• Sonuç bulunamadı

2. Demokrasinin Tarihsel Gelişimi

2.2. Ortaçağ ve Rönesans Döneminde Demokrasi

Ortaçağ’da günümüzdeki manasıyla demokrasiden bahsetme imkânı yoktur.

Ortaçağ’da idareler genelde dinsel kaynaklı olarak belirmiştir. Diğer taraftan Ortaçağ Avrupa’sında demokratik bir yönetimden ayrı feodal derebeyliklerin egemen olduğu bilinmektedir (Özyurt, 2008: 12). Yine İslamiyet ve Hıristiyanlığın öne çıktığı ortaçağda demokrasi yoktu, fakat dünya zannedildiği gibide ışığı sönmüş bir halde

15 değildi. Ortaçağ kentlerine baktığımızda Sanayi devrimi öncesi, demokrasiden söz etmek mümkün değildir ancak halk yönetiminin tohumları bu kentlerde oluşmuş olup, demokrasi ideolojisi bu kentlerde yeşermiştir (Güvenç, 1996: 23).

Ortaçağ’da siyasal anlamda feodal sistem merkezi devlet iktidar yetkilerini parçalamış, dağıtmıştır. Bu çağda devlet iktidarı ve egemenliği kavramları olmayıp bu feodal sistem modern devlet düzenine karşıydı. Bu sistemde siyasal ve idari haklar bireylerin malvarlığına dâhil haklar olup bu yetkileri senyör adı verilen toprak sahipleri kullanmaktaydı. Bu anlamda ortaçağ da adalet devletin adaleti değil bireysel adalet olarak karşılık bulmaktaydı (Göze, 2007: 71).Bu dönemde sosyal siyasal ve ekonomik ilişkileri belirleyen feodal düzen ve dini ve kurumsal etkinliğini toplum üzerinde kullanıp onları bağımlı hale getiren kilise bu iki sosyal yapı üzerine düzenlenmiştir. Bu yüzyılda feodal toplum yapısında bazı bölünmeler yaşanmış bu bölünme ilk olarak yöneten-yönetilen arasında gerçekleşmiştir. Diğer bir bölünme ise yönetenler sınıfı arasında olmuştur. Bu bağlamda siyasi iktidarın toplumsal onama anlamında gerekli şartları sağlayacak bir ortam yoktu. Dolayısıyla toplum egemen ve üstün iradelere itaat etmek zorundaydı (Çetin, 2007: 27-28).

Ortaçağda köylüler ve serfler, derebeylerine tabi olup, yönetime katılmayıp, kralında üzerlerinde doğrudan hâkimiyeti bulunmazdı. Kilise ise toprak üzerinde diğer bir güçtü. Kilise ile Derebeyleri arasındaki kavgalar, özgürlüğün gelişmesini sağlamıştır. Derebeylerin egemen olduğu yönetim biçimi yerini ülke birliğini sağlayan kralın tek egemen bulunduğu merkezi güce bırakmıştır. Merkezi otoritenin kuvvetlenmesi, teknolojik ve ekonomik gelişmelerle çoğalmış, siyasal çevreye de bu yeni durum geçmiştir. Ekonomik ve siyasal alanda etkin bir yapının kurulması, egemenliğin sadece kral tarafınca kullanılamayacağı sınırını getiren 1215 tarihli

“Büyük Özgürlük Fermanı (Magna Carta Libertatum)”nı siyasi düşünceler tarihine kazandırmasını sağladı. Magna Carta ile bireylerin krala karşı korunması gibi birtakım haklar elde edilmiştir. Dolayısıyla Magna Carta Avrupa’da demokrasinin gelişmesine önemli etkileri bulunmuştur (Tuncay, 1989: 17). Bu bağlamda İngiltere'de kralın yetkilerini, din adamları ve halk adına sınırlayan en önemli belge olan Magna Carta Libertatum'un ilan edilmesi, Ortaçağ’da demokrasinin gelişmesindeki en büyük etken olmuştur. Bu belge ile ilk seçimler 1265 yılında

16 yapılmış olup, ancak bu seçimlere, bazı engellemeler nedeniyle, halkın çok az bir kısmı katılabilmişti. Çoğu ülkede devlet yönetiminde ara sıra demokrasi benzeri pratikler yapılmıştı. Söz gelimi İtalyan şehir devletlerinde, İskandinav ülkelerinde, İrlanda'da ve farklı ülkelerde bulunan küçük otonom bölgelerde demokrasinin ilkelerinden seçim olması, meclis meydana getirilmesi benzeri pratikler yapılıyordu.

Ancak tümünde demokrasiye katılım erkek olma, belli oranda vergi verme gibi belirli ölçülerle kısıtlanıyordu (http://tr.wikipedia.org/wiki/Demokrasi).

Ortaçağda siyasal yapının temelleri ilk çağdaki Stoisizm, Platon, Aristoteles ve Romalı Hukukçuların düşünceleri ve Hıristiyanlık dininin ilkeleri ile şekillenmiştir. Stoisizm kardeşlik, eşitlik, evrensel devlet fikirleri ortaçağ düşüncesini direkt etkilemiş yine bu çağ da Platon’un fikirlerini içeren Neoplatonizm akımı ve Latinceye çevrilen Aristoteles’in eserleri etkisini hissettirmiştir. Bunun dışında ortaçağ siyasal düşüncesine tesir eden en temel konu Hıristiyan dini olmuştur (Göze, 2007: 77-78). Bu çağın ünlü düşünürlerinden St.Thomas bütün iktidarların kaynağının Tanrı’dan geldiğini söyler. Toplumun bu iktidarı kullanacakları kendisi seçtiğini ve dolayısıyla yeryüzündeki iktidarın kaynağının insan olduğu belirtilmiştir.

Bu çağdaki yönetimler ise monarşi, aristokrasi ve politeia’dır. Fakat bu yönetimlerde yöneticiler menfi menfaatlerini amaç edinirse bu yönetimler zorba yönetim, oligarşi ve demokrasi olarak bozulabilir. Dolayısıyla Thomas’a göre yöneticiler zor, baskı ve şiddet ile iktidarı ele geçirmişse, bu iktidarlar haklı ve meşru sayılmaz (Göze, 2007:

88). Bu bağlamda St.Thomas Aquinos, Aristo’nun yaptığı yönetim sınıflandırmasını temel alır. Hobbes ise tanımladığı üçlü sınıflandırma ile demokrasiyi halkın egemenliğine dayalı yönetim şekli olarak ifade etmekte ve halkın sahip olduğu hak ve özgürlüklerin bazılarından feragat etmesi gerektiğini dolayısıyla halkın kendi güvenliği için kendini Leviathan olarak ifade ettiği devlet yönetimine bırakması gereğini ileri sürer (Aktan, 2005: 6-7).

16. yüzyılda siyasal düşünce sistemini etkileyen en önemli durum Reform hareketi olmuştur. Bireysel hak ve özgürlükler, birey-iktidar ilişkileri bakımından hem bu dönemin hem de reform hareketlerinin önemi yadsınamaz. Reform yanlıları kilisenin baskısı karşısında düşünce, inanç ve vicdan özgürlüğünü savunmuş ve düşünce ve vicdan özgürlüğünü elde eden bireyse daha sonra siyasal özgürlüğü için

17 mücadele etmiştir (Göze, 2007: 123-124). Demokrasinin ilerlemesi yönünden, Ortaçağ’da ve Yeniçağ’da birtakım önemli olaylar yaşansa da bunlar uluslararası boyutta bir etki oluşturmamışlardır. Bunlardan ilki 1628’de İngiliz Parlamentosu’nun yayınladığı Haklar Bildirisi’dir. Bu bildiri Kral I.Charles’ın parlamentoya danışmadan İspanya ve Fransa’ya savaş açması ve bunu mali anlamda desteklemek için vergileri yükseltmesi amacıyla oluşmuş bir bildiridir. Kralın yetkilerinin sınırlandırıldığı bildiri nedeniyle parlamento kral tarafından dağıtılmıştır. Bir diğer önemli olay ise, Habeas Corpus Yasası’dır. Bireysel özgürlüklerinin hiçe sayılmaması amacıyla tutuklanmaların kanuniliğini, yargı kararına bağlamıştır.

Başvuruların haksız yere reddedilmesi, adam kayırılması ve haksız yere davaların düşürülmesi veya davaların haksız yere ötelenmesi yasa dışı görülmüştür. Üçüncü bir önemli gelişme ise 1689 yılında İngiliz Parlamentosu’nun yayınladığı ve egemenliğin parlamentoya geçtiğini bildiren Haklar Yasası’dır. Haklar Yasasına göre

“parlamentonun sık sık toplanacağı, seçimlerinin serbest olacağı, tam bir söz özgürlüğüne sahip olacağı, kabul edilen yasaların kral dâhil herkesi bağlayacağı ve izinsiz vergi toplanamayacağı” bildirilmiştir (Bekcan, 2005: 10).