• Sonuç bulunamadı

2.4. BAĞIMSIZLIĞA KADARKİ TARİHSEL SÜREÇ

2.4.2. Osmanlı Hakimiyetinde Lübnan

2.4.2.3. Mutasarrıflık Dönemi

Emirlik sisteminden sonra uygulanan İki Kaymakamlık sistemi de bölgede yaşanan gerilimi dindirmeye yetmemiştir. Bilakis işler daha da karmaşık bir hal almıştır. Zira Maruni ve Dürzilerin dışındaki gruplar İki Kaymakamlık döneminde oluşturulan Konsey ile yönetimde söz sahibi olmaya başlamışlardır. Elde ettikleri bu kazanıma yeni kazanımlar da ilave etmek istemişlerdir. Diğer yandan ve belki de en önemlisi Fransızlar bölgede Marunilerin yaşadığı sıkıntıları gerekçe göstererek olaylara müdahil olmuşlar ve bundan sonraki süreçte de ülkede alınacak kararlarda etkinliklerini artıracaklarını göstermişlerdir. Gelişmeler bu şekilde ilerlerken büyük devletlerin de baskısıyla Osmanlı, bölgede huzurun sağlanması için çalışmalara başlamıştır. Çözüm için 5 Ekin 1860’te Hariciye Nazırı Fuat Paşa yönetiminde Beyrut’ta bir komisyon kurulmuştur. Komisyona Fuat Paşa başkanlık ederken, İngiltere, Fransa, Avusturya ve Prusya’dan da temsilciler katılmıştır (Buzpınar, 2003: 251). Komisyon Cebel-i Lübnan’da yaşanan felaketlerin nedenini, ülkenin Dürzi ve Maruniler arasında

67

paylaştırılması olduğunu ileri sürerek yeni kurulacak sistemin öncelikle bu durumdan kurtulması gerektiğini savunmuştur (Collelo, 1989: 16). Uzun süren çalışmaların ardından hazırlanan taslak üst kurula sunulmuş ve nihayet 9 Haziran 1861’de Cebel-i Lübnan Nizamnamesi adıyla imzalanarak yürürlüğe girmiştir. Buna göre Cebel-i Lübnan, Suriye’den ayrılarak doğrudan merkeze bağlı olacak ve Osmanlı Sultanı tarafından, anlaşmaya taraf ülkelerin rızası alınarak Osmanlı vatandaşları arasından Katolik bir mutasarrıf tarafından yönetilecektir. Mutasarrıfın altında ise din esasına dayalı bir Konsey olacaktır. 12 kişiden oluşan bu Konseyde 4 Maruni, 3 Dürzi, 2 Grek Ortodoks, 1 Grek Katolik, 1 Sünni ve 1 Şii temsilci bulunacaktır. Ayrıca Lübnan 7 Kaymakamlığa ayrılmış buna ilaveten şehir ve köy sistemleri de oluşturulmuştur (Buzpınar, 2003: 251).

Atanacak mutasarrıfın Katolik olması şartı sebebiyle ilk akla gelen isim Keçecizade Fuat Paşa’ya yakınlığı ile bilinen Garabet Artin Davud olmuştur. Gerek Paşaya yakınlığı ve Babıâli’dekilerce de tanınırlığı gerekse de sadakatine olan güvenden ötürü Davud Paşa 20 Temmuz 1861’de Cebel-i Lübnan’ın ilk mutasarrıfı olarak görevlendirilmiştir (Dadyan, 2013: 24). Davut Paşa’nın göreve başlamasının ardından hızlı bir ekonomik ve sosyo-kültürel değişim hareketleri başlamıştır. Ayrıca bölge genelinde gruplar arası ilişkilerde de iyileşmeler görülmüştür.

Yaşanan gelişmelere farklı açıdan bakılacak olursa, antlaşma ile her ferdin kanun önünde eşit olması ve ülkedeki diğer grupların varlığının kabul edilip siyasal sistemde yer edinmesi Cebel-i Lübnan’ı dış müdahaleye daha açık hale getirmiştir. Özellikle 19. yüzyılda Avrupa’da başlayan milliyetçilik akımını da göz önünde bulundurulursa Mutasarrıflık sistemi ile yakalanan olumlu atmosferin uzun süre süremeyeceğini tahmin etmek çok da zor olmayacaktır. Nitekim Avrupalı devletler Hristiyanların haklarının korunması konusunda kendilerine yükledikleri misyon gereği birçok olayda ülkeye müdahil olmaya devam etmişlerdir. Fransızların çok eskiden beri desteklediği Maruni gruba karşılık İngilizler de Dürzi grubu desteklemekle cevap vermişlerdir. Bunun arkasında bölgenin hâkimiyetini tek bir devlete bırakmak istememe yatmaktadır. Dolayısıyla Avrupalı devletlerden gelen bu baskı Osmanlıyı, daha önceki politikalarına ters bir biçimde Hristiyanlar lehine bir politika izlemeye sevk etmiştir (Sofuoğlu, 2012: 355). Ayrıca değinilmesi gereken bir diğer problem de Cezayirli mülteciler meselesidir. Cezayir’in Fransa tarafından işgali sonrasında bir kısım

68

Cezayirli Osmanlı’ya sığınmış ve Osmanlı’da kendilerini gruplar halinde Suriye ve Cebel-i Lübnan bölgesine yerleştirmiştir (Saylan, 2015: 50). Kayıtları sağlıklı olarak tutulmadığı için tam sayıları bilinemeyen Cezayirli Muhacirlerin nüfusu zamanla artmaya devam ettiği için bunların Fransa ile kuracağı ilişkilerin bölgedeki düzene zarar verme ihtimali ilgilileri endişelendirmiştir.

19.yy’ın sonlarına doğru Batı’nın da desteği ile bölgede Arap Milliyetçiliği fikri gerek Müslüman ve gerekse de Hristiyan cephede önem kazanmaya başlamıştır. Bu dönemde Hristiyanların 3 temel ideoloji üzerine odaklandıkları görülmektedir: “Lübnan ayrımcılığı Hristiyanların hâkimiyetindeki bir bölge üzerine; Pan Syrianizm Suriye üzerine; Pan Arabizm ise Arapça konuşan tüm insanlara vurgu yapıyordu. Kullanılan taktikler değişse de her üçü de Sünnilerin tarihi hakimiyetini sona erdirmeyi amaçlıyordu” (Gürson, 2010: 19). Osmanlı’da ise Sultan II. Abdülhamit döneminde Pan-İslamizm fikri savunulurken ülkede Türk milliyetçiliği de giderek kuvvet kazanmıştır. Abdülhamit döneminde Arap milliyetçiliği Müslümanlar arasında pek ciddiye alınmamışsa da iktidara İttihat ve Terakki’nin gelmesi ile Arap milliyetçiliği düşüncesi grupları bir araya getirmiştir. Arap milliyetçiliği fikri, özellikle Abdülhamit’in halifeliğini kullanarak dünyadaki tüm Müslümanları bir araya getireceğinden korkan Batı’nın desteklediği ve bizzat yönettiği bir harekettir. “Yönettiği” ifadesi bilerek tercih edilmiştir zira bu hareketin liderliğini İngilizler ile anlaşan Şerif Hüseyin üstlenmiştir. Şerif Hüseyin çok önemli bir isimdir çünkü İslam coğrafyasında halifelikten sonra gelen en önemli makam, Hicaz Emirliği görevi kendisindedir. Bu emirlik görevini sadece Hz. Muhammed’in soyundan gelenler üstlenebilir. Şerif Hüseyin’in siyasi nüfuzunun farkında olan İngilizler kendisi ile iletişime geçmiş ve çeşitli vaatler ile Osmanlı’ya karşı kışkırtmışlardır. Manchester Guardian (1916)’a atfen Şerif Hüseyin’e ait olduğu iddia edilen şu ifadeler İngilizlerin ne kadar isabetli bir tercih yaptıklarını göstermektedir:

Ben, şimdi sadece, Arabistan’ın bu hainlerin boyunduruğundan kurtulabileceği ve bizim eski şanımıza ve kaybolmuş haklarımıza yeniden kavuşacağımız günü bekliyorum. Ben, kendim-eğer Allah bana ömür verirse- İttihatçıların akıl ve hayal edemeyecekleri şeyler hazırlayacağım. Eminim ki, Allah, arzularımın gerçekleşmesinde, yani Arapların varlığının teminat altına alınmasında bana yardım edecektir (Kürkçüoğlu, 1982: 73).

İngilizlerin desteği ile Haziran 1916’da Osmanlı’ya isyan eden Şerif Hüseyin, Filistin ve Suriye’yi de ele geçirerek kendisini Arap ülkeleri Kralı ilan etmiştir.

69

Başlangıçta Arap milliyetçiliğine destek veren Hristiyan Maruniler için Lübnanlı imajı altında Maruni milliyetçiliği esas arzuydu. Zira kendilerini Avrupalı olarak görüyorlardı. Ancak İslam’ın kendi ülkelerinde de hakim olacağı korkusuna kapılarak bu fikre olan desteklerini çekmişler ve Fransa’dan bu konu ile ilgili olarak destek talep etmişlerdir (Ekinci, 1998: 23). Bunun üzerine Fransa, İngiltere ile görüşerek Şerif Hüseyin’in kuracağı Arap devletine Lübnan’ın dahil edilmemesi konusunda anlaşmıştır (Acar, 1989: 22). Bu anlaşma (Sykes-Picot) bazı konular bakımından Rusya’nın da dâhil olmasıyla İngiliz-Fransız-Rus üçlüsü arasında cereyan eden gizli bir anlaşmadır. Şerif Hüseyin’in başarısı ile itibarını ve iktidarını kaybeden dönemin mutasarrıfı Mümtaz Bey, yetkilerini Lübnanlı bir Müslüman olan Ömer el-Dauk’a devretmiştir. Bu durum daha önce bölgede huzuru tesis etmek için getirilen sisteme karşı bir hareket olduğu ve özellikle Hristiyanların etkisini kırdığı için Lübnanlı Hristiyanların tepkisini çekmiştir. Fırsattan yararlanmak isteyen Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal, Beyrut’a bir birlik sevk ederek bu bölgeyi de kendi sınırlarına kattıklarını ilan etmiştir. Esasında gizli anlaşmadan haberi olmayan Şerif Hüseyin bu hamlenin kendisine karşı nasıl bir tepki meydana getireceğini de kestirememiştir. Olayın ardından Fransa, anlaşmanın kendisine verdiği yetkiye dayanarak olaya müdahale etmiştir ve İngilizler de duruma bir tepki göstermemiştir. Son durumda bölge 3 parçaya ayrılmıştır: Filistin İngilizlere, Lübnan ve Suriye’nin sahil şeridi Fransızlara, doğuda kalan topraklar ise Arap bölgesine aittir (Acar, 1989: 23). 1860 yılından itibaren Hristiyan ve Müslüman fikir adamlarınca ileri sürülen Arap Milliyetçiliği, Avrupa etnik milliyetçiliğinin bir yan ürünüdür. Ancak aydınlar arasındaki bu fikir belli bir zümrenin desteğinden fazlasını elde edememiştir (Harris, 2005: 136).