• Sonuç bulunamadı

Namus kavramının, kadının kendi başına kendini koruyamayacağı ataerkil inancından çıktığını belirten Koçtürk’ün (1991, akt.Andersson, 2003, s.8) iddiasına dayanarak namusu el değmemiş biçimde muhafaza etme görevinin başta erkekler olmak üzere kadının etrafındaki kişilere verildiği savunulabilir. Namus, Pitt-Rivers’in (1965, s.21) deyişiyle, bir kişinin hem kendi hem de toplumun nezdinde kendini değerli hissetmesi anlamına geldiğinden akrabalık ve namus ilişkisi bu bağlamda önem taşımaktadır.

Schneider (1977, akt.Delaney, 1991, s.15) akrabalık ilişkilerinin kurumsal kan bağı olarak görülmesine karşın, akrabalığın bir sembolik alan olarak var olduğunu belirtmektedir. Coombe (1990, s.223) ise toplulukları, “ailelerin namus ve şeref üzerine rekabet ettiği bir

alan” olarak tanımlamıştır. Delaney (1991, s.101) erkeklerin grup içindeki kadınlar üzerinde rekabetinin, akrabalığın politikleşmesi sonucunu doğurduğunu ifade eder.

Akrabalığa dayalı toplumlarda, topluluğun güçlenip büyümesi bireylerin cinsel yaşamlarıyla ilintili olduğundan topluluklarının devamını sağlamak için bireylerin cinsel hayatları o topluluk içinde bulunan kişilerin kontrolüne tabi tutulur. Cinsellik artık bireyin üzerinde hak ilan edebileceği bir şey olmaktan çıkar, kadın bedeni üzerinden denetlenmesi gereken bir hal alır. Namusun hem bir kişinin diğerleri karşısındaki kimliğini hem de kişinin kendi içinde sahip olduğu değeri belirleyen bir unsur olarak ortaya çıkışı, bu tür toplumlar içinde olmuştur. Bir başka deyişle namus, bir kişinin içselleştirilmiş sosyal konumunu belirler. Böylece namus, bir insanın cinselliği ve cinsel davranışıyla ilgili bir kavram olmasına rağmen o insanın tüm benliğinin içine işler (Mojab ve Abdo, 2006, s.48).

Saflığın ve namussuzluğun erkeğin soyuna kadından geldiği mitsel söylentisi, Bourdieu (1977, s.44) tarafından dile getirilmiş ve bu söylenti, özellikle baba tarafından endogami evlilikler (içeriden evlilik) ile namus arasındaki bağlantıyı çözümlemeye temel oluşturmuştur. İyi hiçbir şeyin kadından gelmeyeceği düşüncesine göre kadın, ayıbın ve utancın kaynağıdır. En az “kötü” kadın, babanın soyundan gelen erkekler tarafından sürekli denetlenmiş kadınlar olduğundan, amca kuzenleri arasındaki evlilik, soyu en “saf ve temiz” biçimde sürdürmeyi amaçlar. Esas amaç baba yanlı kolektif namusu paylaşanlarla sülaleyi kalkındırmaktır. Tiilion (2006, s.147) bir sonraki yılın ürünlerinin iyi olması için toplumların olabilecek en iyi evlilikten yana olduklarını belirtir. Bunun için ilk olarak evlenecek kızın bakire olması ve evlenecek çiftin baba soyundan çok yakın kuzen olmaları gerekir. Her iki ailenin şöhreti, gücü ve serveti göz önünde bulundurulsa da, bunlar ikinci sıradadır. Bu durumda kandaşlar arası evliliklerin mal varlığının bölünmek istememesinin çok önemli bir nedeni olmadığı görülür. Delaney (1991, s.102) bu düşünceyi destekleyecek nitelikte bir tespitte bulunarak, grubun rızkının ve namusunun yine dış evlilikler yoluyla azalacağını belirtir. Kadın ekilecek, işlenecek bir tarlaya benzetildiğinden kadının grup dışında yabancı biriyle evlenmesi tarlayı başkasına hediye etmeye benzediğinden, kadının akrabalar arasında kalmasının önemi vurgulanır.

Erkeğin soyundan gelen kadınlarla evlenmek, grup içinde “leke”lenmeden korunan namusun sahipliğini yeniden erkeklere vererek erkek(lik) ideolojisi altında erkeğin konumunu yüceltmektedir (Bourdieu, 1977, s.46). Namusa leke geldiği durumlarda, namusun tekrar ele geçirilmesi için ailenin erkeğine düşen görev kati halde yerine getirilmelidir. Aksi durumlarda, ailenin tümü bu utancın altında ezilecektir. Tam da bu yüzden namusu

kurtarmaya ailenin tüm üyeleri canla başla girişecektir (Bourdieu, 1965, s. 208). Kadının iffetine odaklanmak, aile üyelerinin tek bir amaçta toplanmasını (Giovannini 1981, s.409) gerektirir.

Mısır'da yaptığı çalışma ile Zeid (1965, s.247) görüşmecilerin ayıp (aib) ile ar (ar) olarak tanımlanan iki kavram arasında yaptığı ayrıma dikkat çekmektedir. Ayıp olgusunda bireysel bir yan olduğu belirtilirken ar, namus, ırz olgularının olduğu yerde bireysellikten ötede toplumsal kimliği imleyen bir yan vardır.

Namusun ve onurun temel alındığı toplumlarda, namus, insanların davranışlarını denetleyen bir dizi kuralların yanı sıra, bireyselliği yok sayan bir “var olma” biçiminin de esasını oluşturur (Johnson ve Lipsett-Rivera, 1998, s.1-2). Kişi, sürekli başkalarının dedikleriyle ayakta durmaya ve davranışlarını kontrol etmeye çağrılır. Kadının namusunun lekelenmemesi için kadının dedikodu öznesi olmaktan kaçınması (Van Eck 2003, s.9) namus kavramının kadına dayatılmasında akrabaların ve tanıdıkların etken rolüne dikkat çekmektedir. Dedikodu, skandal ve utancın, toplumun kültürel ve normatif sınırlarını belirginleştirmek için Durkheimcı bir perspektifte işlediğini belirten Awwad’a (2001, s.45) dayanarak dedikodunun, kadınların davranışlarını denetlemede önemli bir unsur olduğunu söylemek gerekir (Al-Khayyat, 1990, s.22).

Namusun inşasında, erkeklerin yapmaktan sorumlu olduğu davranışların çok küçük yaşlarda erkeklere dayatıldığını Tillion’un (2006, s.129) aşağıdaki tespitinden okumak mümkündür:

“Yedi yaşındaki küçük bir erkek çocuk bile, güzel bir genç kıza bekçilik yapmak üzere yetiştirilir ve onu ne tür tehlikelerin beklediğini çok iyi bilir. İşte bu tehlike çocuğa, namuslu bir ailenin tümünü yerin dibine sokacak, hatta şerefli ataların bile mezarlarında dönmelerine yol açacak kadar korkunç bir utanç kaynağı olarak anlatılmıştır. Ve o burnunu bile silmekten aciz oğlan, aile efradına karşı, biraz hizmetçisi, biraz annesi, sevgisinin, tiranlığının, kıskançlığının nesnesi –kısacası kız kardeşi- olan güzel genç kızın küçük ve mahrem sermayesini korumaktan kişisel olarak sorumludur.”

Giovannini (1981, s.408), Sicilya’nın güneyinde yaptığı çalışmaya kadınların kültüre hangi biçimlerde eklemlendiğini, bir erkek çocuk ve annesi arasında geçen diyalogla etkileyici bir biçimde ortaya koymaktadır. Erkek çocuk hamile annesinden kız kardeş yerine bir erkek kardeş yapmasını ister. Annesiyse zaten bir erkek kardeşi olduğunu söyler ve niçin bir kız kardeş istemediğini sorar. Çocuk yanıt olarak, kız kardeşi olursa eğer sürekli erkek kardeşiyle beraber kimsenin onu fahişe (puttana) diye çağırmaması için kavga edeceklerini söyler. Fakat bir erkek kardeşi olursa, kavga ederken rahat rahat başkalarının kız kardeşine fahişe diyebileceğini söyler.

Joseph (1994, s.233, 244), Lübnan’da erkek ve kız kardeşler arasında ataerkil güç ilişkilerini sağlamlaştıran sevgi ve bağlılığı da içeren bir yapı olduğundan söz eder. Bu yapıda, kız kardeşini bir hanımefendi gibi yetiştirmek ve bu süreçte “onun geleceği için” denerek kadına şiddeti makul göstermek erkek kardeşin “sorumluluğu” olarak görülürken, kız kardeş de erkeği erkek(lik) rollerine hazırlamakla sorumlu tutulmaktadır. Erkeklerin kız kardeşler üzerinde uyguladığı namus kaynaklı kontrol ve baskı, ataerkinin yeniden üretimi olarak görülür. Fakat erkek kardeşlerin bu davranışı, sevgi-güç ilişkisi temelinde tanımlanmakta; otoriteye dayalı baba-kız ilişkisinden ayrılmaktadır. Aşkın hiyerarşisi, kadınların erkeklere hizmet etmesini öngörürken; erkeklerin de kadınları korumaları gerektiğini belirtir. Kadını ve erkeği erkeklik ve kadınlık durumuna göre konumlandıran aşkın bu hiyerarşik yapısı, Arap toplumlarında erkek ve kadınlar arasındaki kardeşlik ilişkileriyle önceden pratik edilir.

Soya yabancının ve kirin karışmasını önlemek amacıyla yapılan evliliklerde baba tarafından kuzenlerin kadınlar üzerinde baskısı ve denetimi en az baba ve erkek kardeşlerin kadın üzerindeki tahakkümü kadar baskıcıdır. “Amcaoğlu, nişanlı kızı namus koltuğuna yatırır.” sözü ile erkeğin birinci dereceden kuzeni üzerinde öncelik hakkı olduğu ve kadının namusunun aynı zamanda kuzenin namusu anlamına da geldiği anlatılır (Tillion, 2006, s.148, 165).

Kadınların namus bahanesi altında çoğunlukla erkekler tarafından izlendiği ve cinselliklerinin ve davranışlarının kontrol altına alınmak istediği vurgulanır. Fakat hem cinslerini baskılayan kadınların baskılama pratiklerinden de bahsetmek gerekmektedir. Tillion (2006, 204), Dominique Fernandez’in Güney İtalya’da (Potenza bölgesinde, yani antik Lucania’da) izlediği gerdek gecesi geleneği ile ilgili yazdıklarını şu şekilde aktarır:

“Bu sırada, yeni evlenmiş karı koca iç düşmanlarıyla, içlerine yerleşmiş o çok eski zamanlardan kalma baskılarla boğuşur, gecenin ve korkunun üstesinden gelmeye, kayınvalidenin ertesi sabah yapacağı teftiş ziyaretine hazırlanmaya çalışırlar.”

İtalya’daki kayınvalide baskısına benzer bir olaya, Yunanistan’da özellikle Tesalya’da, kayınvalidelerin gelinin bekâretini dedikoducu kadınlara çarşaf asma pratiği ile sergilediğine rastlanır.

Kadının ataerkil değerlerce kuşatıldığı toplumda, kadının bireyselliği ve cinsel bütünlüğü namus başlığı altında yok sayılmakta; kadın, kendi dışındaki herkesin bir sorunu haline gelmektedir. Namusun cinsellikle ilişkisinin sürekli dile getirildiği bu söylemlere dayanarak, cinsellik ve namus arasındaki ilişkiye bakmak bu nedenle önemlidir.