• Sonuç bulunamadı

NAKŞİBENDİLİK VE DİNSEL İTİBAR

KUTSALIN SOSYAL TEZAHÜRÜ NAKŞİBENDİLİK

1.1. BİR TASAVVUF TARİKATI NAKŞİBENDİLİK:

1.1.11. NAKŞİBENDİLİK VE DİNSEL İTİBAR

Dinsel itibar, toplumsal bağlamda din ve itibar ilişkilerinin ortaya çıkardığı kutsanmış bir imajı yansıtmaktadır. Burada itibarın din aracılığıyla kazanılması söz konusudur. Dinsel itibar, kişinin sosyal alanda sadece karizmatik kabullerin bir ürünü olarak kazandığı statüyle değil, bireysel özellik ve çabaların bir getirisi olarak sahip olduğu tecrübe ve şahsiyetin toplumsal bağlamda işlevsel hale getirilmesiyle de elde edilmektedir. Dinsel itibar, statünün geleneksel ve dinsel değerler ekseninde tamamlanmış bir göstergesi olarak işlev görmektedir.

Dinsel itibarın kategorik ayrışmaları Türkiye’nin daha çok Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yoğunlaşmaktadır. Özellikle Mevlana Halid-i Bağdadi ile beraber bölgenin dini ve siyasi tahayyülatında daha fazla etkili olmayı başaran Nakşibendîlik; aşiretler üstü yapısıyla bölgedeki yerleşik yapıya dayanan toplumsal ve siyasal sistemin çözülüş sürecini yansıtmaktadır.

Bölgede dinsel kategorilerini pekiştiren oluşumların başında gelen tarikat organizasyonu, çoğunlukla bölgesel gerçekliğin yapısal özelliklerinden beslenmektedir. Doğmatik açıdan ulemanın resmikabulüne hiçbir zaman mahzar olmamış, ama toplumsal açıdan ortama iyice uyarlanmış bir mistisizm evreninde gelişen dinsellik, kuşku götürmez bir açılım içinde tarikatlarla bütünleşmek durumunda kalmıştır. Böylelikle resmi ve kurumlaşmış İslam’a karşı, nispeten otoriteye uzak olan yerlerde, dini olduğu kadar sivil nitelikli ve çok etkin bir hayat biçimi öngören popüler bir İslam gelişmiştir. Bu, çoğu okuryazar bile olmayan insanların, köylülerin veya zanaatkârların dini evrenlerini yansıtmaktadır. Bunlar tasavvufi bir tarikat çerçevesinde manevi liderliklerini üstlenen bir şeyhe (mürşid) bağlı olup, bir tür hizmetkâr olarak görülebilecek şekilde faaliyet göstermektedirler.(Subaşı, 1999: 121–124)

Nakşibendiliğin bu bölgede itibar sahibi olmasında kuşkusuz bu tarikatın Anadolu’da yerleşmesine bizzat ön ayak olan Mevlana Halid-i Bağdadi’nin katkısı önemlidir. Mevlana Halid-i Bağdadi’den sonra günümüze kadar bölge üzerinde daha çok Halidiye adıyla anılan Nakşibendiyye tarikatı böylelikle yeni bir vizyon ve biçime kavuşmuş sayılmaktadır. Müntesiplerinin daha çok medrese kökenli olan Halidiliğin ortaya çıkması, başlangıçta tarikat erbabı ile ulema arasındaki tartışmaları gidermeyi nispeten başardığı için son Osmanlı padişahları aracılığıyla da devlet eliyle desteklenen bir tarikat olma özelliği kazanmıştır. Bu özelliklere sahip olması nedeniyle, Halidi Nakşiliği içinde bulunduğu sosyal ve siyasal ortamlarda rasyonel bir şekilde hareket etme kabiliyetine de sahip olmuştur(Subaşı, 1999: 125).

Tarikatların genel özellikleri; gönüllülük, karizmatik otorite, grubun üstünlüğü anlayışı, katı disiplin, bireyselliğin bastırılması olarak sıralanır. Sosyolojik bir terim olarak Weber’den gelen karizmatik otorite:“Bir insanın, sıradan insanlardan ayrı bir yerde durmasını ve doğaüstü, insanüstü ya da en azından istisnai güçler veya niteliklerle donatılmış olarak görülmesini sağlayan belli bir kişilik özelliğidir. Bunlar sıradan insanın ulaşamayacağı, ilahi kökeni olduğu ya da örnek alınması gerektiği düşünülen özelliklerdir. Bir insan bu özellikler sayesinde lider olarak görülür.”(Marshall, 1999: 387).

“Karizma, kişinin, kendisiyle olağanüstü ya da en azından istisnai güç ve niteliklere sahip olarak düşünüldüğü bireysel şahsiyetin belirli bir niteliğidir.”

Tarikat üyeleri kendilerini seçilmiş ve elit bir grup olduğuna inanmaktadırlar. “selamete ermiş”, “aydınlanmış” veya “hakikate ulaşmış” olanlar onlardır(Thompson, 2004: 69–70).

Eyyüboğlu, tektanrılı dinlerde, tanrısal özellikler taşıyan birtakım kişilerin toplumda boy gösterdiklerini ve bunlara bilici, ermiş, kutlu gibi nitelikler yüklendiğini ifade eder(Eyüboğlu,1987: 7–10). Güneydoğu Anadolu Bölgesi İslamiyet’e Araplar tarafından açıldığından dolayı bu bölgedeki din uluları şeyh veya seyyid olmaktadır (Kalafat, 2004: 813,818).

Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde bir itibar kategorisi olarak “şeyh” dini vaziyettedir. Bu nedenle bölgenin dini tipolojisi içinde ideal bir itibar göstergesi olmaktadır. Onun konumu, seyyid, alim, ve molla’nın hatta bazı özel durumlarda da Mehdi’nin, başka deyişle Allah tarafından seçildiğine inanılan manevi rehberliğin rollerini hep birlikte içeren bir roller kümesinden oluşmaktadır(Subaşı, 1999: 126).

Güneydoğu Anadolu'da gelenekçi yapı son zamanlara kadar hüküm sürmüş, seyyidler de bu yapının önemli öğelerinden birini teşkil etmiştir. Modern yaşam tarzına daha erken dönemde adapte olduğu için seyyidlik olgusuna da daha az rastlanan Batı Anadolu'nun aksine, Güneydoğu Anadolu'daki baskın seyyidlik olgusu dikkat çekici bir nokta olmaktadır( http://www.marife.org/12-adak.htm)

Müslümanların yaşamında tarikatların etkileri toplumsal, ekonomik ve coğrafi bakımlardan son derece anlamlı bir çeşitlilik göstermiş ve halen de göstermektedir(Atay, 1996: 45).

İslamiyet’de tasavvufi geleneğin ortaya çıkmasından hemen sonra İslam’ı esas olarak hukuki bir sistem ve toplumsal yaşamı düzenleyen bir kurallar silsilesi olarak anlayan alimler ile evrensel bir insan deneyimi olan mistisizmi İslami bir çerçeveye oturtan “sufiler” arasında bir gerilim kendisini gösterir.

Ulema ile sufilerin İslam’ı anlayış biçimlerinin ayırt edici temel karakteristikleri, ulemanın daha ziyade dinin “toplumsal” doğası ya da boyutu üzerinde odaklaşarak, Müslümanların bir topluluk olarak nasıl yaşamaları gerektiği sorusunu ilgi merkezi yaptıkları, sufi mistiklerin ise dinin “bireysel” ya da “şahsi” yönleri üzerinde odaklaşarak Müslümanların Allah’ın hakikatini nasıl sezebilecekleri ya da

hissedebilecekleri sorusu üzerinde dikkatlerini topladıkları söylenebilir(Atay, 2004: 91).

Sufi/tarikat İslam’ının pratisyenleri ile şer’i bilginin taşıyıcıları olarak beliren imamlar arasındaki çekişmelerin temelinde İslami bilginin kaynağının ne olduğu ve buna bağlı olarak, İslam’da dini otoritenin kim olacağı konularındaki ihtilaf yatmaktadır. Müridler şeyhlerini İslami bilginin iletimi ve ediniminde “merkezi” olarak görür ve bilginin doğrudan doğruya “kitap”tan (Kur’an’dan) kazanılmasına ikincil önem atfederler. Onlar için Şeyh İslam’da bilginin kaynağıdır. İslam’ın onlar için anlamı, Şeyh’in söyledikleri ve yaptıklarıyla doğrudan bağlantılıdır.

İmamlar için bu böyle değildir. Onlar açısından bilgi (kutsal) metinlerde mevcuttur. Şeyh’e saygıları olmakla birlikte imamlar için şeyh kusursuz ve yanılmaz biri değildir. Oysa müridler onu böyle tasvir ederler. İmamların şeyhe tam bir itaat göstermekte isteksizlikleri müridlerle sürtüşmelerinde onları zor durumda bırakır. Bunun karşılığı olarak, imamlar da müridleri şeriatı göz ardı etmekle, şeyhi ise bu duruma göz yummakla suçlarlar(Atay, 2004: 101).

Tarikatta iç eliti oluşturan asıl kaynak ise yüksek sosyo-ekonomik statülü üyelerdir. Bunların bir kısmı çok yaşlıdır, fiili olarak tarikatın idaresinde hiç fonksiyonları yoktur ama tarikat içinde saygın bir konuma sahiptirler(Atacan, 1990: 86).

Batı’da sufi İslam üzerine yapılan antropolojik çalışmalarda yer alan ortak sav, tasavvufun, popüler biçimiyle, kabile yaşamının gerekleriyle tamı tamına bağdaşır, ona uygun bir İslami anlayış olduğudur. Bu teze göre, okuma yazması olmayan ve kent kasaba merkezlerinin çok uzağında hayatını sürdüren Müslüman kabilelere, ulemanın püriten ve kitabi İslam’ı çekici gelmez. Onun yerine kendisine kutsiyet atfedilmiş bir şeyh, pir veya veli merkezinde kurumsallaşmış tekke ya da tarikat İslam’ının bu insanlarla birebir bağ kurduğu görülür. Merkezi otoritenin kanun ve nizam hâkimiyetini sağlamakta zorlandığı bu kabile bölgelerinde şeyhler ve tekkeleri kabileler arası anlaşmazlık ve çalışmalarda adeta bir arabulucu ve hukuksal düzenleyici işlevini üstlenirler. Tarikat ve şeyhlerin kabilesel yaşam alanları kadar şehir, kasaba ve köy yerleşmelerinde de toplumsal hayat üzerinde önemli etkilere sahip olduğu vurgulanmıştır(Atay, 1996: 47–48).