• Sonuç bulunamadı

Kritik bir zamanda, İstanbul’da bu konferansı organize ettikleri için Uluslararası Af Örgütü’ne ve Rosa Luxemburg Vakfı’na teşekkür etmek isti-yorum. Bu sunuşta Ürdün’de yaşayan Suriyeli mültecilerin durumunu farklı açılardan ele almaya çalışacağım. Yapmak istediğim şey Ürdün’deki genel resmi sizinle paylaşmak ve devletin farklı kurumlarıyla mülteciler arasında-ki ilişarasında-kiyi izleyerek, Suriyeli mültecileri daha geniş bir perspektife yerleştir-mek. Bu ilişkiyi anlamak; insan haklarının ihlal edildiği vakalara daha fazla derinlik kazandırmakla kalmayacak, aynı zamanda insan hakları durumunu üretken bir biçimde iyileştirmek için bir çerçeve oluşturmamızı da sağla-yacaktır.

Öncelikle Ürdün’ün emperyalist güçlerin bölgeyi ulus devletlere ayırma sürecinde kurulmuş küçük bir ülke olduğunu hatırlatalım. Ürdün bağımsızlığını 1946 yılında ilan etti. Ancak bağımsızlığın ilanından önce tüm önemli şehirlerin büyüyüp geliştiği kent şeridinin bir parçası değildi.

Bu nedenle Sykes-Picot anlaşması en başından itibaren Ürdün’e son dere-ce az kaynak bıraktı. İlerleyen dönemlerde Ürdün yerinden edilmiş birçok topluluğu kabul etti: 1948-1967 yılları arasında Filistinliler, 1975 yılında Lübnanlılar, 1982’de Suriyeliler, 1991’de Ürdünlü Filistinliler, 2003’te Iraklılar, 2012 yılında Libyalılar ve 2016 yılında da Yemenliler. Bu durum, BM Kalkınma Programı’nın dengesiz istihdam piyasası, değişken işsizlik oranları, düşük ham katılım oranı, dengesiz sektör dağılımı ve dengesiz coğrafi dağılım gibi nitelemelerle tanımladığı Ürdün ekonomik yapısını cid-di düzeyde etkilecid-di.

Göç, Krallığın sosyo-politik ve kültürel yapısını temelden etkileyen bir unsur durumunda. Yakın tarihte yayınlanan istatistiki verilere göre, Ürdün’ün nüfusu 9,5 milyon ve bu nüfusun %30’u Ürdünlü değil. Ürdün nüfusunun %40’ının başka bir yerden gelmiş olması ve bunun dünyadaki en yüksek oranı temsil ediyor olmasına ise hiç değinmiyorum. Dolayısıyla, istikrar arayışı içinde olan bu ülkede son derece dinamik bir demografik yapı ile karşı karşıyayız. Kültürel olarak bu birleşme, bir kültürün diğerle-rini tahakküm altına alması yerine içermenin öne çıkmasını ve gelişmesini sağladı. Siyasi açıdan bakıldığında ise var olan kaynakların erişilebilirliğini kontrol etmesi için hükümet üzerindeki baskıların artmasına neden oldu.

İşte bu nedenle Ürdün, 1951 Sözleşmesi’nin tarafı olmayıp onun yerine Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği ile bir mutabakat imzaladı.

Ürdün, Suriyeli mültecilere açık kapı politikası uyguladığını iddia ediyor. Suriyeliler, hukuki herhangi bir karşılığı olmayan “misafir” ya da

“Arap kardeşler” sıfatıyla ülkeye kabul ediliyor. Dolayısıyla mülteci hare-ketleri muğlak ve düzensiz olmaya, manipüle edilmeye devam ediyor. Bu durum Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği verileri ile hüküme-tin paylaştığı veriler arasında görülen farkı da açıklıyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Ürdün’de yaklaşık 600.000 mültecinin ka-yıtlı olduğunu ifade ederken hükümet istatistiki verilere dayanarak bu ra-kamın iki katına yakın mülteciyi ülke içerisinde ağırladığını iddia ediyor.

2014 yılından sonra hükümet, Suriye sınırı üzerinde bulunan toplam 45 giriş noktasının sayısını 2’ye düşürdü. IŞİD ile bağlantılı olma olasılık-ları nedeniyle mültecileri kabul etme konusunda çekimserlik gösterdi. Bu çekimserlik sonucu Rukban giriş noktasında yaklaşık 60.000 mülteci top-landı ve hiçbir alt yapının olmadığı, mevcut kaynak ve hizmetlere erişimin imkansız olduğu bomboş bir arazide, büyük bir mülteci kampı oluşturuldu.

İşlemleri burada yapılan mülteciler Azraq kampı içerisinde bulunan tel ör-gülü bir alana transfer ediliyor. Halihazırda ülke içerisinde bulunan mül-tecilerin hareketleri de kontrol altında tutuluyor. Örneğin; kamplarda kayıt yaptırmış olan mültecilerden kısa ziyaretler dışında kampları terk etmeme-leri isteniyor. Bazı mülteciler bu uygulamayı çok basit olmayan bir sistem oluşturarak terk etti. Mültecilerin bir kısmı ise kamplardan usulsüz şekilde ayrıldı. Hareketlilik açısından, başka bir kampta yaşayan aile üyelerini ziya-ret etme ya da farklı kamplarda yaşayan ailelerin birleştirilmesi de çok zorlu bir süreç. Tüm bunlar mültecilerin hem kamptan dışarı çıkma hem de diğer kamplara erişim imkanlarını sınırlıyor. Onları daha fazla psikolojik baskıya maruz bırakıyor.

Devlet-mülteci ilişkisi kendini mekânsal olarak ifade etmeye; kent ölçeğinde mültecilere ayrılan alanla, mültecilerin mekânsal konumlanmala-rıyla ve yaşam koşullakonumlanmala-rıyla kendini göstermeye devam ediyor. İstatistiki veri-lere baktığımızda Suriyeli mültecilerin %20’sinin kamplarda, %80’inin ise şehirlerde, köylerde, gayri-resmi çadır yerleşkelerinde (GÇY) ikamet ettiğini görüyoruz. Bu gayri-resmi kamplar farklı koşullar altında, farklı bölgelerde kurulmuş durumda: Kral Abdullah Parkı, Siber Kent, Zaatari Kampı, Ürdün Emirliği Kampı (ÜEK), ve Azraq Kampı gibi.

Her bir vakadan ayrı ayrı söz etmeyeceğim. Burada farklı güç odakları ve yapılar arasındaki dinamikler ile bu dinamiklerin bir kampın mekânsal düzenine nasıl dahil olduğu, bu düzeni nasıl biçimlendirdiğiyle ilgileni-yorum. Yani, nasıl oluyor da mekân, insan hakları meselesinin bir konusu haline geliyor?

Herhalde birçoğumuz, Ürdün’ün en büyük ve en fazla dikkat çeken kampı olan Zaatari Kampı’ndaki durumu biliyoruz. Burada ilgimi çeken du-rum, mültecilerin, mekânsal ortamlarını yeniden şekillendirme, iyileştirme ve insanileştirme imkanını elde etmiş olmaları. Bu insani yardım kurumları ya da Ürdün hükümeti tarafından tam olarak onaylanan bir durum değil.

Mülteciler bu imkanı aksine var olan sistemin en güçsüz olduğu anda elde ettiler. İnsanlar kendilerini mekânsal olarak ifade edebildiler, iş kurabildiler ve kampı “kentleştirebilmek” için yaşam alanları ve mahalleler kurabildi-ler. Bu tür gayri-resmi uygulamalar yalnızca kamp içinde değil kampların dışında da ortaya çıktı. Bazı raporlarda 2014 yılında Krallık içerisinde top-lam 125 gayri-resmi çadır yerleşkesinin (GÇY) bulunduğu iddia ediliyor.

Bu yerleşkelerin %70’inin özel ya da kamuya ait kanalizasyon ve arıtma sistemlerine erişimi de bulunmuyor. Gerçekten de bu yerleşkelerde yaşa-yanlar muhtemelen en hassas durumda olan mülteciler. Buna karşın devlet eliyle uygulanan tahliye kampanyaları aracılığıyla bir kez daha yerinden ediliyor. Öte yandan mülteciler için şehir ve kent merkezlerinde yaşam da bir o kadar zor.

İstatistiki verilere göre, ailelerin %40’ı Suriyeli mültecilerin gelme-siyle birlikte ikiye katlanan kiraları karşılayabilmek için tek bir dairede, ikinci bir aile ile birlikte yaşıyor. Evler genelde aşırı kalabalık ve her odada ortalama 3,5 kişi kalıyor. Ürdünlüler için bu oran 1,3. Bu durum yeni bir kentsel dinamik üretiyor. Orta Doğu’nun en pahalı ve kaynaklar açısından en fakir ülkelerinden biri olan Ürdün’de hayatı devam ettirmenin ne kadar da zor olduğunu gösteriyor.

İnsani yardım çerçevesinde erişebildikleri yardım seviyesi her ne olur-sa olsun, mültecilerin tartışmasız ek gelire ihtiyacı vardır. Ancak Ürdün’de çalışma hakkı yalnızca Ürdün vatandaşlarına tanınmış bir hak. Dahası göç-men işçilerin çalışma izni edinmeleri için tamamlamaları gereken prose-dür ve karşılamaları gereken şartlar son derece özgül. Mülteciler daha çok

inşaat ya da tarım gibi sektörlerde düşük ücretli, vasıfsız işlerde çalışıyor.

İstihdam piyasasına erişimdeki bu baskı nedeniyle, Suriyeli mülteciler ça-lışmak için genişlemekte olan kayıt dışı ekonomiye sığınmış durumdalar.

İstatistiki veriler 2015 yılında Ürdün’de istihdam edilen Suriyeli mültecilerin %90’ının çalışma iznine sahip olmadığını gösteriyor. Bu oran-lar mültecilerin içinde yer aldıkoran-ları kayıt dışı ekonominin istikrarsızlık, gü-vencesizlik, uzun çalışma saatleri, düşük ücretler ve gayri-insani çalışma koşullarına maruz kaldıklarını ortaya koyuyor. Bu durum; AB’nin mülteci hareketleri ve bölgeyi kararlı bir hale getirme hedefi ile Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin “kendi kendine yetebilirliğin” sağlanması için mültecilere ayırdığı bütçeyi daraltma girişimlerinin tam tersi bir etkiye sahip. Bu nedenle de kamplarda, git gide daha fazla mülteci gündelik, yev-miyeli işler yerine STÖ’lerde istihdam ediliyor. Kamp dışında ise Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği mültecilere çalışma izni verilme-si için Çalışma Bakanlığı ile birlikte çalışma yürütüyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği bu hizmetten 78.000 mültecinin faydalan-masını öngörüyor. Ancak mülteciler katı yasal düzenlemelere ve göçmen işçilerin çalışmasına izin verilen istihdam alanlarına şüpheyle bakıyor.

Eğitim açısından ise, var olan istatistiki veriler çocukların %40’ının okula devam edemediğini gösteriyor. Kalan %60’ının ise üç yıldan daha uzun süredir eğitim sisteminin dışında olduklarını ve bu sebeple yeniden okullara kabul edilmesinin mümkün olmadığını ortaya koyuyor. Bu durum Ürdün’de yaşayan Suriyeli mültecilerin büyük bir bölümünün kırsal kesim-den geliyor olması ve bu nekesim-denle eğitim yerine çalışmaya öncelik verebi-lecekleri olgusuyla da örtüşüyor. Ayrıca aileler yaşamlarını devam ettirebil-mek için büyük bir baskı altındalar. Bu durum; bütün bir mülteci neslini kaybetme ve bu nesildeki mültecilerin eğitime erişememe riskini berabe-rinde getiriyor. Ürdün’ün neo-liberal ekonomisinin dinamiklerine bağlı olan yüksek öğretimde üniversite harçlarının oldukça pahalı olduğu görülüyor.

Ayrıca, bir mültecinin Ürdün’ün akademik kurumları ya da

üniversitele-rinden birinin diplomasına sahip olması, özellikle istihdam piyasasındaki yasal kısıtlamalar göz önünde alındığında, bu kişinin daha sonra istihdam edilebileceği anlamına da gelmiyor.

Bu açıklamalardan yola çıkarak, Ürdün’de yaşayan Suriyelilerin duru-munun çeşitlilik arz ettiğini, dinamik olduğunu ve bağlamından koparılarak anlamlandırılamayacağını söyleyebiliriz. Ürdün’de hem mülteciler hem de farklı yapılarıyla devlet bir hayatta kalma çabası içinde. Devlet kendi çıkar-larını ve farklı politikalar uygulayarak kısıtlı kaynakçıkar-larını korumaya çalışır-ken, mülteciler gündelik hayatlarını müzakere edebilmelerini sağlayacak baş etme mekanizmaları geliştirmekte. Bu sürecin her aşamasında bireyler ve yapılar üzerinde devasa bir baskı söz konusu. Çözüm yolları üretirken bu durumu dikkate almalı ve söz konusu diyalektik ilişkiyi göz ardı etmeyen, stratejik bir planlamaya yapılmalıdır.

Teşekkürler.

Aitor Zabalgogeazkoa