• Sonuç bulunamadı

Dil Felsefesi ve Diğer Felsefe Disiplinleri

Dil felsefesiyle aralarında yakın ilişkiler bulunan felsefe disiplinleri, felsefî antropoloji, mantık, bilgi felsefesi ve etiktir.

Felsefî antropoloji dili bir insan başarısı olarak tasvir etmektedir. T. Mengüşoğlu İnsan Felsefesi başlıklı kitabında, insan varlığına özgü fenomenler arasında onun konuşan bir varlık olması üzerinde önemle durmakta, dili kültürün taşıyıcı ve üretici tabanı olarak yorumlamaktadır. Alman filozof E.

Cassirer İnsan Üstüne Bir Deneme adlı yapıtında insanı animal symbolicum (simgeleştiren hayvan) diye nitelendirmekte ve simgeleştirmenin insanı hayvandan ayıran birincil özelliği olduğunu vurgulamaktadır. Cassirer Simgesel Formlar Felsefesi yapıtında ise dilin, bilim, din, sanat, mitos, tarih gibi “simgesel form”ların temeli olduğunu vurgulamaktadır. Ona göre bu sembolik formlardan her biri insana “dünya”yı açmaktadır. Cassirer’in bu yapıtındaki ana hedefi, simgesel sistemleri yöneten özel yasaları ve bu yasalar ile mantık kuralları arasındaki ayrımı gün ışığına çıkarmaktır.

Doğru düşünmenin formel kurallarının bilgisi olarak mantık, Orta Çağ’dan günümüze kadar yapılan dil felsefesi çalışmalarının ayrılmaz bir parçası durumundadır. Daha Antik Çağ’da Herakleitos’un varlık, zihin ve dil arasındaki uygunluğa logos kavramıyla yaptığı vurgu, aslında mantık disiplininin temel varsayımını oluşturmaktadır. Bu varsayıma göre düşünmenin yasaları aynı zamanda konuşmanın da yasalarıdır. Analitik felsefe içindeki ilk çözümleme geleneğini oluşturan mantıkçı pozitivizm, dil ile düşünme arasındaki özdeşlik savından harekede, mantıksal / dilsel analizi,

düşüncelerin analiz edilmesinin biricik yöntemi olarak görmektedir. Ancak, mantıkçının dil ile düşünme arasında bir özdeşlik bulunduğunu varsayarak konuşmak zorunda olduğu halde dil filozofunun bu ilişkinin yapısını soruşturmakla yükümlü olduğunu belirtmek gerekir.

Bilgi felsefesi disiplini de dil felsefesiyle ilişki içindedir.

Özne ile nesne arasında kurulan bağ olarak tanımlanan bilgi, kendisini görünüşe dilde vermektedir. Bu bağın hem kurulması, hem de iletilebilir olması, dili gerektirmektedir.

Daha açık ifadesiyle bilgi, dilsel ifadeler aracılığıyla ortaya koyulmaktadır. İşte bu noktada, bilgi felsefesiyle dil felsefesi arasında bir işbirliği kurulması kaçınılmazdır.

Etik ile dil felsefesi arasındaki ilişkiler dendiğinde akla ilk gelen, J. L. Austin ve J. R. Searle tarafından savunulmuş olan

“söz edimleri” (speech acts) teorisidir. Bu teori, etik ile anlam sorununun kesiştiği bir noktada yer almaktadır. Teorinin belkemiği, bir cümle sözcelemenin birtakım eylemlerde bulunmakla özdeş olduğu iddiasıdır. “Söz vermek”, “vaat etmek”, “garanti etmek”, “bahse girmek”, vb. söz edimleri, başvuruldukları durumlarda bireyleri birtakım yükümlülükler altına sokan, etik özellikleri belirgin örneklerdir. H. P. Grice, O. Apel, J. Habermas gibi filozoflar, söz edimleri teorisinden hareketle iletişim etiği alanında değerlendirilebilecek çeşitli görüşler ortaya koymaktadır.

OKUMA PARÇAS1-1

(...) Buna göre bilgi teorisi ile mantık, yalnız bilme ve düşünmenin objelerine ilişkin bilimler olmayıp, dille formüllendirilmiş olan bilginin de bilimidir. Objelere yönelmiş olan düşünme ve bilmenin bilimi olmak bakımından, bilgi teorisi psikoloji ile sınırdaştır. Bilgi teorisi

psikolojinin bir kısmı değildir, ama psikolojinin araştırmalarına, daha doğrusu bilinçteki bilme olayları konusundaki incelemelerinin bir kısmına dayanmalıdır.

Bilme ve düşünme objelerinin bilimi, genellikle bütün düşünülebilenlerin bilimi olmak bakımından da bilgi teorisi, aynı obje alanları ve grupları ile uğraşan bilimlerle sınırdaş olur; bilgi teorisi bu bilimlerin kavram ve metotları üzerinde yapılan araştırmalara da uzak kalamaz. Sonuçları dille formüllendirilmiş olan bilginin bilimi olmak bakımından da bilgi teorisi başka bir bilimle daha sınırdaştır: dil bilimiyle dillerin bilimiyle değil– dilin her yerde hep tekrarlanan biçimlerinin bilimiyle, genel gramer ve genellikle işaretler bilimiyle.

Bilgi teorisi-mantık araştırmaları kısmen hazır bulunan, yani dille formüllendirilmiş olan bilgiyi çıkış noktası yapmak zorundadır. Ancak bu araştırmalar, bu arada bir de dil-gramer formlarının ne derecede salt dilsel çıkışlı oldukları, bu formların düşünmemizin formlarına ne ölçüde uymakta oldukları konularında bir yargıya varmaya çalışmalıdır.

Demek, düşünmeyi konuşmadan ne ölçüde çıkarabileceğimizi ve bir de bu dil formlarının objelerin formlarına, yapılarına ne kadar uygun olduğunu saptamak gerekir. Bu önemli sorun üzerinde bugün de tartışmaların sürüp gittiğini ve özellikle Antik Çağ mantığının ana akımı Aristoteles mantığıyla modern mantığın ana akımı olan Kant'ın mantığının, bu sorunda birbirlerine bütünüyle karşıt olduklarını bu arada belirtelim. Aristoteles, düşünmemizin objeleri yansıttığı; konuşmamızın da düşünmeyi tam ve dosdoğru olarak yansıtmakta olduğu kanısındadır. Onun için Aristoteles, dilin yapısının objelerin yapısını yansıttığına inanır ve onun ilkece ontolojik olan mantığı, bundan dolayı geniş ölçüde dili çıkış noktası olarak alır. Oysa Kant, cümle formlarının, yani dilin, düşünmemizin yapısını doğru olarak yansıttığı; ama, düşünmenin objelerin bir kopyasını

çıkarmak olmadığı, tam tersine, duyu gereçlerine düşünme formlarının yardımıyla bir biçim kazandırmak olduğu; ve ancak düşünmenin etkinliği sonucunda objelerin oluştuğu, yani bizim, objelere kendi düşünme formlarımızı zorla kabul ettirdiğimiz kanısındadır. Cümlelerimizin çoğu, bir özne (subjektum) hakkında bir yüklem'i (praedicatum) anlatan biçimde kurulmuşlardır. Neden? Çünkü, Aristoteles'e göre, nitelikleri olmak objelerin yapısı gereğidir; cümledeki özne ile yüklem arasındaki gramer ilişkisi de obje ile niteliği arasındaki ontik ilişkiyi yansıtır.

Kant’a göreyse, tam tersine, biz, objelere nitelikler yükleriz;

çünkü biz bu biçimde düşünürüz; çünkü düşünmemiz her yerde öznelerle yüklemler oluşturmaya, yani zihnimizin bu formlarını kullanmaya çalışır (...) {h}

OKUMA PARÇASI-II

Söz edimleri teorisinin ahlak felsefesine katkısı, Austin’in How to do Things with Words’teki ve özellikle Searle'ün Speech Acts'teki çalışmalarında okumayı beklediğimizden daha dolaylı ve sınırlıdır. Bu beklentiyi oluşturan şey, söz edimleri teorisinin ve eylem alanındaki ahlak felsefesi teorisinin ortak referansıdır. Bir yandan, söz edimleri eylem çeşitleridir; bu, ‘in-’ (İng.) ön ekinin Lâtince karşılığı olan

‘il-‘in içinde yer aldığı “force illocutionnaire' (edimsözel güç) teriminin belirttiği gibi, konuşurken yaptığımız şeydir.

Diğer yandan, ahlaki ilkeler, anlamlarının bir bölümünü, eyleme kılavuzluk ediyor göründükleri fonksiyonlarından alırlar. Eylem teorisi, İngiliz dilindeki felsefe içinde geliştiğine göre, dil ve ahlak teorisine ortak bir kökte filizlenme imkânı sunuyor gibi görünmektedir. Böylece, başlangıçta önümüzde birbiriyle kesişen üç teorik alan var:

ahlak, eylem ve söz edimleri teorileri. (...)

Ahlak teorisinin, Searle'ün analizlerinde bulabildiği dayanak noktaları şunlardır: Öncelikle, eylem teorisinin bir parçası olarak kendi doktrini; ardından, içtenlik koşuluna ayrılmış görev; daha sonra, iletişimdeki taraflar arasındaki niyetler konusunda bir karşılıklılık gereği; ve sonuncusu, oluşturucu kuralların, uygun düşen davranışları içten yöneten yapılara benzetilmesi. Söz edimleri teorisinin ahlaki alanda kötüye kullanımı, söz edimlerinin öncelikli örneği olarak söz vermenin seçilmesiyle rehin bırakılmış gibi görünmektedir.

Oysa söz verme, tanımı gereği ahlaki olan bir öğe değilse de, en azından ahlaki olarak nitelenmeye elverişli olduğu bir zaman kesiti içeriyor görünür: yani, yükümlülük. Bir ilk bakış olarak yukarıda dile getirdiğimiz gibi: Söz vermede, konuşan taraf, falan ya da filan koşulda, şunu şunu yapma yükümlülüğünü gönüllü olarak üstlenir. Bir kimsenin kendisini güdümleyerek kendisi için yarattığı yükümlülüğe ayrılmış görev, söz edimleri teorisiyle ahlak teorisi arasında oluşmuş nexus’u (bağlantı) yaratan yükümlülükten sonuç olarak çıkan –tüm edimsöz edimleri arasında– söz vermenin ayrıcalığını esinliyor görünmektedir. (...)

Güçlüğü, şu bilmeceyle dile getirebileceğiz: Söz vermenin kurucu yükümlülüğünden, vaatlere sadık kalmak gerektiğine dair yükümlülüğe nasıl geçilir?

Çıkmazdan kurtulmak için olanaklı iki yol bulunmaktadır.

Bunlardan biri, geçişi zorlamak ve söz vermenin kendisi üzerinde, söz verme etiğini inşa etmeye girişmektir; diğeri, söz vermeye dışarıda bir barınak, söz vermenin kurucu kuralını yukarıdan yöneten bir ahlaki ilke oluşturmaya davet eder. İlkinde, söz verme kendi etiğini doğururken, diğerinde bu etik ona başka yerden gelir.{i}