• Sonuç bulunamadı

Mekânın Ön Planda Olduğu Tiyatrolar

Ele aldığı içeri ve dışarı kavramlarıyla mekanı ön planda tutan bir oyun haline gelen Kozalar’da, orta sınıftan üç kadının sıradan bir ev gezmesi esnasında yaşadıkları absürt olaylar silsilesi anlatılmaktadır. Oyun, ev sahibesi I. Kadın’ın ideal bir evin en önemli unsuru olarak gördüğü kanaryasını övmesiyle başlayan bir kendini övme yarışı ile perde açar. Bu durum diğer kadınların da sahip oldukları çeşitli mallarla böbürlenmesine sebep olur. Kanaryaya karşılık çiçeklerini öven II. Kadın, örgüsü ile övünen III. Kadın’dan cevabını alır. Sahip oldukları maddi varlıklarla övünmekle kalmayan bu kadınlar sırasıyla el becerileri, eşleri, çocukları ve hatta kadınlıkları hususunda dahi ateşli bir tartışmaya tutuşurlar:

I. Kadın: Çiçek benim (Aksırır.) nezleme dokunur Çiçek tozundan oluyormuş. (Üst üste aksırır, yerden bir şey alır, tablaya atar.)

III. Kadın: Ne örüyorsun sen? Pek güzel oluyor (Kıkır kıkır güler.)

II. Kadın: (İçini çeken) Halamın kızının kızına yelek. Böyle bir şey işte… (Örgüsünü kaldırır, gösterir.)

I. Kadın: (Bakmaz Övünçle kendi üstündekini gösterir.) Ben bu üstümdekini tığla ördüm. Tığla daha çabuk oluyor. Hem de daha güzel… (Aksırır)

II. Kadın: Ama bu seninki yün değil Merserize… (KO, 58).

Kadınlar fazla gelişmiş mülkiyet duyguları sonucu giriştikleri bu yarışa ara verdikleri bazı anlarda un biti, kolera tehdidi, bildiri dağıtan komşu çocukları, okul bahçesinde patlayan bomba gibi önemli meselelerden de konuşurlar. Bahsi geçen olaylara magazinsel bir merak ve mesafeli bir bakış açısıyla yaklaşan oyun kişileri bu şekilde bir tehlike olarak gördükleri dışarı kavramından korunabileceklerine inanırlar. Kadınlar tarafından dışarı tehdidinin kahramanları olarak görülen ve oyun boyunca “Onlar” olarak isimlendirilen bu şahıslar, kadınların kendi güvenli muhitlerinden uzakta yaşayan, alt tabakadan her bireyi kapsamaktadır. Oyun boyunca sık sık tekrarlanan “Fakir fukara evimize yerleşecekmiş…” sözleri, kadınların sosyalizm fikrini ne derece yanlış algıladıklarının en belirgin göstergesidir. Dışarıda olan çeşitli olaylara karşılık

getirilen bu yorum, siyasi erklerin halka dikte ettiği düşünce biçiminin çarpıcı bir örneğidir. Sosyalizmden anladıkları tek şey, “onlar” dedikleri kişilerin fakir fukarayı üstlerine yürüteceği, mallarına el konulacağı, varlıklarının yoksullara pay edileceği, evlerini kapıcılarıyla paylaşmak zorunda bırakılacaklarıdır (Özsoysal, 2008:145):

II. Kadın: Fakir fukarayı üstümüze yürüteceklermiş! İkisi Birden: Ne?

II. Kadın: Bu evin bir odasında siz oturacakmışsınız, öteki odasında onlar… I. Kadın: Ne istiyorlar bizden? Ne yaptık ki onlara anlamıyorum. Allah herkesin gönlüne göre veriverirmiş.

II. Kadın: Kalbi temiz durana tabi…

I. Kadın: Bizim kimsenin malında gözümüz yok (KO, 68-69).

Oyunun en önemli yanı, insanın çelişkileri ile mücadelesinde, çözümü aramak yerine, varsaydığı çözümün tutsağı haline gelişinin sorgulanmasıdır. Kozalar’ın yazıldığı dönem dikkate alınacak olursa toplumsal ve siyasal hayatta kutuplaşmaların çok keskin bir hal aldığı, sınıf mücadelesinin arttığı, insanların farklı kutuplara ayrıştığı görülür. Bir tarafta ezilen, sömürülen insanlar, diğer tarafta hayat standartları bakımından her şeyi elde etme gücüne sahip olmasına karşın, daha fazlasını isteyen insan. Her türlü iletişim kanalları olmasına ve bu kanalların gelişmesine rağmen, iletişimsizlik sarmalı içinde gittikçe yalnızlaşan insan bu oyunun en önemi tartışma konusu olarak karşımıza çıkmaktadır (Aytaş, 2013: 123).

Sıradan üç kadının gündelik ev hayatlarına odaklanan oyun, dışarıdaki gergin ortamın seyirciye daha iyi yansıtılabilmesi adına yer yer projeksiyondan yansıtılan çeşitli savaş kareleriyle de desteklenir. Bu görseller vasıtasıyla toplum meselelerine istekli bir şekilde kayıtsız kalan dönem insanları sahneye taşınarak oyunun gerçeklik evreni pekiştirilir:

Perde açılmadan, ya da sahne aydınlanmadan önce bir film ve sesler – gürültüler:

… Gürültü ve sesler tek tek belirgin ama çok yüksek tonda; seyirciyi iyice rahatsız edecek bir tonda verilmelidir. Aynı anda patlayan bir bomba görüntüsü yansıtılmalı. Patlama yankılanıp dağılırken, hemen ardından – seyirci oh demeye vakit bulamadan - büyük bir kalabalık, gerekirse bir marş, ıssız bir tarlada kanlar içinde yatan vurulmuş iki genç gibi unsurlar verilmeli.(Ağaoğlu, 1973:56)

Radyodan duydukları siyasi meselelere ve bazı mühim savaş havadislerine kulak asmayan kadınların dikkatini çeken tek olay, kimliği belirsiz soyguncuların gerçekleştirdiği bir banka soygunu haberidir. Soyguncuların kendi evlerine de gelebileceklerinden şüphe eden kadınlar bu andan itibaren sahip oldukları mal varlıkları ile övünmekten vazgeçip yaşadıkları geçim sıkıntılarından, dar boğazdan ve yoksulluktan söz açmaya başlarlar. Bu sırada aniden çalan kapı ile oyunun tansiyonu daha da yükselir. Bir kale kadar korunaklı sandıkları evlerinin soyguncu tehdidi ile karşı karşıya kalması kadınlar için büyük bir güvenlik endişesini de beraberinde getirir. Son olarak sahne arkasından duyulan bir çocuk çığlığı ve sönen ışıklar ile yükselen gerilim zirveye tırmanır:

I. Kadın: Fakir fukaradan bize ne, bize ne kanboşlu sarı maymunlardan? Yüz kırk altısı öldürülmüş… Bize ne? Biz mi? (Aynı anda soldan bir çocuk çığlığı duyulur)

Çocuklarım! (Soldaki kapıya atılır. Öbür ikisi de peşinden) Yavrularım! Ah, çocuklarım!

(Üçü de koridorda koşarken sahne kararır. Müzik yine tedirgin edici bir tonda girer…) (KO, 83-,84).

Yeniden aydınlanan sahne ile final perdesini açan oyun, çığlığın sebebinin I. Kadın’ın uyuyan çocuklarının kötü bir rüya görmesi olduğunun anlaşılmasıyla devam eder. Bir süre sonra soyguncular üzerinden yürüyen ve cinsî içerikli bir sohbete dönüşen kadınların konuşmaları kapının ikinci kez çalınmasıyla yeniden kesilir. Kapının çalınmasının ardından I. Kadın’ın yataklarında uyuyan çocuklarını bulamaması ve kaybolan çocukların küçük bir fare deliğinden kaçırılmış olabileceklerini düşünmeleri olayları daha da absürt bir hale getirir. Sağlam duvarları ve çift kilitli kapılarıyla bir koza kadar güvenli saydıkları yuvalarında buldukları en küçük deliği bile eski bir çorapla kapatmaya çalışan kadınlar için bu gelişme, soygunculara karşı kazanılan bir zafer olarak değerlendirilir:

I. Kadın: Hadi… Tıkıyoruz… Hadi… Bir, iki, üç…

(Bir an sonra üçü birden derin birer nefes alarak başlarını yatağın altından çıkarırlar)

II. Kadın: Neyse, oldu.

I. Kadın: Pekiyi tıkayamadık ama…

Çalan kapı, duyulan uğultular ve çocukların anlaşılmaz bir şekilde kayboluşları gibi sebeplerle giderek artan gerginlik, sonunda kadınların arasında gerçek bir kriz yaşanmasına sebep olur. Bir arada güvende kalacaklarına inanan kadınların birbirlerine iyice sokuldukları bir anda aniden ortaya çıkan bir örümcek ördüğü ağı vasıtasıyla avını kıskıvrak yakalamış olur. Çaresizlik içerisinde kurtarılmayı bekleyen kadınlar artık dış dünyadan tam anlamıyla uzak, küçücük bir kozanın içine hapsolup kalmaya mahkûm olmuşlardır. Eser böylece açık uçlu bir sonla noktalanır:

II. Kadın: Sarmalandık… III. Kadın: Sarmalandık…

I. Kadın: Sarmalandık… (Kapının kütkütlenmesi) Keşke açabilseydim… II. Kadın: Keşke çıkabilseydim…

I. Kadın: Dışarıya çıkabilsem keşke…

Üçü birden: (İncecik bir böcek sesiyle) Bir delik gerek… Bir delik gerek… Bir delik gerek… (KO, 108).