• Sonuç bulunamadı

Mekânı ve insanı birbirlerinden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Mekân ve insan etkileşiminin üç düzeyi vardır. Birincisi, mekânın insani üretime konu olarak kurgulanması yani insanın mekânı düzenlemesidir. İkincisi, mekânın yapısal bir unsur olarak kendisini tecrübe eden, dolayımlayan insanın bilinç düzeyini belirlemesidir. Üçüncüsü ise, insanların üzerinde etkileşime girerek örgütlendiği bir alan olarak mekânın kullanılmasıdır (Karaarslan ve Karaaslan, 2013: 882). İlk düzey, en başta insanın temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere barınmak ve güvenlik ihtiyaçlarıyla ortaya çıkmaktadır. İkinci düzey, coğrafi düzlemde karşılaşılan doğal faktörlere karşı insanın konumlanışı ile belirginleşmektedir. Çünkü insan bulunduğu çevrenin coğrafi ve iklimsel koşullarına uyum sağlamak durumundadır. Bu da insanın düşünüş ve yaşayış biçimlerini şekillendiren bir unsurdur. Üçüncü düzey ise insanın yerleşik hayata geçmesinden itibaren var ettiği ya da doğal bir biçimde var olan mekân ile girdiği karşılıklı ilişkide belirginleşmektedir.

İnsan ve mekân ilişkisinde aradaki en güçlü bağı kültür oluşturur. Kültür insanın düşünce ve eylemleriyle ortaya çıkan karmaşık bir değerler bütünüdür. İnsan toplumla bir ilişkisellik içinde yaşayarak, pratik ederek öğrendiği kültürü gelecek nesillere maddi ve manevi olmak üzere iki şekilde aktarır. Maddi kültür öğeleri içinde, bölgesel ya da milli kültürün en önemli taşıyıcılarından biri, sözlü ve yazılı taşıyıcıların yanı sıra, adeta bir ayna gibi toplumları yansıtan ve uzun yıllar kültürün kendi üzerinden okunmasını sağlayan mekânlardır. David Harvey bu durumu şöyle ifade eder, ‘‘Kentte mekânın şekillendirilmesi kültürümüzü simgeler, mevcut toplumsal düzeni simgeler, amaçlarımızı, ihtiyaçlarımızı, korkularımızı simgeler. Yani eğer kentin mekânsal biçimini değerlendireceksek, şöyle ya da böyle, onun salt

fiziksel boyutlarının yanında, yaratıcı anlamını da anlamalıyızdır.’’ (Harvey, 2013: 35).

Mekân insanın yapıp etmelerinden zaman içinde bir form almaktadır. Bu form sabit kalmamakla beraber belirli dönemlerde hâkim olan zihniyete ve o dönemin ihtiyaçlarına cevap vermesi amacıyla insanlar tarafından zaman içinde değiştirilebilmektedir. Kültürel ve toplumsal süreçler bağlamında oluşturulması hasebiyle bir mekân/ yapı fiziki özelliklere sahip bir bütünlük değil, döneminin muhtelif hususiyetlerini bünyesinde cemeden bir karaktere sahiptir (Nacak, 2017: 106). İhtiyaç hâsıl olan durumlar bazen nüfus artışı ve teknolojik gelişmelerle birlikte yetersiz kalma gibi vaziyetler olabilirken, bazen de tamamen ihtiyaç halinin ortadan kalktığı durumlar olabilmektedir. Bu durumda var olan mekân işlevsiz hale gelerek, terk edilmiş veya farklı şekillerde kullanılması uygun görülmüştür.

Tarihsel açıdan insan- mekân ilişkisinde dönemsel olarak baskın etkiler belirleyicidir. Örneğin; savaşların yoğun olarak yaşandığı savaşın simgesi olan mekânlar savunma gereksinimi neticesinde belli dönemler yoğun olarak inşa edilmiştir. Savaş mekânlarına örnek olarak; Çin Seddi, Berlin Duvarı, çeşitli kule ve tüneller vb. gösterilebilir. Ancak günümüzde savaş simgeleri ve savunma araçlarının değişmesiyle bu tarz mekânlara gereksinim ortadan kalktığı için çoğu tarihi eser kisvesinde sergilenmektedir. Bir başka örnek olarak; tarımsal üretimle uzun bir dönem kır mekânları ön planda olmuştur ancak Batı tarihinde feodalizmden kapitalizme geçişle bu mekânların öneminin azalıp kentlerin öneminin arttığını söylemek mümkündür. Eski dönemlerde yapılan ticari faaliyetlerin meydana getirdiği mekânlar; ticaret yolları üzerindeki kervansaraylar, çeşmeler, panayırlar ve fuarlar vb. hayati nitelikteyken ulaşımın yollarının ve ulaşım araçlarının iyileşmesi, küreselleşme ve mevcut ekonomik işleyiş ile bu mekânların yerini iş hanları, şirketler, gökdelenler halinde iş merkezleri almıştır. Bu sebeple eski ticaret mekânları artık işlevsizdir ancak tarihsel ve sosyolojik açıdan dönemi okumak bakımından değerlidir.

Bir başka açıdan, toplumun başat kurumları olan eğitim, din, ekonomi, aile, siyaset ve boş zamanlar kurumu açısından insan mekân ilişkisine bakıldığında dönemsel olarak baskın eğilimlerin ve o kurumu temsil eden mekânların ön planda

olduğu görülür. Toplumun ise bu mekânlarla sıkı, devamlı, gündelik hayatının büyük kısmını kaplayan bir ilişki kurduğu görülmektedir. Hâkim zihniyette eğitim toplumda başat bir rol oynuyorsa devasa kütüphaneler; Bağdat, Buhara, İskenderiye gibi ve hala adından söz ettiren köklü ve nitelikli eğitim kurumları; Oxford, Cambridge, Galatasaray Lisesi vb. mekânlar ile karşılaşılır. Dönemin hâkim zihniyeti din üzerinde yoğunlaşmış ise bölgeye hükmedenin inancına göre Sultan Ahmet Camii, Ayasofya, Taç Mahal gibi görkemli ibadet mekânları ya da siyaset ve dinin birlikte önemli olduğu Mısır Piramitler’ i gibi anıt mezar şeklindeki mekânlar karşımıza çıkmaktadır. Ülkelerin özellikle kuruluş yıllarında siyaset kurumu başrolde olduğu için bazı şehirler bu anlamda ön plana çıkmıştır. Bunlara; İstanbul, Ankara, Washington vb. şehirler örnek olarak gösterilebilir. Başkent bir semboldür; iktidarın ve otoritenin sembolüdür. En görkemli binalar, mabetler, heykeller, meydanlar ve yollar hep başkentlerde inşa edilmiştir. Bu sembol inşasında siyasi iktidarlar kentleri inşa ederlerken toplumları da inşa etmeyi amaçlamışlardır (Akın, 2012: 282). Ekonomi kurumu açısından bakıldığında endüstri devrimiyle birlikte seri üretime geçilmiştir. Bu durum sanayiyi, şehirleri daha merkezi hala getirmiştir ve bu şehirlerin merkezlerinde daha önceden dini sembolik mekânlar yerine üretim yapılan fabrika ve iş yerleri yerini almıştır. İlerleyen zamanlarda şehirlerdeki nüfus patlamaları hasebiyle merkezdeki üretim tesisleri şehirlerin dışına, yerleşimden uzak bölgelere doğru kaydırılmış veya terk edilmiştir. Boş zamanlar kurumu diğer kurumlar kadar bir devrin başat kurumu olarak karşımıza çıkmasa da belirli ülkeleri, bölgeleri, şehirlerin adının eğlence, dinlenme ve turizm ile ünlendiği görülür. Bu tarz mekânlar insanların ihtiyaç duyduğu hobi, sanat, boş zaman aktivitelerini değerlendirmesi adına gerekli ve önemlidir. Son olarak kurumlar ekseninde günümüz şartlarında küresel bir salgın hasebiyle sağlık kurumlarının ön planda olması dönemsel ihtiyaç ve gerekliliklerin insan ve mekân ilişkisini etkilemesi açısından en görünür örneğidir.

Mekânın; kır ve şehrin, coğrafi mekânın; doğu ve batının, alçak ve yükseğin, sıcak ve soğuğun da insanı madden ve manen şekillendirme kabiliyeti vardır. Her insan ve toplum belirli sınırları olan bir toprak parçasında dünyaya gelir ve insanın doğduğu yer İbn-i Haldun’un dediği gibi kaderidir. İnsanın varoluşundan itibaren

mekânla diyalektik bir ilişki içerisindedir. Bu sebeple insan ve mekân arasında kurulan ilişki hem ontolojik hem de karşılıklı etkiletişim sebebiyle diyalektik bir ilişkidir. İklim koşulları ve coğrafi mekân toplumların yaşamasına elverişsiz koşullardaysa toplumların bu şartlara adapte olması gerekmiştir. Bunun için insanlar tarafından bunlara uygun mekânsal değişiklikler ve inşalar yapıla gelmiştir. Örneğin, soğuk ve dağlık bölgelerde yaşayan toplumlar ile sıcak ve düzlük coğrafi bölgelerde yaşayan insanların doğal olarak ihtiyaç duydukları barınma mekânı farklılık arz edeceği için bu faktörler insan- mekân ilişkisinin çeşitlilik gösterdiğini ortaya koyar. Daha küçük yapılar özelinde düşünüldüğünde insanlığın temel ihtiyaçlarından biri olan barınma için inşa edilen evler de zamanla değişim geçirmiştir. Tek katlı evlerden çok katlı apartmanlara geçiş nüfusun artması ve toplumsal ilişkilerin değişmesi ile değişen toplumsal ihtiyaçlara göre olmuştur. Mekânın fiziksel boyutlarından, var edilme amacından, kullanım şekli ve sıklığından, konumundan, hangi ihtiyaca cevap verdiğinden tüm bunların hepsi ve daha fazlası topluma ayna tutar çünkü hiçbir yapı oraya öylesine konmuş değildir ya da bir yerde yoğunluk olmasının geçerli gerekçeleri vardır.