• Sonuç bulunamadı

Mekân ve Zaman: Dünyanın Başlangıcı

I. BÖLÜM

2.1. Mekân ve Zaman: Dünyanın Başlangıcı

Çuvaşların dünyanın başlangıcıyla ilgili tasavvurlarında esas olarak iki farklı oluşum şekli olduğu görünmektedir.57 Bunlardan birincisine göre dünyanın meydana

gelmesinde herhangi bir kişi ya da aşkın bir gücün müdahalesi olmamıştır. MLH’deki ilk beş anlatı bu gruba dâhil edilmiş olsa da kendiliğinden oluşla ilgili tek metin, 1780’li yıllarda K. Mil’koviç tarafından derlenendir (MLH, 24). Diğerleri ise dünyanın yapısıyla ilgili tasvirlerdir. Bununla birlikte araştırmacılar arasında –Sovyet ideolojisinin ve zamanla gelişen Çuvaşların gerçek halk dininin Zerdüştlük olduğu iddialarının etkisiyle olsa gerek- Çuvaş kozmogonik düşüncesinin en eski örneklerinin bu gruptakiler olduğu yönünde bir düşüncenin Mil’koviç’ten (Nikol’skiy 2008: 499- 500; ÇM, 29) bu yana sürdürüldüğü söylenebilir (Sboyev 1856: 96; Odyukov: 1987: 8; G. M. Matveyev 2004: 65). Mil’koviç’in bu kayıtlarında Hristiyan olmayan Çuvaşlar arasında dünyanın ezelî ve ebedî olduğuna, herhangi biri tarafından yaratılmadığına ve insanoğlu tarafından tam olarak anlaşılamayacağına dair inanışların olduğu vurgulanır. Bununla birlikte evrenin günümüzdeki şeklini alması konusunda Çuvaş kozmogonik mitlerinde etkin gücün bazen tanrı, bazen hayvan (kuşlar) ve bazen de insan suretindeki tanrı olarak tasvir edildiği örneklerin karşılaştırmaya bile gerek bırakmayacak derecede fazla olduğunu belirtmek gerekir. Kozmogonik tasarımlardan bir tanesini seçerek en eski ve orijinal düşüncenin kendiliğinden yaratılış olduğuna hükmetmek dayanaksız bir iddia olacağı gibi Çuvaş geleneksel kültürünü bütün olarak değerlendirmeden varılan ideolojik bir yaklaşım

olarak belirecektir. Benzer doğrultuda en eski ve orijinal biçimi aramaktansa farklı biçimleri değerlendirerek onların ortaya koyacağı genel tabloya odaklanmak daha faydalı olacaktır.

Çuvaş kozmogonik mitlerindeki farklı ilk yaratılış biçimleri bize göre G. M. Matveyev’in ifade ettiği gibi “çelişkili ve belirsiz” (2004: 66) olmaktan ziyade çoğu durumda birbirini tamamlayıcı nitelikler göstermektedir. En azından bu farklı biçimler, farklı bağlamlardan hareketle anlamlı ve işlevsel biçimde yorumlanabilmektedir. Belki de bunların içerisinde farklı bağlamlarla desteklenemeyecek tek açıklama, “kendiliğinden varoluş” biçimidir.

Bir diğer mesele ise Çuvaş mitolojisinde zıt gibi görünen olguların –Turĭ- Şuyttan, iyi ruhlar-kötü ruhlar, su-ateş, baba-ana, gök-yer, ışık-karanlık vs.- farklı biçimde yorumlanarak İran dinleriyle ilişkilendirilmeye çalışılması meselesidir. Ne bütün olarak Türk mitolojisinin ne de Çuvaş mitolojisinin böyle bir etkiden tamamen uzak olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak A. A. Trofimov ve V. P. Stan’yal gibi (bk. MLH, 17) araştırmacıların Zerdüştlüğü gerçek halk dini gibi gösterme çabaları eldeki verilere tarafsız bir gözle bakamadıklarını göstermektedirler. Çünkü Çuvaş kültüründe en temel dikotomilerden olan Turĭ ve Şuyttan düşüncesi ya da gök ve yer düşüncesinin İran dinlerindeki ışık ve karanlık temelindeki zıtlıklardan tamamen farklı olduğu görülmektedir. Çuvaş düşüncesinde bu temel unsurlar, aşağıda görüleceği üzere birbirine denk olmadığı gibi karşıtlık ya da zıtlık göstermez, aksine birbirini tamamlayarak dünyanın zaman ve mekân anlamında bugünkü hâline kavuşmasını sağlar. Türk mitolojisi ve İran dinleri arasındaki bu temel farklılığı Emel Esin çok net bir şekilde açıklar: “Çinlilerin ve Türklerin dikotomik kozmolojisi, İran dinlerindeki iki ilke üzerine kurulu, ikici (düalist) görüşten büsbütün farklıydı. İranlılar, iki ilkeyi birbirine düşman ve birini iyilik, diğerini kötülük simgesi sayıyordu. Zerdüşt ve Mani dinlerinde ışık iyilik simgesi, karanlık ise kötülük simgesiydi. Çinliler ve Türkler ise bu iki ilkeye ahlaki bir anlam vermiyordu. Bu sebepten Mani rahipleri, Türklerin ‘cahillerine’ şöyle bir sitemde bulunuyordu: ‘Bunlar iyi ve kötü, göksel ve aşağı ruhlar arasında fark gözetmeden bütün ruhani varlıklara tapıyorlar.’” (Esin 2001: 21-22).

Çuvaş kozmogonik mitlerinde dünyanın yaratılışından önceki kaosu oluşturan ana unsurların su (Çuv. şıv) ve gökten (Çuv. plt) ibaret olduğu, bunlara çoğunlukla yer (Çuv. r) ve bazen de ateşin (Çuv. vut) ilave edildiği görülmektedir. Her durumda bu unsurlar başlangıçtaki kaosta bitişik ya da iç içedir. Anlatılarda yaratılıştan önceki ortamı niteleyen ifadeler arasında öne çıkanlar şunlardır: “Su ile yer ve gök birmiş.”, “karanlık”, “düzensiz” (Çuv. yrkesr), “korkutucu”, kararsız yani dalgalanıp karışan (Çuv. pĭtransa tĭnĭ), “temelsiz/dipsiz” (Çuv. tpsr-yrsr). Bu nitelemelerin çizdiği genel tabloya göre dünyanın belli katmanlarının birbirinden ayrılmasına ve bunları olması gereken düzende tutacak kaidelere ihtiyaç vardır.

En eski kayıtlarda rastlanmasa da 1938 ve 1977 yıllarında derlenmiş iki anlatıda söz konusu niteliklere sahip kaosun kişileştirildiği görülmektedir. Bu yaratılış tasavvuru Çuvaşlarda çok karşılaştığımız bir olgu değildir. Arapça kökenli olan ve Çuvaşçada da “kıyamet, ahiret” anlamına gelen “hĭyamat” sözü, ilk anlatıda tam olarak zamanın başlangıcındaki dünyanın hâlini adlandırmak için kullanılmaktadır. Temelsiz, sürekli dalgalanan ve yedi başlı olan Hĭyamat’tan başka sadece Mĭrtĭk (Martuk) vardır. Mĭrtĭk, savaşarak Hĭyamat’ı öldürmüş ve onu balık keser gibi boyuna keserek bir tarafından göğü, diğer tarafından yeri ve yer altını yaratmıştır. Daha sonra güneşi, ayı, yıldızları yağmur bulutlarını ve kalan parçalarla çamur ile kendi kanını karıştırarak ilk insanları yaratmıştır. Diğer anlatıda ise Hĭyamat ve Mĭrtĭk’ın rollerini değiştirdikleri görülmektedir (MLH, 26-27). Sözlük anlamından dolayı kişileştirilmiş kaosun ilk anlatıdaki gibi “hĭyamat” sözüyle ifade edilmesi, daha anlamlı görünmektedir. Mĭrtĭk’ın ise tanrısal bir niteliğinden bahsedilmemektedir ama o, tanrı gibi hareket etmektedir. Çuvaş folklorunda ve geleneksel dininde bu adı taşıyan başka bir tanrı ya da tanrısal güç de olmadığına göre Mĭrtĭk da düzensizliğin karşısında düzeni, kaosun karşısında kozmosu temsil eden kişileştirilmiş bir güç olarak kabul edilebilir.

Bu metinler, Babil yaratılış anlatısı Enûma Eliş’teki tanrıların tanrısı Marduk ve “tuzlu su okyanusu Ti’âmat”ın –ad benzerliği de açıktır- oldukça uzun ve detaylı bir şekilde anlatıldığı büyük mücadeleyle önemli benzerlikler taşımaktadır. Çuvaş anlatılarında Martuk, tıpkı Babil tanrısı Marduk’un Ti’âmat’a yaptığı gibi –midye gibi iki parçaya ayırdığı vücudundan göğü ve yeri yaratmıştır- Hĭyamat’ı ikiye keserek

parçalarından dünyayı yaratmaktadır (Bk. Heidel 2000: 33-66). Ancak belitmek gerekir ki söz konusu Çuvaş anlatıları, Babil anlatısının çok küçük ve –kaosa şekil vererek dünyayı yaratma açısından-iyi uyarlanmış bir varyantı gibidir ve örnekleri çok sınırlıdır. Üstelik başka verilerde –dua ve büyü metinleri vd.- bu şekilde kişileştirilmiş Martuk ve Hĭyamat karakterlerine rastlanmaz.

Çuvaş kozmogonik düşüncesinde Tanrı’nın iradesiyle gerçekleşen evrendoğum tasavvurlarına geçmeden önce kısaca Tanrı inanışına ve yaratma eyleminin Çuvaşçadaki anlam dünyasına temas etmekte fayda görüyoruz.

Bütün farklı yaratılış biçimlerine rağmen Çuvaş geleneksel dininde tek ve aşkın bir tanrı inancı olduğu açıkça görülmektedir. Sahip olduğu niteliklere bakarak Çuvaş Tanrısının her şeyin üstünde, bütün varlığı yaratan, düzeni kuran ve koruyan bir tanrı olduğunu ifade etmek zor değildir. Bu inanışların yansımalarını mit ve efsanelerde de görebiliyoruz. İncelediğimiz metinlerde Mészáros’un ifadesinin aksine farklı iyi ve kötü güçlerin de “Tanrı” sıfatıyla nitelendirildikleri görülmektedir. Sonraki dönemlerde Hristiyanlığın etkisiyle geliştiği açıkça görülen bu örneklerde dahi tek ve yüce olan Turĭ’nın diğer bütün güçlerin üstünde olduğu, onları ve bütün kâinatı yarattığı ve yönettiği anlaşılmaktadır.

Çuvaşçada yaratma eylemini ifade etmek için kullanılan fiiller şunlardır: tu- [yapmak, yaratmak, doğurmak], urat- [doğurmak, yaratmak] ve pultar- [oldurmak, yapmak, başarmak, becermek]. Çuvaş Türkçesinde tu- fiilinin ilk anlamı “doğurmak” ve “doğmak” iken günümüzde bu fiil “yapmak”, “kurmak”, “yaratmak” gibi anlamlara gelmektedir. Doğurmak eylemi için ise Eski Türkçedeki yar- [yarmak, parçalara ayırmak] kökünden gelen yarat- [yaratmak, kurmak, ortaya çıkarmak] eylemine denk olan urat- fiili kullanılmaktadır. ur- fiili de bugün yine batırmak, kesmek, yırtmak, paralamak, kırmak, yarmak anlamlarında kullanılmaktadır (N. İ. Yegorov 1995: 219- 220, 254-255, Drevnetyurkskiy slovar’ 1969: 239-240). Bu nedenle yaratmak eyleminin doğumla, onun da parçalamak, ayırmak, kesmek, kırmakla ilişkili bir anlam dünyası olduğu görülmektedir. Altay Türklerinin dua metinlerinde de caylar- (yaratmak, kurmak) fiilinin yanı sıra pıç/bıç/biç kökünden gelen, “biçmek” ve “kesmek” anlamına gelen fiiller kullanılmaktadır. Zamanın başlangıcında Altaylıların

yüce tanrıları, bir terzi gibi kesmek ve biçmek fonksiyonlarına sahipti (Lvova vd. 2013a: 126-127). Bu nedenle Altay Türklerinde olduğu gibi Çuvaşların da yaratma eylemini mevcut bir nesnenin parçalanması, bölünmesi, ayrılması şeklinde gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Kozmogonik mitlerdeki anlatım da eylemin bu şekilde kullanımına uygundur. Yaratmayla ilgili fiillerin nesneye ihtiyaç duyan geçişli fiiller olması bize aynı zamanda yaratılışın kendiliğinden olmadığını, bir faile ve nesneye ihtiyaç olduğunu göstermektedir.

1949 yılında İ. A. Patmar tarafından kaydedilen bir anlatıda Tanrı’nın başka bir yardımcıya ihtiyaç duymadan dünyayı tek başına yarattığı şöyle anlatılır:

İlk önce yer ile su ve gök birmiş. Tanrı (Turĭ) düşünmüş ve yeri dört kısma ayırmaya karar vermiş. Doğudaki göğü delip açmış ve üflemiş. Tanrı’nın nefesiyle gök yukarı çıkmış. Sonra inmesin diye uzun saplı kepçeyle sudaki katı yeri çekip bir yeri, diğer yere koymuş. Kepçeyle çekip koyduğu yerde dağ olmuş. Öncesinde yukarıya yerleşen gök aşağıya inmesin diye onu yüksek dağ üzerine koymuş. Sonra güney, batı, kuzey kısımlarını da böyle yapmış. Bundan sonra dünya oluşmuş işte. Yer ile su ve gök bundan sonra ayrılmış işte. (MLH, 29).

Bu mit, Şor Türklerinin Kān Kes adlı destanının hemen başındaki “Öncelerin öncesinde olmuş imiş.” diye başlayan kozmogonik tasvirlerle tamamen örtüşmektedir:

…Kepçe ile dağın bölündüğü, kamış ile suyun bölündüğü zamanda olmuş. Çıkıp ak ırmak akmış. Yığılıp altın dağ büyümüş. (Dırenkova 1940: 25-27; Ergun 2006: 385).

Şor destanında olduğu gibi Çuvaş mitinde de dünyanın başlangıcından önce sistemsiz bir bütünlük ya da başka bir ifadeyle iç içelik/ayrışmamışlık mevcuttur. Çuvaş mitinde Tanrı’nın eylemleri sonucunda bu bütünlük parçalanarak yatay düzlemde dört köşeli bir yeryüzü ve dikey düzlemde su, yer ve gök olmak üzere üç katmanlı bir dünya meydana gelmektedir. Toprak ile suyun kepçeyle ayrıştırılması, sütün karıştırılarak yağdan ayrılmasını hatırlatmaktadır. Farklı Türk boylarının mitolojilerinde Tanrı katında; yaşamın, yeniden doğuşun, bolluğun simgesi olarak görülen “süt gölü” inancının (Lovova vd. 2013a: 144-160), Çuvaşlarda da olduğunu biliyoruz. Gyula Mészáros’un Çuvaşlar arasında derlediği bir anlatıya göre (2000: 58 [1909]), Kazan şehri Ruslar tarafından ele geçirildiğinde Kazan hanı son isteği olarak bir minarenin üstüne çıkıp kopuz çalar ve sonunda kopuzunu parçalayıp kuğuya dönüşerek süt gölünün (Çuv. stl kül) kıyılarına doğru uçup gider. Onun torunları ise Kazan’a geri dönüp Rus padişahını hanlığın başkentinden uzaklaştıracakları günü

özlemle beklemektedirler. Kazan hanının uçarak süt gölüne, yani Tanrı katına doğru gitmesi, şüphesiz ki yeniden doğuş ve Kazan’ın geri alınması amacını güden bir eylemdir. Mészáros tarafından aktarılan aynı anlatının başka bir varyantında ise süt gölünün yerine güneydeki “Türk yurdu” (Trk ri) dendiğini (Bayram 2017: 655) vurgulamak gerekir. Eski Türkçede “kutlu vatan/yurt” anlamına gelen “ıduk yir-sub” kavramının Çuvaşçadaki birebir dengi olan “r-sıv” [yer-su (vatan, yurt)], sınırları belirli kutsal bir mekân olarak kâinatın farklı düzeylerdeki modellerinden biri ve Tanrı katının izdüşümüdür. Vatanını kaybeden Kazan hanının güneydeki Türk yurduna doğru uçması, açıkça Çuvaş yurduyla Türk yurdu arasındaki paralelliğin ve aynı Tanrı dünyasının izdüşümü olmalarının bir sonucudur. Dolayısıyla her iki durumda da ana rahmine, öze dönüş söz konusudur. Bu nedenle ilk evrendoğumla yeniden doğuş da benzer motifleri barındırmaktadır. Başlangıçtaki kaosun büyük bir süt gölüne benzetilmesinin başka yansımaları da vardır. Bir anlatıda Turĭ’nın suyun altından bir avuç kum alıp onu karıştırarak maya yaptığı, suya bıraktıktan kırk gün sonra suyun mayalanmasıyla yerin meydana geldiği anlatılmaktadır (MLH, 29).

Başlangıçta su ve yer ile bitişik olan ve neredeyse bütün Çuvaş kozmogonik mitlerinde karşımıza çıkan gök yani plt, Tanrı tarafından açılan bir delikten şişirilerek kubbe gibi yeryüzünü kuşatacak biçimde büyüyerek yükselmiş ve yukarı dünyayı meydana getirmiştir. Çuvaşların gök ile ilgili tasavvurlarını aşağıda ayrıca ele alacağız ama şunu ifade etmek gerekir ki göğün yer ve su ile birlikte yaratmaya imkân veren ana materyaller arasında anlatılarda sıkça görülmesi, sıra dışı gibi görünmekle birlikte Türk mitolojisi açısından son derece anlamlıdır. Güneş, ay ve yıldızlar ise Tanrı ve yardımcılarının mekânı olan yukarı dünyaya ait unsurlardır. Bir başka kozmogonik anlatıda ilk kaosla ilgili şu tasvirler de aynı tabloyu çizmektedir: “İlk önce dünyada sadece gök ve su varmış. Gök yukarıda, su aşağıdaymış. Sonra göğün üstünde güneş, ay ve yıldızlar meydana gelmiş. Suyun altında yer varmış, yerin altında ateş yanıyormuş, orada cehennem kazanı varmış. Göğün üstünde Yüce Tanrı kendi halkıyla birlikte yaşıyormuş…” (MLH, 28). Bize göre Çuvaşların kozmogonik mitlerinde pltin başlangıçtaki asli unsurlardan biri olarak bulunması, göğe atfedilen önem bakımından geleneksel Çuvaş düşüncesi ve Türk mitolojisi arasındaki sürekliliğin önemli bir göstergesidir. Çünkü gök, yer ile birlikte iki temel unsurdan biri olup ikisi birlikte zamanı ve mekânı meydana getirmektedirler. Emel Esin’in

Türkler tarafından gök ve yer-su dikotomisinin ne şekilde düşünüldüğünü, Türk kâinat düşüncesini yansıttığını söylediği Türkçe bir metin, durumu daha net bir şekilde açıklamaktadır:

“Bu kâinatta üstteki gök parlaktır, altta yağız yer karanlıktır. Güneş tanrısı parlaktır, ay tanrısı karanlıktır. Ateş parlaktır, su karanlıktır. Er parlaktır, dişi karanlıktır. Bu yerli-göklü, dişili-erkekli (ilkeler) kavuşursa, bütün canlı ve cansız, iki türlü varlık doğar, belirir… Güneş ve ay karışıp, kavuşarak yol almaktadır. Bundan ötürü yazlı-kışlı dört mevsim olur. Dört mevsim içinde (her mevsim) yine ikişer zamana ayrılıp sekiz ‘yeni gün’ doğar (‘yeni gün’ler Çince chieh, dört mevsimin ilk günleri, ilkbahar ve sonbahar ekinoksu [günler ve gecelerin aynı uzunlukta olduğu iki devir] ile yaz ve kış dönümü günleridir [en uzun gün ve en uzun gece])” (Esin 2001: 22-23).

Aşağı dünya ile yukarı dünya arasındaki uyum ve dengeyi sağlamak için ise suyun içindeki toprak kepçeyle toplanarak yeryüzünün dört köşesinde dağ şeklinde yığılmıştır. Burada zikredilmese de “Ama Tu” [Ana Dağ] şeklinde adlandırılan dağ ve bir başka kozmik eksen olan “Ama Yǐvǐş” [Ana Ağaç], geleneksel Türk düşüncesindeki dağ ve ağaç kültüne uygun bir biçimde dünyanın katmanlarını bir arada ve düzende tutan merkezî bir rol üstlenmiştir.

Bu mitte dikkat çekici olan diğer bir nokta da evrendoğumun doğudan başlayarak güney, batı ve kuzey yönünde devam etmesidir. Böylece bir taraftan sınırları belirli, kapalı ve güvenli bir mekân inşa edilirken diğer taraftan mekânın yönleri de insan merkezli bir biçimde organize edilmiş olur. Diğer Türk topluluklarında da gördüğümüz gibi doğu, Çuvaşlarda da ön taraf (Çuv. mal yen) olarak kabul edilmektedir. Geleneksel Çuvaş evlerinin kapısı hep doğuya dönük olarak inşa edilmiş, dualar da doğuya dönerek gerçekleştirilmiştir. V. İ. Verbitskiy tarafından derlenen Altay mitinde, Tanrı Ülgen’in bütün dünyanın yaratılışı tamamlanana kadar içinde duyduğu bir ilhamla “Aldında tut, aldında tut!” (Önünde yakala, önünde yakala!) sözlerini tekrarlaması da bu nedenle olmalıdır. Abdülkadir İnan’ın ve Bahaeddin Ögel’in Verbitskiy’den yaptığı tercümelerde yer vermedikleri şu cümleler bu fikri desteklemektedir: “… Bu ‘Aldında tut!’ sözleri insanı etkiledi.

Bu nedenle insan geriye doğru yürümez, geriden almaz, her şeyi kendi önünde yapar, arkasında değil…” (Verbitskiy 1893: 90). Böylece doğuyla ilgili bütün algı ve eylemlerin kökeni başlangıçtaki Tanrısal eylemle özdeşleştirilir. Ayrıca Çuvaş Tanrısının doğudan başlayarak insanlara ait dünyayı güney, batı ve kuzey yönüne doğru dört tarafı kapalı ve güvenli bir mekân hâlinde inşa etmesi, Çuvaşların salgın hastalık ya da felaketlerin arttığı dönemlerde sağaltma amacıyla gerçekleştirdikleri ve bir çeşit yeniden doğuşu simgeleyen tmr karta [demir avlu] ya da hr ak [kız ekimi] adı verdikleri ritüelde köyün çevresini sabanla çizdikleri bir daireyle kuşatmalarıyla aynı anlama gelmektedir. Bütün bunlar kâinatın yaratılması, güneşin doğmasıyla günün veya baharın gelmesiyle yeni yılın başlamasıyla aynı semantik dünyaya ait olgulardır.

Dünyanın yaratılışıyla ilgili az rastlanan bir diğer tasavvurda ise kozmogonik bir yumurtadan bahsedilir. Anlatıya göre uçsuz bucaksız boşlukta gezen Yüce Tanrı (Çuv. Aslĭ Turĭ) önce suyu yaratmıştır. Sonra suya bir tohum atmış ve tohumdan altın gibi parıldayan bir yumurta meydana gelmiştir. Yumurta döllenmiş ve dalgaların etkisiyle parçalanmış, dünyanın iki ana unsuru olan gök ve yer onun içinden ayrılarak çıkmıştır (MLH, 60). Dünyanın yaratılmasında embriyo görevi gören altın yumurtayla ilgili başka bir mite rastlamamış olsak da bu mit, Çuvaş geleneksel evren algısı bakımdan çelişkili bir unsur olarak görülmemelidir. Eliade’nin gösterdiği gibi (2003: 395-398) birçok farklı kültürde doğumun ve yeniden doğuşun simgesi olan kozmogonik yumurta, Çuvaşların döngüsel ya da sağaltma amacı taşıyan birçok ritüelinde aynı anlamı taşıyacak biçimde kullanılmaktadır. Dahası birçok dua metninde ve Salamalik adı verilen epik düğün şarkısında karşılaşılan Çuvaşların kozmolojik evren modelinde altın yumurta önemli bir yer tutar:

Utmĭş uhrĭm ulĭhra kiln çuh, “Altmış çağrım çayır boyunca gelirken,

Tl pultĭmĭr avra kül… Rastladık yuvarlak göle.

avra kül varrinçe ılttın yuman, Yuvarlak gölün ortasında altın meşe,

Ilttın yuman inçe ılttın yĭva, Altın meşenin üstünde altın yuva,

Ilttĭn yĭvara ılttĭn ĭmarta, Altın yuvada altın yumurta,

Ilttĭn ĭmarta inçe, Altın yumurtanın üstünde,

Ilttĭn kĭvakal larat’. Altın ördek oturuyor.

Çrni kml, ku merçen, Tırnağı gümüş, gözü mercan,

Huri kĭlkan, unatti uka, Kuyruğu kĭlkan*, kanadı sırma,

unattipe uppine upat’, Kanatlarını çırpıyor,

Sĭmsipe kvvine kalat’, Gagasıyla şarkı söylüyor,

Uribe taşşine taşlat’, Ayaklarıyla dans ediyor,

Unĭn hrh ĭmarti pur, Onun kırk yumurtası var,

Hrh prremş ktse savĭnat’. Kırk birinciyi sevinçle bekliyor.

av ılttĭn kĭvakal, Bu altın ördek,

Ilttĭn yĭvari ĭmartine Altın yuvadaki yumurtasını

Yeple savsa ĭşĭtat’, Nasıl severek ısıtıyorsa

Epir te sire avĭn pekeh Biz de onun gibi size

Ĭşşĭn savsa kiltmr… Yürekten bir sevgiyle geldik…”

(N. İ. Yegorov 1995: 114).

Mitlerde kaosun parçalanarak yatay ve dikey düzlemlere sahip olan evrenin nasıl yaratıldığı farklı şekillerde açıklanırken burada genel olarak Türk destanlarının başlangıç kısımlarında olduğu gibi doğrudan evrenin nihai modeli tasvir edilmektedir. “Altmış çağrım” açıkça evrenin yatay genişliğini ifade eden simgesel bir ölçüdür. Yuvarlak göl, yeraltını; onun ortasındaki altın meşe ağacı daha önce gördüğümüz kozmik dağ gibi orta dünyayı ve kozmosu ayakta tutan göğün desteğini simgelemektedir. N. İ. Yegorov, düzenli evrenin sınırlarının dağlarla belirlendiğini ve kaosu temsil eden suyla çevrili olarak düşünüldüğünü yazar. Ayrıca Yegorov, altın kuşu evrenin yaratıcısı olarak görür (N. İ. Yegorov 1995: 115). Düzenli evrenin dairesel bir kuşatıcı ile –gök kubbe ya da onun simgesel bir temsiliyle- çevrelenerek dış dünyadan ayrılması, Çuvaş geleneksel dünya görüşünde sonsuz yansımaları olan bir düşünce biçimidir. Yaratıcının ise bir ördek olarak tasavvur edilmesi ne özel olarak Çuvaşlar açısından ne de genel anlamda Türk mitolojisi açısından yabancı bir durum değildir. Yukarıdaki parçada evrenin en üstünde kırk birinci yumurtasını bekleyen altın ördek, yaratılış mitlerindeki doğum merkezli semantik anlam dünyasına paralel olarak üremeyi yani canlılığı simgelemekle birlikte sevgi ve şefkatiyle de insanların koruyucusu durumundadır. Ayrıca yeni bir aile, yani yurt kurmak demek olan düğün, dünyayı yeniden kurmakla aynı semantik değere sahip görünmektedir. Yaratılışın simgesi ve evrenin özü durumundaki bu altın yumurtanın yerini farklı anlatılarda balçığın aldığını görmekteyiz. Tıpkı kozmik yumurta gibi balçık, maya gibi görev