olarak dünya ekonomileri karmaşık ve çok yönlü bir etkileşim içerisindedirler. Bununla birlikte dünyada bulunan çok farklı yapıdaki ekonomilere tek ölçünün uyarlanması (one-size-fits-all) teorik olarak mümkün olsa da uygulaması çok zor olup, gerçekçi değildir. Merkez bankacılığı söz konusu olduğunda da aynı kural geçerliliğini korumaktadır. Dolayısıyla merkez bankacılığı giderek zorlaşmanın ötesinde her ülke ekonomisine has icra edilen bir sanat olarak karşımıza çıkmaktadır (Bkz. Mishkin, 2007). Bugün gelinen noktada ve kuvvetle muhtemel gelecekte çok daha şeffaf ve hesap verebilirlik düşüncesi odaklı, fakat her ekonomi için özel stratejilerin belirlenmesi esas olabilecektir. Magnus (2007) merkez bankalarının en önemli silahı olan para politikasını bile gerçeklerin karşısında kendilerine özgü düşünce ve davranışları ile, ama en önemlisi hayatın diğer gerçeklerini göz önüne almadıkları için yanlış bir zamanlama ile kullandıklarını savunmaktadır. Sonuç itibariyle her ülkeye özel para politikası stratejisinin tasarlanmasının teoride ortaya konanın çok ötesinde bir “sanat” olarak görülmesi temelsiz değildir.

62

1.6. Para Politikası Stratejileri Seçiminin Teorik Temelleri 1.6.1. Ulusal Hasıla-Fiyat İlişkisi ve Hasıla Açığı

1.6.1.1. Geleneksel Teoriler

Enflasyon ve üretim hacmi arasında uzun dönemde değil de, kısa dönemde mevcut olduğu kabul edilen ilişkinin varlığı, para otoritesinin neden uzun dönem hedeflerinden vazgeçip, kısa dönem enflasyon sürprizleri ile üretim artışı sağlamaya çalıştığını açıklamaktadır.

Enflasyon, işsizlik ve fiyat hareketleri ile istihdam arasındaki ilişki, ekonomistlerin uzun zamandan beri tartıştığı konulardandır. 1900’lü yıllarda ortaya çıkan ve gelişen Klasik Teori’ye göre; işsizlik oranındaki bir değişmeye ücretlerin ayak uydurmasının sonucu olarak işsizliğin uzun süre değişmeyeceğini savunmuştur. Bununla birlikte, büyük depresyon boyunca yüksek ve sürekli işsizliğin ortaya çıkması, Klasik Teori’nin bu iki unsur arasındaki ilişkiyi açıklamada yetersiz kalmasına neden olmuş, 1930’larda temel amaçlarından biri de büyük depresyon boyunca yaşanan sürekli işsizliği açıklamak olan Keynesyen Teori’nin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Keynesyen Teori’ye göre, emek piyasalarında oluşan dengesizlik, diğer bir ifadeyle gayri iradi işsizlik, ücretlerin aşağıya doğru katı olmasından(8) kaynaklanmaktadır.

İngiliz ekonomist Phillips (1958) de “enflasyonun nedenleri” ile ilgili bir makalesinde 1861-1957 arası verilerle yaptığı analizde, nominal ücret artışları ile işsizlik oranı atışları arasında negatif bir ilişki bulunduğunu ve ayrıca işsizlik ile ücretlerin değişimi arasındaki ilişkinin kuvvetinin işsizlik seviyesine bağlı olduğunu savunarak Keynesyen Teoriye empirik destek sağlamıştır. İşsizlik oranı düşük seviyedeyken, işsizlikteki düşüşün ücretlerde önemli artışlara yol açması, işsizliğin görece yüksek olduğu dönemlerde ise işsizlikteki düşüşün ücretlerde daha küçük artışlara yol açması Phillips eğrisinin reel ve nominal ekonomiye ilişkin

(8)İş yerlerinin işgücü talebi düştüğünde nominal ücretlerin bu kadar hızlı düşmemesi ya da klasik teorinin iddia ettiği kadar düşmemesi ile yani yapışkan ücretler varsayımı (sticky wages) ile açıklanmakta olup, Keynes’e göre emek talebinde gözlemlenen dalgalanmaların kaynağı toplam yatırımlardaki dalgalanmalardır. Yatırımın dalgalanması ise kısa ve uzun dönem beklentiler ve faiz oranlarındaki değişmeden kaynaklanmaktadır.

63

yansımalarının olduğunu düşündürmektedir. Keynesyen teori, para politikasının toplam talebi ve dolayısıyla toplam istihdamı artırmak ya da azaltmak için kullanılabileceğini iddia etmekte, Phillips eğrisi de toplam talep yönetiminin enflasyonu nasıl etkilediğine açıklık getirmektedir. Dolayısıyla, işsizlik ve enflasyon arasındaki ilişki, politika yapıcılara tercih yapma imkânı sağlamaktadır(9).

1960 yılında Paul Samuelson ve Robert Solow tarafından yapılan çalışmada Phillips eğrisi değerlendirilmiş ve uzun dönemde işsizlik ile enflasyon arasında ters yönlü bir ilişkinin varlığı kabul edilmiştir. Buna göre, politika yapıcılar işsizlik ve enflasyon hedeflerinden birini seçmeli, bir değişkenin daha düşük gerçekleşmesi için diğerinden ne kadarına katlanmaları gerektiğine karar vermelidir. Samuelson ve Solow, %3 oranındaki fakat ideal olarak tanımlanamayacak işsizlik oranına çok yüksek olarak değerlendirilmeyen %4-5 gibi bir oranla ulaşılabileceğini belirttiler. Bu düşüncenin etkili olması, ekonomiyi sürdürülebilir olmayan istihdam seviyesine götüren aktif para ve maliye politikası uygulamalarının yaygınlaşmasını sağlamıştır.

Samuelson ve Solow (1960), Phillips eğrisine farklı bir yorum getirerek, bu eğrinin parasal ücretteki değişim oranı ile işsizlik arasındaki ilişkiyi değil, işsizlik ile enflasyon arasındaki ilişkiyi gösterdiğini, bunun da politikacılara işsizlik dereceleri ile fiyat istikrarı arasında bir tercih imkânı sunduğunu savunmuşlardır. Milton Friedman ve Edmund Phelps (1968) ise, birbirlerinden bağımsız olarak, uzun dönemde işsizlik ile enflasyon arasında ters yönlü bir ilişkinin olmadığını, enflasyon oranı ne olursa olsun uzun dönemde ekonominin doğal işsizlik oranına ulaşacağını iddia etmektedir. Bu iki iktisatçıya göre bu durumda uzun dönem Phillips Eğrisinin dikey olabileceğini ve işsizliği doğal oranın altına indirmeye yönelik politikalar sadece enflasyonun yükselmesine neden olabilirler. İki iktisatçının “doğal oran” hipotezi kısa sürede etkisini göstermiş ve resmi ekonometrik modellere dahil olmuştur. Merkez bankası otoriteleri de uzun bir süre ters yönlü ilişki yoktur görüşüne uygun hareket etmişlerdir.

Friedman (1976) ise, enflasyonu her zaman için parasal bir olgu olarak kabul etmekte, Phillips’in istatistikî bulgularının nominal ücretlere dayandığını fakat

64

geleneksel ekonomik teoriye göre firma ve hanehalklarının istihdam kararlarını reel ücretlere göre aldıklarını belirtmektedir.

Friedman (1968) ve Phelps (1967) Phillips eğrisinin uzun dönem yansımalarını değerlendirirken, politika otoritelerinin işsizlikte sürekli bir düşüşü gerçekleştirebilmelerini sağlayan bir değiş tokuşun olmadığını varsaymışlar, kısa dönemde böyle bir şeyin mümkün olmasına rağmen, uzun dönemde mümkün olmadığını vurgulamışlardır. Bu iki iktisatçıya göre bütün işçileri geçici olarak aldatmak mümkün olsa da, sürekli olarak aldatmak mümkün değildir. “İşsizliğin doğal işsizlik düzeyinin altında tutulabilmesinin tek yolu, cari enflasyonu her zaman beklenen enflasyonun üstünde tutan sürekli artan enflasyondur” (Friedman, 1976).

Keynesyenlere göre makro iktisatçıların görevi, enflasyon ve işsizlik sorunları arasında doğru dengeyi bulabilecek talep yönetimi politikalarının kurgulanmasıdır. 1960’lar boyunca Keynesyenler, enflasyon ve işsizlik arasındaki negatif ilişkiyi, politikacılar için alternatif bir menü olarak düşünmüşler, konjonktür karşıtı talep yönetiminin potansiyel etkinliğine güven oluşturmuşlardır. Parasal iktisatçılar is talep yönetimi politikalarının etkinliğine inanmamaktadırlar. Bu sebeple işsizliğin yüksek olması durumunda işsizlik oranı artan enflasyon cinsinden çok düşük bir maliyetle düşürülebilir. Ek olarak Phillips eğrisinin oldukça dik olduğuna inanan parasalcılar genişletici talep yönetimi politikalarının işsizliği düşürmede önemli bir fayda sağlamadığını buna karşın, enflasyonun önemli ölçüde artmasına sebep olacağını savunmuşlardır.

1974-75 döneminde yaşanan aşırı resesyon hem enflasyonun hem de işsizliğin en yüksek seviyelerine ulaşmasına ve Keynesyen makro iktisadın önemini tamamen kaybetmesine sebep olmuştur. Bununla birlikte birçok iktisatçı, Phillips eğrisini tahmin ve politik öneri amaçlı kullanmaya devam etmiştir.

Bazı Keynesyenler, Phillips eğrisini yeniden yorumlayarak, Phillips eğrisinin politik bir tercih menüsü olarak kullanılabilirliğinin sınırları olabileceğini ve işsizliğin doğal düzeyinin altında tutulabilmesi için enflasyonun hızlanması gerektiğini kabul etmişlerdir. Modigliani ve Papademos (1975), enflasyonist

65

olmayan işsizlik oranının (NIRU) varlığının Phillips eğrisinin hem ‘dikey’ hem de ‘yatay’ okulları tarafından ortaya konmakta olduğunu vurgulamışlardır(10).

Doğal işsizlik oranına eşit olan NIRU’nun parasal iktisatçılar tarafından enflasyon ve işsizlik arasında siyasi otoritelerin kullanabileceği bir tercih sunmadığına inanılırken, Modigliani ve Papademus, NIRU’yu kısa dönemde mevcut ve faydalı olan değiş-tokuşun kullanılabilmesi için bir kısıt olarak görmektedirler. Bununla birlikte, Modigliani ve Papademos (1975), Friedman’ın aktif para politikasının etkinsizliği iddiasını reddetmiş, bunun nedenlerinden biri olarak da Friedman’ın hızlanan enflasyon teorisi ile işsizlik düzeyinde geçici düşüşlere sebep olabileceğini ileri sürmüştür.

Keynesyenler ile Parasalcılar arasında oldukça temel olan diğer farklılık ise, enflasyon ile işsizlik arasındaki nedenselliğin yönüne ilişkindir. Parasalcılar, işsizliğin büyük ölçüde emek piyasası dengesi tarafından belirlendiğini belirtmekte, ekonominin hiçbir zaman Klasiklerin belirttiği gibi, tam istihdam dengesinden çok uzak olmadığını vurgulamaktadırlar. Parasalcılar, para politikasının fiyat düzeyi ve enflasyon oranına güçlü ve doğrudan etkisinin olduğuna, bu etkinin de mal ve emek piyasaları kanalıyla sağlandığına inanmaktadır. Bu piyasaların çok hızlı dengeye gelmesi sebebiyle politik değişikliklerin bu piyasadaki etkisi son derece sınırlıdır. Özellikle para politikası, işsizlik düzeyini, sadece etkisi zamanla azalan enflasyon sürprizleri ile etkileyebilmektedir. Bu beklenmedik değişikliklerin işsizlik düzeyine etkisi o kadar sınırlıdır ki, Phillips eğrisi kısa dönemde bile oldukça diktir.

Diğer taftan, ekonomide çoğunlukla toplam talebin yetersiz olduğu “dengelerin”-aşırı emek arzı ve büyük ölçekli gayri iradi işsizliğin mevcut olduğu durumlar- söz konusu olabileceğine inanan Keynesyenler, işsizlik düzeyinin nominal ücret artışlarını ve enflasyon oranını belirlediğine inanmaktadırlar.

1970’lerde meydana gelen arz şokları, Keyneslerin esas olarak toplam talepteki değişiklikleri analiz ettiklerinden ve arz eğrisinin istikrarlı olduğu varsayımlarından dolayı, Keynesyen görüşe dayanan tahminlerin büyük hatalar vermesine yol açmıştır.

(10) NIRU daha sonra NAIRU (enflasyonu hızlandırmayan işsizlik oranı) olarak adlandırılmıştır. Bu kavram yeterince düşük işsizlik oranlarının yüksek sabit bir enflasyona değil, fakat hızlanan bir enflasyona karşılık geldiğini ifade etmektedir.

66

Bir taraftan işsizlik artarken, diğer taraftan parasal ücretler aşırı artmış, 1970’lerde meydana gelen şoklar da yeni temel düşüncelerin geliştirilmesine sebep olmuştur.

1974-1975 yıllarında oluşan şartlar, Keynesyenler ve Parasalcılar için yeni sorunlar ortaya çıkarmış, Keynesyenler, yüksek işsizliği toplam talep yetersizliği ile açıklamaya çalışırken, mevcut sıkı emek piyasası şartlarında enflasyonun çok yüksek oluşunu açıklayamamışlardır. Bununla birlikte, parasalcılar, hızlanan enflasyonu toplam talebin aşırı olmasına bağlarken, bu derece gevşek bir politikanın neden bu kadar yüksek işsizliğe sebebiyet verdiğini açıklamakta zorlanmışlardır. Ayrıca parasalcıların iddia ettiği gibi, sıkı para politikasının her zaman resesyona yol açmadığı, mevcut şartlarda enflasyon oranının düşmesi gerekirken düşmediği vurgulanmıştır.

1970’lerde cereyan eden bu olayları açıklamada yetersiz kalan Keynesyen ve Parasal İktisat teorileri zayıflamışlardır. Bu dönemde ortaya çıkan Yeni Klasik İktisatçılar, hükümet politikasındaki bir değişimin -örneğin bir vergi indirimi ya da

Benzer Belgeler