• Sonuç bulunamadı

On Sekizinci Yüzyıl

DİL FELSEFESİ TARİHÇESİ

4. On Sekizinci Yüzyıl

On yedinci yüzyılda Descartes ve Leibniz'deki rasyonalist dil görüşünün, on sekizinci yüzyılda yerini empirist ve psikolojist

açıklamalara bıraktığı görülmektedir. Bu yüzyılda J. Locke, empirist dil felsefelerinin ilk ve aynı zamanda da en önemli örneğini sunmaktadır. Ardından Condillac, onun empirist dil anlayışını radikal bir sensualizme dönüştürmektedir.

Locke An Essay Concerning Human Understanding (İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme) adlı yapıtının, sözcükler ile idealar arasındaki ilişkileri tartıştığı III. cildinde, sözcüklerin ve onların temsil ettiği ideaların, doğuşta tabula rasa olan insan zihni tarafından deneyim yoluyla kazanılmış olduğunu savunmaktadır. Ona göre, ilk bakışta öyle olmadığı izlenimi uyandıran soyut veya tümel sözcüklerin kaynağı da aslında deneyimdir. Locke’a göre insanların sahip olduğu çeşitli ideler, iletişimin olmadığı durumda onların zihinlerinde kapalı ve görülemez biçimde bulunur. İnsanoğlu yarattığı dışsal imler (yani sözcükler) aracılığıyla düşüncelerini başkalarına iletme imkânını elde etmiştir. Locke’a göre sözcükler, insanlar arasındaki iletişim ihtiyacından doğmuş ve zihindeki idelerin yerini tutan anlamlı imlerdir. Locke’ın bu görüşü, anlam teorileri arasında “ideci teori” adıyla anılmaktadır.

Diğer yandan Locke –tıpkı Descartes gibi– konuşma ve düşünme yeteneğinin birbirinden ayırt edilemeyeceğini, bazı hayvan türlerinin sözcükleri taklit etmeyi öğrenebildikleri halde, düşünceden yoksun olan bu öykünmenin sahici bir konuşma sayılamayacağını, birinci bölümün ilk paragrafında vurgulamaktadır:

İnsanı toplumsal bir varlık olmak üzere yaratan Tanrı, ona yalnızca kendi türünden olanlarla birlikte yaşama eğilimi ve zorunluluğu vermekle kalmamış, toplumun en güçlü aracı ve bağı olacak dili de vermiştir. Bu yüzden de doğa, insan

organlarını, sözcük adını verdiğimiz düzenli sesleri çıkarabilecek biçimde yapmıştır. Fakat bu, dili üretmeye yetmezdi; çünkü papağanlara ve başka birçok kuşlara da yeterince seçik sesler çıkarmaları öğretilebilir, fakat bunlarda konuşma yeteneği kesinlikle yoktur.

Locke yapıtının aynı cildinde, iletişim etiği alanında değerlendirilebilecek birtakım uyanlarda da bulunmaktadır.

Locke X. bölümde sözcüklerin çeşitli kötüye kullanılma biçimlerini açıklarken XI. bölümde bu kusurları düzeltme yollarına ilişkin öneriler sunmaktadır. Locke eleştiri oklarını, iletişimin saydamlığını bozduğunu düşündüğü ve etik bakımdan sakıncalı bulduğu retoriğe yöneltmektedir:

Katışıksız doğruluk ve gerçek bilgiden çok dünyada zekâ ve kurgu beğeni gördüğünden, dildeki dolaylı anlatımların ve süslü, mecazî konuşmaların dilin kusuru ya da kötü kullanımı olarak kabul edilmesi güç olacaktır. Bilgi ve gelişmeden çok haz ve zevk aradığımız konuşmalarda, bu tür süslemelerin hata sayılmadığını kabul ediyorum. Fakat şeylerin kendilerinden söz ediyorsak, düzen ve açıklık dışındaki bütün söz sanatlarının, yapay ve mecazî uygulamaların yalnızca yanlış ideler kazandırmak, tutkuları harekete geçirmek ve böylece yargıları yanıltmak için olduklarını ve dolayısıyla mükemmel hileler olduklarını kabul etmeliyiz. Bu yüzden de, ne kadar saygın ya da önemli söylevlerde kullanılırlarsa kullanılsınlar, bilgilendirme ya da öğretme amaçlı tüm söylemlerden kesinlikle tümden çıkarılmalıdırlar. (§ 34)

Bu dönemdeki Fransız filozof E. de Condillac ise, 1746 tarihli Essaie sur l'orîgine des Connaissances Humaines (İnsan Bilgilerinin Kaynağı Üzerine Deneme) adlı yapıtında insanoğlunun konuşma yetisini sensualist bir bakış açısı altıda tasvir etmektedir. Condillac konuşma yetisinin de, algılama,

bellek, muhakeme, vb. gibi duyulardan kaynaklandığını savunmaktadır. Ona göre, insan bedeni modeline göre tasarlanacak yapay bir duyular-varlığı yapılsa, o da tıpkı ilk insanlar gibi temel haz ve acı duyumları aracılığıyla adım adım müdrikenin çeşitli işlemlerini geliştirir ve onlardan yararlanarak insanınkine benzer bir soyut fikirler dağarcığı oluştururdu. Condillac bu fikirlerin doğuşunda, göstergelerin etkin bir rolü olacağını düşünmektedir. Condillac’ın dilin türeyişine ilişkin açıklamalarının mimolojik bir paradigmaya bağlı olduğunu saptamaktayız. Ona göre ilk insanların ifade formu, acı ve hazzın değişik biçimleri olan duyumlarının etkisiyle çıkardıkları sesler, haykırışlar ve jestlerden ibaretti.

Böylece Condillac, doğal dillerin bu ilkel ifade formlarından başlayarak tarihte yavaş yavaş geliştiği sonucuna varmaktadır.

OKUMA PARÇASI

Adem ile Havva, ruhlarındaki ameliyelerin faaliyetini deneye borçlu değillerdi; dolayısıyla da, Tanrı kendilerini yaratınca, olağanüstü bir yardım sayesinde düşünmek ve düşündüklerini de birbirlerine anlatmak durumundaydılar.

Fakat ben tufandan bir müddet sonra, biri erkek, öteki de dişi olan iki çocuğun, hiçbir işareti kullanmasını öğrenmiş olmazdan önce, çöllerde yollarını şaşırmış bulunduklarını farz ve kabul ediyorum. (...)

Biraz önce söz konusu eylemiş bulunduğum çocuklar ayrı ayrı yaşamış oldukları müddetçe, bunların ruhlarındaki ameliyelerin faaliyeti, uyanık bulunduğu vakit hiç duraklamayan kavrayış ve biliş faaliyetinden; kendilerinin dikkatini çekmiş olan fırsatlar kendilerine, vücuda getirmiş oldukları bağlantılar kopup dağılmazdan önce kendilerini duyurdukları vakit anımsamanın faaliyetinden; ve muhayyilenin pek az yaygın olan bir faaliyetinden ileri

gidememişti. Bir ihtiyacın kavranılışı, meselâ, bunları gidermeye yaramış olan bir nesnenin kavranılışına zaruri olarak bağlanıyordu. (...)

Birlikte yaşadıkları vakit, bu ilk ameliyeleri daha çok çalıştırmak fırsatını bulmuşlardı; çünkü kendilerinin karşılıklı münasebetleri onlara, her tutku haykırışına bu haykırışların tabiî işaretleri olan kavrayışları bağlatmıştı. Bu haykırışlar olağan olarak, ifadesi daha da belli olan herhangi bir hareket, herhangi bir davranış veya herhangi bir faaliyetle birlikte oluyordu. (...)

Bu işaretleri kullanmak, ruh ameliyelerinin faaliyetlerini yavaş yavaş genişletti, bu faaliyetler daha çok mümarese edilmiş olunca da işaretleri yetkinleştirdiler ve bunların kullanılışını daha senli benli bir duruma getirdiler. (...)

Bununla beraber bu adamlar bazı fikirleri elindeki işaretlere bağlamak alışkanlığını edinmiş olunca tabiî haykırışlar kendilerine, yeni bir dil kurmak için örnek işini görmüştür.

Birtakım yeni sesleri heceleyerek birbirine bağladılar;

dolayısıyla da, bu sesleri birçok defa tekrar ederek ve fark ettirmek istedikleri nesneleri gösteren herhangi bir davranışla birlikte bu işi yaparak eşyaya birtakım adlar vermeye yatkınlaşıp alıştılar. (...)

Hecelenerek birbirine bağlanmış sesler dili gitgide daha bol ve çok olunca ses örgenini erkenden faaliyete geçirmeye ve bu örgenin ilk evrilip çevrilirliğini koruyup barındırmaya yaramıştı. Bunun üzerine bu dil hareket dili kadar elverişli görünmüştü; biri de, öteki de aynı derecede kullanılmıştı:

sonunda, hecelenerek birbirine bağlanmış sesleri kullanmak, üstün gelecek kadar kolaylaşmıştı. (...)

İnsanların, kullanmak istemiş oldukları ilk kelimelerin anlamı hakkında kendi aralarında nasıl anlaşmış

bulunduklarını kavramak için, bu kelimeleri onların, herkesin bunları aynı kavrayışlara bağlamak zorunda bulunduğu hal ve şartlarda telâffuz ettiklerini görüp anlamak yeter. İşte böylece insanlar bu kelimelerin anlamını, daha sık sık tekerrür eden hal ve şartlar zihni, aynı fikirleri aynı işaretlere bağlamaya daha çok yakınlaştırıp alıştırdığına göre daha çok doğru ve kesin olarak tayin ve tespit ederlerdi. Hareket dili ilk anlarda pek sık olması gereken müphemlikleri ve iki anlama gelişleri ortadan kaldırıyordu.

İhtiyaçlarımızı giderecek olan nesneler ara sıra dikkatimizden pekâlâ kaçabilirler, fakat korku ve elem duygularını uyarabilecek nesnelerin farkına varmamak zor bir şeydir. Bu bakımdan eşya kendi dikkatlerini ne kadar çekiyorduysa insanlar eşyaya daha çabuk veya daha geç bir ad verebilmiş de olunca; meselâ kendileriyle boğuşan hayvanların, kendi beslendikleri meyvelerden önce bir ada kavuşmuş bulunmaları muhtemeldir. Öteki nesnelere gelince, onlar bu nesneleri daha mübrem ihtiyaçları gidermeye elverişli bulunduklarına ve bu nesnelerden daha şiddetli intibalar aldıklarına göre bunları göstermek için birtakım kelimeler tasarladılar. (...) {t}