• Sonuç bulunamadı

ANLAM SORUNU

3. Davranışçı Teori

Davranışçı (behaviorist) yaklaşımın en ünlü temsilcisi A.B.D.'li lengüistik uzmanı Leonard Bloomfield’tir.

Bloomfield Language (1935) başlıklı yapıtında, bir dilsel formun anlamını, konuşan kişinin onu içinde ürettiği durum ile o dilsel formun dinleyicide uyandırdığı tepki olarak açıklamayı denemektedir. Ancak burada “tepki” sözcüğüyle, bir dilsel ifadenin falan ya da filan durumda uyandırdığı çeşitli tepkiler değil, her durumda dinleyicide uyandıracağı ortak tepki kastedilmektedir.

Bloomfield gibi Quine da, Word and Object (Sözcük ve Nesne) başlıklı yapıtında (1953) radikal çeviri örneğinde olduğu gibi, anlam sorunu için davranışçı bir çözüm önerisi geliştirmiştir. Ünlü örneğinde, hiç bilmediği bir kabile dilini deşifre etmeye çalışan bir araştırmacının izleyeceği yolun, kabile üyelerinin kullandıkları ifadeler ile o sırada içinde bulundukları ortamın özelliklerinin ayrıntılı bir listesini yapmak olduğunu belirtmektedir. Listedeki bir ortamın yinelendiği bir durumda araştırmacı, yerlilerin benzer bir durumda kullandıkları ifadeleri tekrar ederek yerliler tarafından onaylanıp onaylanmadığına bakacaktır. Şöyle ki:

Çevrede bir tavşan görüldüğü her durumda yerlinin

“Gavagai” diye bağırdığını varsayalım. Bunları kayıt ettikten sonra, bu kez her tavşan görüşünde araştırmacı “Gavagai”

diye bağıracaktır. Eğer yerliler bu sözceyi onayladığını ve tavşan bulunmayan yerlerde söylenen “Gavagai’leri de onaylamadığını gösterirse, araştırmacı “Gavagai” sözcüğü ile belirtilen şeyin tavşan olduğunu düşünecektir. Böylece araştırmacı, Quine’ın “uyarım anlamı” dediği ifadenin anlamını, deneme-yanılma yöntemiyle ve bütünden hareketle parçaların anlaşılması biçimindeki Gestaltçı bir öğrenme deneyimiyle bulmaya çalışacaktır. Quine bu örneğiyle, bir dilsel ifadenin anlamını, o ifadeye başvurulduğu durumlarda dinleyici üzerinde yarattığı tepki ya da tepki demeti olarak açıklamaktadır.

Davranışçı yaklaşımın daha incelikli biçimleri bulunmaktadır:

Anlam kavramını aktüel davranış olarak değil, ama potansiyel davranış olarak yorumlayan C. L. Stevenson ve C. Morris gibi araştırmacıların görüşleri buna örnektir. Stevenson ve Morris’in davranışçı anlam görüşlerinin merkezinde bulunan kavram “davranış eğilimi” (disposition to behave)dir. Morris

Signs, Language and Behavior (Gösterge, Dil ve Davranış) başlıklı çalışmasında (1946) “anlam’’ı, belirli bir davranışta bulunma eğilimiyle açıklamaktadır. Ona göre, herhangi bir durumda uygun koşullar sağlanmadığı için bu eğilimimizi eyleme dökmemiş olmamız bu tanımı geçersiz kılmamaktadır.

Ancak Stevenson ve Morris de Quine’ın “uyarım-anlamı”

kavramının yerine koyduğu “davranış eğilimi” de belirsiz kalmaktadır: Zira belediye otobüsüne binen bir öğrencinin, şoförün

“Pasonuzu gösterin.”

uyarısına (pasosunu çıkarmak için elini cebine atması ve bulup göstermesi gibi) belirli türden bir tepki vermesi mümkün olduğu halde,

“Dünya tarihi Geist'ın kendini gerçekleştirme sürecinden ibarettir.’’

sözünün dinleyen üzerinde doğuracağı davranış eğilimi belirsizdir.

Genel olarak değerlendirildiğinde, davranışçı teori anlam sorunu ile insan davranışları arasındaki ilişkiye vurgu yaparak ideci ve göndergeci yaklaşım karşısında bir hayli özgün bir başlangıç noktasından hareket etmektedir. Ancak uygulamada davranışçı teorinin de bazı eksik ve kusurlu yanlarının olduğu görülmektedir. Teori birkaç bakımdan eleştirilebilir:

Gönderme ve yükleme edimi gibi edimleri ve edimsöz ile etkisöz arasında var olan ayrımları problem edinmediğinden dolayı, işlenmemiş bir çekirdek düzeyinde kalmakta ve anlamı yalın etki-tepki ilişkisi olarak açıklamayı deneyen bir psikolojik çözümün ötesine gidememektedir. Diğer yandan, bu psikolojik açıklamaları nedeniyle, bir dilsel ifadeye farklı

bireysel özelliklere sahip kişilerce ve farklı ortamlarda verilecek tepkilerin birbirinden çok farklı olacağını göz ardı etmektedir. Bir başka deyişle, bir dilsel ifade karşısında gösterilecek tepkinin ya da sergilenecek tutumun, anlam sorununun çözümü için gereken nesnellik düzeyinde tasvir edilemeyeceği açıktır. Şöyle ki: Örneğin radikal çeviri sırasında araştırmacının sınayacağı ifadeye, dışa dönük bir yerli tarafından verilecek tepkiyle yabancılara karşı öfkeli bir ruhsal durum içinde bulunan bir yerli tarafından gösterilecek tepki özdeş olmayacaktır. Bir diğer örnekte

“Acıktım.”

cümlesini sözceleyen çocuğa annesinin vereceği tepki, o anda yemek yapmakla meşgul ise farklı, çocuğun kabahatli olduğu durumda farklı, yatakta hasta yatıyorken farklı olacaktır.

Sayısı çoğaltılabilecek bu örneklerin gösterdiği gibi, davranışçı teori henüz iletişim ortamının bilgisini ve söz edimlerini düzenleyen kuralları ayrıntısıyla hesaba katan bir çözüm değildir. Böyle bir çözümü Austin, Grice ve Searle’ün pragmatik yaklaşımında aramak gerekmektedir.

OKUMA PARÇASI

(...) Bilinen dillerin hiçbirine benzemeyen, üstelik üzerinde daha hiç çalışılmamış bir dili kullanan kabile arasında bu dili çözmeye çalışan bir araştırmacının yaptığına bakalım.

Böyle bir işe girişen kişi, öncelikle, söz konusu dili konuşan bir yerlinin kullandığı dilsel anlatımlar ile bu dilsel anlatımların kullanıldığı ortamın başlıca özelliklerini yan yana yazıp bir liste yapar. Araştırması sırasında, özellikle, listesine aldığı dilsel anlatımların yinelendiği durumlara dikkat eder ve daha önce yazdığı ortam özellikleriyle yenileri arasında ortak olanları saptar, ortak olmayanları bir

yana bırakır. Listesindeki bir anlatımla doğrudan ilişkili olduğuna inandığı ortam özellikleri ortaya çıktığında, bu kez, araştırmacının kendisi dilsel anlatımı yineler ve yerlinin kendisini onaylayıp onaylamadığına bakarak söz konusu anlatımın anlamını bulmaya çalışır. Dilsel bir anlatımın başka bir dildeki çevirisiyle paylaştığı şey, yani anlam, işte, ortamdaki bu ortak özelliklerden başka bir şey değildir. {n}