• Sonuç bulunamadı

Kurtuluş Savaşı sonunda adeta enkaza dönüşen ülkenin fiziksel olarak yeniden canlandırılması yeni devletin öncelikli çalışmaları arasında yer alıyordu. Cumhuriyet’in ilanından bir süre sonra, kademeli olarak bütün yurtta bayındırlık faaliyetleri başlatıldı. Bunun ilk örneğini Ankara oluşturuyordu. Cumhuriyet döneminde kentler Osmanlıda var olmayan yeni bir anlayışla, planlı bir biçimde imar ediliyordu (Osma, 2003, s.22). 1920’lerin sonunda Ankara’da Birinci Ulusal Mimarlık akımının görkemli binaları, gök yaran apartmanları, villaları yükselirken, şehir planında da bahçelievler, yeşil alanlar ve meydanlar ön planda yer tutuyordu (Cengiz kan, 2002, s.225).

Yabancı mimarlar tarafından yapılan bu planlarda sosyal yaşamın bir parçası olan park ve meydanlarda yerini alıyordu. Cumhuriyet Türkiye’si kentlerini Osmanlı kentlerinden ayıran önemli bir uygulama, kamuya açık bu mekânları süsleyen anıt heykeller olacaktır (Osma, 2003, s.23).

Başkent Ankara’nın yeniden yapılanmasında özellikle yabancı mimar Lörcher’in tasarısında da şehir, yönetim sanayi, yönetim ikameti, eğlence ve kültür alanı, bahçe- şehir gibi bölgeleme temeli üstüne kurgulanmıştı. Bölgeleri birbirine bağlayan yollar, bölgeler arasında anlamsal ilişkiyi de kuruyorlardı. Bahçe-şehir kavramıyla birlikte bölgeleme anlayışı, şehirde meydanları özellikle önemsetmekteydi. Şehir merkezi Hâkimiyet-i Milliye’ den istasyona ve Çankaya’ya uzanan akslar, bir dizi meydanla birbirine açılmaktaydı. Eski şehirde, İtfaiye Meydanı, Tiyatro Meydanı, Gazi Meydanı, Kale Meydanı ve Yıldız Meydanı; yeni şehirde ise; Hâkimiyet-i Milliye (Millet,

27

bugünkü Ulus) Meydanı, Sıhhiye Meydanı, Zafer Meydanı, Cumhuriyet Meydanı kurgulanmıştı. Daha sonra ki Lozan Meydanı ile Cebeci Meydanı ve 1940’ların Tandoğan Meydanı da aslında aynı anlayışın devamı olmuşlardı (Cengizkan, 2002, s. 238).

Adları, konumları ve meydanları oluşturan yolların bağlanışı farklılaşsa da, Ankara’da meydanlar yapılmıştır. Meydanların yapılışındaki imar anlayışı farklılıkları yanında, adlandırma farklılıkları da 1925’lerden 30’lara uzanan dönüşümün göstergesidir. Yenişehir’deki meydanlar, bir yanıyla şehirdeki üst gelir gruplarının şehir dokusu içinde sahip oldukları arsalarla, bir yanıyla da iktidarın geçirdiği dönüşümlerde ilişkilidir. Bugünkü Kızılay Meydanı, eski kurtuluş ve ilk adlandırılışlarıyla Cumhuriyet Meydanı’dır, bugünkü İnkılâp sokak eski Devrim sokağı, Mithatpaşa Caddesi, eski İsmet Paşa Caddesidir; Güven anıtı, eski Emniyet Abidesi’nin dönüşümüdür. Bu dönüşümün yalnız adların değişimini değil, iktidarın tasarımı ve halkın kullanımında ki değişimleri ve aralarındaki ilişkiyi yansıtmaktadır. Ankara’da meydanların inşa sürecinden başlayarak, bu meydanların kullanımı ve bugün meydansızlığa varan tarih, seçkinlerin tasarımı ile halkın kullanımı arasında ters orantılı biçimde işlemiştir. Yani halkın kullanımı ve iktidarı algılaması, iktidarın ideolojik, kültürel yönelimini benimsemesi için kurgulanan meydanlar, “demokrasi” geliştikçe bir tür meydansızlaşmayı getirmiştir. Halkın olduğu haliyle giremediği, yasaklanan veya kendisini yakıştırmadığı meydanlar, halk meydana çıkmaya başladıkça meydan olmaktan çıkarılmıştır (Aydın, Emir oğlu, Türkoğlu ve Özsoy, 2005,s.409).

Tanzimatçıların ilk şehir düzenleme çabalarında hükümet konaklarına, önlerinde halk bahçelerinin yapılmasına özen göstermeleri gibi, Cumhuriyet döneminde de varlık veya kaymakamlık binalarının modernliği ile önlerinde şehir parkları ve parkla konak önünde oluşturulan meydanda hiç olmazsa Atatürk büstü bulundurulması gelenekleşmiştir. Bu geleneğin ilk örneği de, Cumhuriyet’in ilk meydanı olan Hâkimiyet-i Milliye Meydanı’nda bir heykel yaptırılması ile hayata geçirilmişti.

II. Meşrutiyet’le yoğunlaşan ve Sanayi-i Nefise Mektebi’nin çalışmalarıyla artan Heykel tartışmalarına karşın, bu dönemde “anıt”lar yapılabilmiş, ancak heykelin kamusal alana çıkabilmesi Cumhuriyet’le ve Atatürk heykelleriyle olmuştur (Aydın, Emiroğlu, Türkoğlu ve Özsoy,2005,s.410).

Cumhuriyet döneminde, park ve meydanlar gibi kamuya açık meydanlarda ilk kez anıt heykel uygulamaları ile karşılaşıyoruz. Bu anıtlar bir yandan modern kentin bir gereği, öte yandan yeni rejimin simgesi olarak yükseliyordu.

Cumhuriyet döneminin ilk anıtı Atatürk’ün önerisiyle mimar Arif Hikmet Koyunoğlu tarafından yapılan Dumlupınar Şehit Sancaktar Mehmetçik anıtıdır. Koyunoğlu’nun bu konudaki anısı şöyledir:

“1923 Mayıs ayı sonları idi. Akşam Keçiören’de bir evde Gazi Mustafa Kemal bana dönerek ve cebinden bir not çıkararak, yeni kurulacak devletin ilk anıtı Dumlupınar’da yapılacak, adı da “Şehit asker anıtı” olacak dedi ve notu bana uzattı. Emir gereğince Dumlupınar’a gittim, anıtı yaptım. Topraktan çıkan bir kol Türk sancağını dik tutuyordu. 1924 yılında Anıt kendileri tarafından açıldı. Çok beğenmişlerdi” (Altın er, Akay ve Ardıç oğlu, 1991, s.35).

Sözü edilen anıt, kent yerleşmesinin dışındaki bir alana dikilmiştir. Bir kaide üzerinde dirsekten bir kol sancak tutarken betimlenmiştir. Bu görünüşüyle mimari anıtlardan figürlü anıtlara; anıt heykellere geçiş örneği olarak nitelendirilebilir. Ankara’da anıt yaptırma fikri ise 1924’den itibaren gündemdedir.

Yeni Gün (11 Mayıs 1924’te Cumhuriyet adını almıştır) gazetesi sahibi yunus Nadi Bey’in önderlik ettiği heykel yaptırma kampanyası ile bir yurttaş komitesi oluşturularak heykel projesi için yarışma açılması kararlaştırılmış ve bir şartname hazırlanmıştır. 1924’te İstanbul’da Türkçe-Fransızca bastırılan “Yeni Gün”ün teşebbüsüyle Ankara’da Büyük Millet Meclisi önünde Rekzi Mukarrer Zafer abidesi için icra edilecek müsabaka hakkında “Baz-i izahat” adlı kitapçıkta, heykelin şartnamesiyle amacı dile getirilmiştir. Başvuruların çokluğu nedeniyle yarışma süresi 27 Temmuz 1924’te sona eriyor olmasına karşın, süre 31 Aralık 1924’e kadar uzatılmıştır. Anıt Heykel’in yapılması ile meydanın düzenlenmesi arasındaki ilişkiyi Naşit Hakkı Uluğ, “Atatürk” (1973) adlı kitabında dile getirir:

“Ankara Belediyesi, pek dar mali ve teknik imkânları elinden geleni yapıyordu, fakat her gün teknik bir güçlük çıkıyordu; harita üzerinde çizilen çizgilerle, beş-altı yolun açıldığı bu meydanımsı yerin yol kotları tatbik edilince farklar çıkıyor, kaidenin temeli ve etrafı için yapılan hesaplar ve krokiler uymuyordu. 1927 baharından beri, bu güçlüklerin bir an önce halline uğraşılıyordu”.

Heykelin açılışı için “Yunus Nadi Bey bir program hazırlamış, büyüklerinde tasvibini almıştı”, törende Yunus Nadi, Asım Us ve Şehir Meclisinin en genç üyesi sıfatıyla Naşit Hakkı Uluğ konuşacaktı. “Meclis’te başkan Kazım Özalp’in odasında tam bu karara varılmış idi ki, kapı aralandı, milli şair Mehmet Emin Yurdakul, gözleri yaş içinde “girebilir miyim?” diyordu. Milletvekili, hepimizin sevip saydığı büyük Türk şairi, ertesi gün

29

yapılacak büyük açılış töreni için uzunca iki şiir yazmış, bunları bizzat okumak için programda yer istiyordu. Arzusu tabii karşılandı, Türk şairi odadan ayrılırken heyecanından ağlıyordu.” Heykelin açılışı 24 Kasım 1927’de yapıldı. “Ertesi gün, daha gün doğarken köylüsü, kentlisi ile bütün Ankara halkı Hâkimiyet-i Milliye Meydan’ında toplanıyor, davullar, zurnalar çalınıyor, kılıç şakırtıları ve “yaşa Mustafa Kemal” sesleri beş yoldan meydana gelenlerin hançeresinden yükseliyordu”.

Şartnamede Atatürk’ün ayakta, sivil giyimli, Cumhurbaşkanı olarak tanımlanmasına karşın, yarışmayı kazanan ve yaptırılan Heinrich Krippel’in heykelinde Atatürk at üstünde ve asker kıyafetlidir. Kaidenin ön tarafında,“Artık badema, sine-i millete bir ferd-i mücahit olarak çalışacağım, 8 Temmuz 1919, Erzurum” alıntısı ile askerlikten istifa ile halkın arasında ve halkla birlikte çalışma kararını bildiren sözleri yazılmış olmasına karşın, 1924’teki sivillik kararından 1927’de askerliğe dönülmüş olması, herhalde sivillere duyulmaya başlanan güven bunalımını yansıtmaktadır (Aydın, Emir oğlu, Türkoğlu ve Özsoy,2005,s.408).

Buna benzer olası değişimleri devamı gelen diğer anıt çalışmalarında da görmek mümkündür.

Cumhuriyetimizin kuruluşundan beş-altı yıl gibi kısa bir sürede başkentimiz ve diğer kentlerde de yükselen Atatürk Anıt heykelleri, Heykele tepki duyulmasına karşılık, Atatürk’ün kişiliğine duyulan minnet duygusuyla erimiş, yüzyıllar boyunca kabul edilmemiş bu yapıtlar sevgi ve saygı sembolü olmuşlardır (Gezer, 1973, s.2).

Benzer Belgeler