• Sonuç bulunamadı

ANLAM SORUNU

1. İdeci Yaklaşım

Anlam sorununa ideci yaklaşım, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma (An Essay concerning Human Understanding) adlı yapıtında John Locke tarafından geliştirilmiştir. Bu çözüm “zihinci yaklaşım” adıyla da anılmaktadır. Locke'm bu yapıtında işlediği asıl sorun anlam konusu değildir; insanın anlama yetisinin yapısı ve bilgi üretmenin ilkeleridir. Locke bilgiyi konu edinen bu soruşturması sırasında, ideler ile sözcükler arasındaki ilişkiye yönelmekte ve dolaylı bir yoldan anlam sorununa varmaktadır.

Locke’a göre insanların sahip olduğu değişik düşünceler, iletişim olmadan onların zihinlerinde kapalı ve görülemez halde kalır, insanoğlu icat ettiği işaretler aracılığıyla düşüncelerini başkalarına iletme imkânına sahip olmuştur.

Locke sözcüklerin, insanlar arasındaki iletişim ihtiyacından doğmuş işaretler olduğunu belirtmektedir. Ona göre sözcükler, karşılıklı konuşma etkinliği sırasında idelerin yerini tutan anlamlı işaretlerdir. Mutabakata dayalı yapısıyla sözcükler, konuşan ve dinleyen arasında ide alışverişine

imkân sağlamaktadır. Böylece Locke, bir sözcüğün anlamını, o sözcük aracılığıyla dilde temsil edilen bir “ide” biçiminde yorumlamaktadır.

Locke için sözcükler her şeyden önce, onları kullananların zihinlerindeki idelerin işaretleridir. Bir kimse sözcükleri, kendisinde bulunmayan idelerin işaretleri yapamayacağı gibi, başkalarının zihinlerindeki birtakım idelerin işaretleri de yapamaz. İnsanlar kullandıkları sözcüklerin konuştukları kişilerin zihinlerindeki idelerin de işaretleri olduğunu varsayar. Öte yandan insanlar yalnızca kendi zihinlerindeki şeyler hakkında değil, aynı zamanda gerçeklikteki şeyler hakkında konuştuklarını düşünürler. Locke bunun hatalı bir varsayım olduğunu belirtir; zira ona göre sözcükleri zihinde bulunan idelerden başka bir şeyin temsilcisi olarak kullandığımızda, sözcüklerin kullanımını saptırmış ve anlamlarına belirsizlik getirmiş oluruz.

Locke’a göre, belirli sözcükler ile yerini tuttukları ideler arasında sürekli kullanımla öyle bir bağlantı oluşur ki, o sözcükler duyulduğunda, sanki söz konusu ideleri üretebilecek nesnelerin kendileri duyuları etkilemiş gibi belli ideleri uyandırır, Fakat, çocukluğumuzdan başlayarak belli sözcükleri duya duya onları çok iyi öğrenip belleğimizde hazır tuttuğumuz halde, onların neyin yerini tuttuğunu pek iyi bilemeyiz. Bu yüzden çocuklar da, büyüklerin bir bölümü de, birçok sözcüğü papağan gibi kullanırlar, yani anlamı olmayan sesler çıkarır. Uzun ve sürekli bir kullanımla belli sözcükler insanlarda belli ideleri öyle değişmez ve hızlı bir biçimde uyandırır ki, bunlar arasında düzenli bir bağlantı olduğunu düşünenler çıkabilir. Oysa, sözcük ile ide arasındaki bağıntı nedensizdir. On dokuzuncu yüzyılda ünlü İsviçreli dilci F. de

Saussure bu bağıntının zorunlu olmadığını, ünlü “göstergenin olumsallığı” (arbitraire du signe) ilkesiyle yeniden gündeme getirecektir.

İdeci yaklaşımın başarılı yönlerinden ilki, şüphesiz ki anlam sorununun iletişim ile bağlantısını hesaba katan bir çözüm olmasıdır (buna karşılık, tarihsel bakımdan daha sonraki bir dönemde üretildiği halde “göndergeci çözüm”ün bu bağlantıyı hesaba katmadığı görülmektedir). Diğer yandan, ideci yaklaşım dilin resmetme / temsil etme (representation) işlevini göz ardı etmemekle birlikte, bu işlevi şu iki nedenden dolayı eksik tasvir etmektedir: Birincisi, dilin resmetme işlevini sadece, birtakım zihinsel tasarımlar olan “ideler”e ilişkin bir işlev gibi yorumlamaktadır. Oysa ki özel adlar gibi sözcük türleri dış dünyada var olan belirli tekilleri temsil edebilmektedir. İkincisi, bu resmetme işlevini salt sözcüklere özgü bir işlev olarak ele almaktadır. Ne var ki –Frege’nin ve diğer cümle atomcularının gösterdiği gibi– dilin resmetme işlevi cümle düzeyinde ortaya çıkmaktadır. Sözcükler yalnız başlarına değil, ancak tamamlanmış bir cümle, yani belirli bir kompozisyon içinde herhangi bir şeyi resmedebilir.

Locke'm yaklaşımı başka gerekçelerle de eleştirilebilir.

“Anlam’’ı “ide” olarak açıklamak her şeyden önce, sorunu oldukça sübjektif bir zemine taşımaktadır. Örneğin “ağaç”

sözcüğünün farklı bireylerin zihinlerinde farklı ideler uyandıracağı açıktır. Dahası içinde bu sözcüğün geçtiği bir cümle düşünüldüğünde sorun daha da karmaşıklaşmaktadır.

Örneğin,

“Ağaç dikmek erozyonu önler.”

cümlesinin anlamına karşılık gelecek sabit bir ide bulup göstermek pek de kolay olmayacaktır. Yine, ‘ve’, ‘için’, 'daha’, ‘ise’, vb. birlikte-anlamlı terimlerin karşılığı olan ideler bulunduğunu öne sürmek de güçtür.

İdeci yaklaşıma yöneltilmiş bir başka eleştiri, onun çağdaşı olan Berkeley’in insan Bilgisinin İlkeleri Üzerine adlı yapıtında bulunmaktadır. Berkeley dilin en önemli ve biricik amacının sözcüklerle gösterilen ideleri iletmek olmadığını söyleyerek Locke’ı eleştirmektedir. Ona göre dilin belli bir tutku uyandırmak, bir eyleme yöneltmek ya da ondan caydırmak gibi amaçlara hizmet eden etkisözel kullanımları vardır ve bunlara gündelik dilde çok sık rastlanmaktadır.

Berkeley “Skolastik (düşünceyi benimsemiş birisi) bana

‘Bunu Aristoteles söylemiştir’ dediğinde, bundan bütün anladığım (Skolastik) geleneğin bu ada bağladığı saygı ve boyun eğme duygularıyla bana kendi sanısını benimsetmeyi amaçladığıdır” (§20) diyerek bu etkisözel kullanımları örneklemektedir; “filozofun (Aristoteles’in) otoritesi karşısında kendi yargılarından vazgeçmeye alışık olanların zihninde bu etki hemen ortaya çıkacaktır.” (§20) Berkeley yine aynı örnekte, Locke’ın sözcüklerin idelerin göstergeleri olduğu biçimindeki yargısına de karşı çıkmaktadır. Ona göre yukarıdaki örnekte kullanılan ‘Aristoteles’ özel adı, Locke’ın iddiasındaki gibi, yerini tuttuğu bireyin idesini gözümüzün önüne getirme amacına dolaysız bir şekilde hizmet etmemektedir. Berkeley'in aslında Locke’ın ideler konusundaki açıklamalarına yönelttiği eleştirisinin dolaylı bir sonucu olarak şöyle bir değinerek geçtiği dilin etkisözel kullanımı –ki “etkisözel” (perlocutionary) teriminin dil filozofları tarafından yirminci yüzyılda üretilmiş olduğunu hatırlatalım– ideci yaklaşımın gözden kaçırdığı dilin

pragmatik boyutuna işaret etmektedir. Dilin bu boyutu, yirminci yüzyılda ortaya çıkmış olan pragmatik yaklaşımlar tarafından tematize edilmiştir.

OKUMA PARÇASI

“1. İnsan kendisi kadar başkalarının da yararlı bulup zevk alacağı türden birçok düşünceye sahip olmakla birlikte, bu düşüncelerin hepsi başkalarının göremeyeceği biçimde ve kendiliklerinden ortaya çıkamayacak halde insanların kendi içlerinde saklıdırlar. Düşüncelerin iletişimi olmaksızın toplumsal yarar ve kolaylık edinilemeyeceğinden, insanın, düşüncelerini oluşturan görünmez ideleri başkalarının da bilmesini sağlayabilecek kimi dış duyulur işaretler bulması gerekliydi. Bu amaç için, gerek zenginlik gerek çabukluk açısından insanın kendini bu kadar kolay ve çeşitlilikte yapabilir gördüğü düzenli sesler kadar uygunu yoktu. Buna göre, doğanın bu amaç için uygun kıldığı sözcüklerin insanlar tarafından nasıl idelerinin işaretleri yapıldıklarını anlayabiliriz; bu, tikel düzenli sesler ile belli ideler arasındaki bağıntıdan kaynaklanmaz; o zaman tüm insanların tek bir dili olurdu; bu, böyle bir sözcüğün belli bir idenin işareti yapıldığı istençli bir düzenlemenin sonucudur.

Öyleyse sözcükler idelerin duyulur işaretleri olmaktadır ve temsil ettikleri ideler de bu işaretlerin özel ve doğrudan anlamlarıdır.

2 İnsanlar bu işaretleri kendi belleklerine yardımcı olarak kendi düşüncelerini kaydetmek ya da idelerini açığa çıkarmak ve başkalarının görüşüne sunmak için kullanırlar:

Birincil ya da doğrudan anlamlarıyla sözcükler, kendilerini kullanan kimsenin zihnindeki ideleri temsil eder yalnızca.

Bu idelerin betimledikleri varsayılan şeylerden kusurlu ya da özensiz biçimde derlenmiş olmaları bu noktada önemsizdir. Bir insan başkasıyla konuştuğunda

anlaşılabilmeyi amaçlar ve zaten konuşmanın amacı da, işaretleri olarak kullanılan seslerin ideleri dinleyene iletmesidir. Öyleyse sözcükler, konuşanın idelerinin işaretleridir (...)

6. Sözcükler konusunda şunlar da dikkate alınmalıdır:

Öncelikle, sözcükler insanların idelerinin doğrudan işaretleri ve böylece kavramlarının iletimini, kendi içlerindeki düşünce ve imgelemlerin bir başkasına anlatımını sağlayıcı araçlar olduklarından, sürekli kullanımla belli sesler ve yerini aldıkları ideler arasında öyle bir bağıntı oluşur ki işitilen adlar, sanki o ideleri üretebilecek nesnelerin kendileri duyuları edimsel (aktüel) olarak etkilemişçesine hemen belli ideleri uyarırlar. Bu, bütün açık duyulur nitelikler ve sık sık karşılaştığımız, alışkın olduğumuz tüm cisimlerde açıkça böyledir (...) {l}