• Sonuç bulunamadı

Max Reger, op.99, 6 Preludes and Fugues, a moll Fugue, 1907

Neoklasik müzik, genel yapı itibariyle barok dönem formunun (prelüd, füg, süit, konçerto) açık, şeffaf ve dengeli anlayışıyla beraber 18.yüzyıl besteleme tekniklerini

kapsayan bir nitelikte karşımıza çıkmıştır. Reger’in yanı sıra, Ravel’in barok süit formunda, piyano için bestelediği, Le Tombeau de Couperin “Couperin’in Mezarı” (1914-1917) bu nitelikte yazılmış bir eser olarak, eski stilleri gündeme getiren neoklasik anlayışa dahil edilebilir.

Her ne kadar, neoklasik anlayışın savunucuları genel olarak atonalite ve

politonalite ilkelerine karşıt bir konumda yer almışlarsa da, bestecilerin bazı eserlerinde,

farklı üslupları bünyesinde barındıran bitonalite, politonalite, poliritmik (polystylistics) unsurların kullanıldığı da görülmüştür. Igor Stravinsky’nin The Rite of Spring “Bahar

Ayini” (1913) eserinde modal, politonal 13 ve poliritmik unsurların iç içe geçmiş bir yapıda kullanılması buna örnektir. Ayrıca Bela Bartok’un on üç yıllık bir süreçte piyano için bestelediği, altı kitaplık Mikrokosmos (1926-1939) denemelerinde, çeşitli modları,

kromatik sesleri, pentatonik diziden oluşan sesleri ve eş-zamanlılık özelliği gösteren politonal yapıda organize edilmiş sesleri ele alması da buna örnek teşkil eder. Bu hususta

modern dönem anlayışında sanatın hızla değişime uğradığı bir dönemde, yenilik ve özgünlük adına fikirsel ve kuramsal bağlamda ortaya bir eser çıkarmaya uğraş veren bestecilerin, herhangi bir akım veya anlayışta konumlandırılmanın zorluklarına işaret etmek gereklidir.

3.2. Müzikte Postmodernizm Süreci

Sanatta postmodernizm kavramının ortaya çıkmasına bağlı olarak, müziğin postmodernlikle ilişkisi ve bu ilişkinin müzik bilimleri alanının tartışma konusu olması ve incelenmesi 1960’lı yıllarda gerçekleşmiştir. Modern dönem sanatçılarının deneyimsel birikimlerinin getirdiği yenilikler ve teknolojik gelişmelerle beraber, yenilik üstüne bir daha yeniyi arama yöntemlerinin tartışıldığı bir sürece girilmiştir. Daha önce uygulanmamış çeşitli tekniklerle, salt yeni ses ve tınıların elde edilmesi veya bu yeniliklerin önceden var olanla (gelenekselleşmiş olanla) sentezlenmesi tartışmanın ana unsurları olarak görülmüştür. Fransız filozof Gilles Deleuze’ün, müziğin zaman, üretim ve algılama boyutlarının, barok dönemden başlayarak, günümüze kadar evrilerek geldiği noktadaki tespitleri oldukça önemlidir:

“… Özellikle J.S.Bach’ın müziğinde tartışılmazcasına açığa çıkan asal güdü,

bütün zaman parçalarının işlevsel anlamda doldurulması, bu sayede kesintisiz bir akış sağlanması idi. Durmaksızın üretmek ve hepsinden önemlisi biriktirmek esasına dayalı bir iş ahlakı gelişmekteydi; müzik bu yeni üretim biçim ve örgütlenmesini birebir yansıtan birincil mecraların ses düzeneği haline gelmiştir. Her ne kadar 19.yüzyılın romantizm uğrağında görece genişleyen ve aklın mutlak egemenliğinden belli ölçüde sıyrılan bir ifade kurulmuşsa da, sonuçta ilahi düzenin yetkeci metaforu olarak tonal armoninin, ‘organik dayanışmanın’ farklılaşan fakat aynı zamanda tamamlayıcı olan ve gitgide karmaşıklaşan kontrpuanın simgeleştirdiği duyarlılık evreni, endüstri üretimi temelli bir sermayenin bayrağını dalgalandırmıştır. Yirminci yüzyıla geçişle birlikte, bütün bu iyi kurulmuş ses bağlamı hızla çözülmeye, yerini daha sorgulayıcı, o nedenle de tampere kulaklara rahatsız edici gelen yeni bir ses stratejisine bırakmaya başlamıştır.

Kapitalizmin geçirdiği yapısal dönüşümler, doğal olarak doğrusal ve kesintisiz olarak tasavvur edilen zamanın müzikteki izdüşümlerini de etkilemiştir. Artık bütünlüklü ve eşit dağılmış bir zaman kullanımından ziyade çok parçalı, heterojen ve en önemlisi, zamanın müzikteki işlevini tersine çevirmeyi hedefleyen bir besteleme yaklaşımı benimsenmiştir…”14

Müziğin evrimleşmesine yönelik melodi, armoni ve kontrpuan gibi temel unsurları ele aldığımızda, aynı zamanda atom bombasıyla sonuçlanan II. Dünya Savaşı’nın etkilerini de düşündüğümüzde, teknoloji çağında bir takım unsurların değişkenlerine bağlı olarak sanatta ve müzikte bu tür sorgulamaların ortaya çıkması oldukça doğaldır. Bu sorgulama ve tartışma biçimleri, müziğin sadece armoni, form gibi iç unsurlarını kapsayacak bir nitelikte değil, aynı zamanda müziğin diğer sanatlarla, felsefeyle olan ilişkilerinin yanı sıra kültür, toplum ve siyasetle olan ilişkilerini kapsayacak dış unsurları üzerinden yürütülmüştür. Ayrıca, karar verici bir merci olarak, üretimi kendi merkezinde toplama odaklı bir anlayışla karşımıza çıkan, medya ve müzik endüstrisinin yadsınmaz bir etkisi olduğu gerçeğini unutmamak gerekir.

Daha önceden değinildiği gibi tarihsel koşulların biçimlendirdiği farklı dinamikler bakımından müzik, izm’lere görsel sanatlara nazaran çok daha fazla mesafeli yaklaşmıştır. Buna paralel olarak besteci Robert Moran’a yeni müzikçi olup olmadığı sorulduğunda:

“Bunun ne olduğunu bilmiyorum. ‘Minimalizm’, ‘avantgart gibi terimleri

gazeteciler uydurur ve sanatçılara yapıştırırlar!” cevabını vermiştir. O’nun bu yanıtı

Avrupa ve ABD.’li besteciler tarafından savunulan bir tavrın örneği olmuştur.15 Besteci ve filozof Hugues Dufourt’a göre postmodernizm, dağılma ve rastlantının sürekli tehdidi altında olan modernitenin bizzat kendi mantığında içerilmiştir ve muhtemelen modernitenin tersine çevrilmiş bir değişikliğinden başka bir şey değildir.16

14 Gilles Deleuze, İki Konferans, “Müzikal Zaman Üzerine”, Norgunk Yayıncılık, İstanbul 2003, s.51 15 Beatrice, R. Chevassus, Müzikte Postmodernlik, 1.Baskı, Pan Yayıncılık, İstanbul 2004, s. 9. 16 Christian Doumet, Modernite Müziğe Kulak Veriyor, Sanat Dünyamız, Sayı: 79, Bahar 2001, s. 210.

Bu noktada ezgi ve armoni unsurlarının arka plana itildiği on iki ton sistemi ve ona bağlı gelişim gösteren seriyel müzik anlayışında yazılan eserler, postmodern sürecin, modern döneme ait özellikler barındırmasını doğrular niteliktedir. Müzik eleştirmeni Paul Griffiths, serializmin tonaliteden kopuşunun, bugün dünya müziğine duyduğumuz postmodern ilgide katalizör rolü oynadığını öne sürmüştür.17 Öte yandan, kimi

düşünürler, müzik bilimcileri ve besteciler, modern dönemin dizisel anlayışıyla ortaya çıkan ve sonuç olarak algılanma bakımından, yapıtla dinleyiciyi kopma noktasına getiren ilişkiye karşıt olarak dinleyiciye yönelme ve ulaşabilme isteğini tekrar gündeme getirmişlerdir. Michel Foucault’a göre:

“Klasik müzikte, besteden duymaya belli bir geçirgenlik vardır. Bach veya

Beethoven’daki pek çok beste özelliği birçok dinleyici tarafından algılanamasa bile, onlarda her zaman ulaşılabilir olan başka önemli özellikler vardır. Fakat çağdaş müzik, tüm unsurlarını biricik birer olay haline getirmeye çalıştığından, dinleyicinin her türlü kavrayışını ve aşinalığını zorlaştırır.”18

Foucault’un bu görüşünü ele aldığımızda, müziğin daha kolay algılanabilme arz ve talebine yönelik bir takım üretim ve anlayışlar ortaya çıktığını görürüz. Ezgicilik, yeni

tonallik, tekrarlama, yalınlık, alıntılama, kolaj- brikolaj tekniği, katışıklık (eklektisizm)

ve yerellik, bu manada postmodern müzik anlayışının benimsenen unsurları haline gelmiştir. Postmodern sanat sürecinde, anlaşılabilirlik talebiyle ilgili olarak, İtalyan sanat tarihçisi ve yazar Umberto Eco’nun diyalektik içeren sözleri ilgi çekicidir:

“ Düzen ile düzensizlik arasındaki ulaşılmaz sayıdaki çözümlenmeler yeni bir

açıdan tekrar ele alınmalı: İnanıyorum ki kolay tüketilenler arasında kışkırtıcı ögeler olacaktır; öte yandan, büyük halk kitlesini ilk anda yerinden sıçratmış olanların aslında yeni bir şey getirmedikleri görülecektir.”19

17 John Rockwell, Ciddi Müzik Tutkusu, Sanat Dünyamız, Sayı: 72, Bahar 1999, s. 63. 18 Çeviri: İdil Yavuz, a.g.e., s.55

Her ne kadar Eco, durumu inceden inceye moderniteyle hesaplaşma olarak ele alsa da, Schoenberg, Berg ve tam manasıyla Webern’in öncülüğünde şekillenen dizisel deneyler, alımlayıcıyı merkezin dışına iten bir kopukluk olarak görülmemelidir. Aksine bu olguların, modern çağın ruhuna uygun bir zeminde, olması gereken bir aşama olarak görülmesi ve değerlendirilmesi, daha yapıcı fikirler doğrultusunda hareket edilmesine olanak sağlayacaktır. Belki de çağımızda çok farklı boyutlara ulaşan kitle iletişim araçlarının, üretilmiş olanın sunumuna yönelik model ve yöntemleri olumlu yönlerde biçimlendirmesi, bizim kendi çağımızda bu konuya çok daha farklı yaklaşmamızın nedeni de sayılabilir. Çünkü postmodern süreçte, dinleyicinin kolay algılanabilirlik beklentisine karşılık verecek bir yapı oluşumuna gidilme gerçeğini yadsıyamazsak da, bunun yanı sıra elektronik ve akustik unsurların kullanılmasıyla bambaşka tınılar elde edilmesine yönelik girişimler de söz konusu olmuştur. Müzik, sinema sanatıyla birlikte teknolojik yeniliklere diğer sanatlara nazaran çok daha açık bir duyarlılığa erişmiştir. Bu nedenle özellikle günümüzde, müzikte postmodern sürecin, modernizmin bir devamı mı yoksa modernizmin yadsınması mı gibi öneriler üzerine tartışmak ve yapıtları türe ve biçime bağlı olarak algılanabilirlik boyutuna göre değerlendirme yapmak yerine, nitelik unsurunun elde edilmesine yönelik yapıcı ve uzlaşımcı fikirler ortaya koymakta fayda vardır.

Sürecin, müziksel ve teknolojik gelişmelerini ana başlıklar dahilinde şu şekilde özetleyebiliriz:

a) Yeni çalgı teknikleri;

b) Yeni çalgı tekniklerine bağlı olarak konumlanan farklı icra şekilleri;

c) Çalgıbilim (organoloji) alanındaki farklı denemeler ve gelişimlere paralel olarak, orkestrasyon (çalgılama) ve enstrümantasyon alanındaki yenilikler; d) Müzik notasyonunun kullanımını içeren yenilikler; (grafik notalama yöntemi) e) Matbaa ve fotokopi makinasının hızla çoğalmasıyla, notanın saklanabilme ve

yayılabilme koşullarının gelişmesi;

f) Gramofonun icadı ve ses kaydının yapılabilme olanaklarının artmasıyla, eserlerin tanınması ve yaygınlaşması;

g) Elektronik cihazların ve bilgisayar teknolojisinin hızla gelişmesi ve müzik alanında sıklıkla kullanılmaya başlanması;

h) Sinema sanatındaki gelişmeler neticesinde, müzik ile sinema sektörü arasındaki ilişkinin kuvvetlenmesi; film müziği ve sonrasında reklam müziği alanlarının ortaya çıkması;

Postmodern süreçte müziğin geçirdiği evrimi, önceden değinilen yeni anlayışlar ve maddeler halinde sunulan gelişmeler bağlamında açımlayacak olursak, dizisel müziğin öncüsü, kuramcı ve besteci Anton Webern yapıtlarının, ölümünden on yıl sonra tekrar önem kazandığı dönemi milat olarak almak gerekir. Çünkü Webern’in gerçekleştirdiği yenilikler, şüphesiz müzik tarihinde yeni anlayışların ve ekollerin filizlendiği bir süreci başlatmıştır. 1945’li yılları kapsayan bu süreçte, kuramcı ve besteci Pierre Boulez, Webern’in devamı niteliğinde dizisel anlayışta yapıtlar üretmiştir. 1945’te notaya aldığı

12 Notations for Piano (Piyano için 12 Notasyon) adlı eseri buna örnek olarak

gösterilebilir.