• Sonuç bulunamadı

Bu tezde inceleyeceğimiz 13 romanda bütün bu tartışmalara, önemli bir tarihsel kırılma anı olan 31 Mart Olayı bağlamında bakmaya çalışacağımızı belirtmiştik. Bir Cumhuriyet kanonu ve romanın bir form olarak ‘geç’ geldiği argümanı üzerinden ‘irtica’ tartışmalarının kalbinde yer alması bakımından 31 Mart Olayı’nın değerlendirilişi üzerinden anlamlı bir fotoğrafın çıkabileceği iddiasındayız. Sosyal ve tarihsel olayların romanlarda yer bulduğunu ve bu bağlamdan bakınca, özellikle de büyük tarihsel kırılmaların dönemin aurası içinde romanlarda yer bulmasının da kaçınılmaz olacağı tahmin edilebilir: Özellikle yakın Türkiye tarihinin kodlarını içinde barındıran 31 Mart Olayı gibi bir kırılma anının. Kamil Yeşil, “Edebiyatçıların Gözüyle ve Edebî Bir Tema Olarak İrtica ve Mürtecilik” başlıklı yazısında 31 Mart Olayı’nın bu bağlamdaki yerinin şöyle belirtir:

“Türk siyasi ve kültür tarihine 31 Mart Vak’ası ile giren ve bir daha çıkmak bilmeyen bu kavramlar; dinî bir tanımlama olarak zannedilmesine rağmen, siyasi bir kavram olarak çıkmış, o tarihten sonra hayatın her alanına girmiş ve kullanım imkânına kavuşmuştur.”271

Bu tez kapsamında inceleyeceğimiz ve 31 Mart Olayı’nın izini süreceğimiz bu 13 romanın neden 1923-1950 yılları arasında seçtiğimizi belirtmiştik. Buradan devamla                                                                                                                

270. Şeyda Başlı, Osmanlı Romanının İmkânları Üzerine, 1. Baskı, 2010, İletişim Yayınları, İstanbul, syf 15. 271. Kamil Yeşil, “Edebiyatçıların Gözüyle ve Edebî Bir Tema Olarak İrtica ve Mürtecilik”, İslâmiyât, cilt

10, sayı 2, Nisan-Haziran 2007, syf 50.

ifade edecek olursak bu dönemselleştirme kapsamına gir(e)meyen romanların da bulunduğunu ve bu romanlarda da 31 Mart Olayı’na değinildiğini belirtelim. Murat Koç, romanlarda İttihat ve Terakki’nin izini sürdüğü çalışmasında, İttihat ve Terakki’nin tarihinde dönüm noktası olması bakımından 31 Mart Olayı’na da değinir.272 31 Mart Olayı’na değindiği bu bölümde, bizi bu romanlardan da haberdar eder.273 Bizim dönemselleştirmemiz sonucu dışarıda kalan bu romanlara da en azından ismen değinilmesinde de fayda vardır. Bunlar sırasıyla Mehmet Celâl’in İsyan (1910), Halide Edip’in Seviye Talip (1910) ve Son Eseri (1913), Ömer Seyfettin’in Ashâb-ı Kehfimiz (1918) ve Refik Halit Karay’ın İstanbul’un Bir Yüzü (1918) adlı romanlarıdır. Bu eserlerin bu dönemselleşme dışından bakılarak da 31 Mart Olayı’nı nasıl temsil ettikleri üzerine Cumhuriyet dönemine intikal eden bu yazarların bir kanon neticesinde içinde bulundukları durumlar ve ‘irtica’ söyleminin romanlar içinde yüklendiği anlamlar da tartışılabilir. Ama burada Cumhuriyet’in keskin bir kırılma anı olarak ilan edilişi ve tarihsel olarak ortaya çıkışı Türk-Yunan Savaşı’ndan bile önce yazılan bu romanları çalışma kapsamı dışında tutmamıza neden olmuştur. Bu eserler de daha sonra bu çalışmaya ayrı bir başlık halinde eklenebilir.

Romanlarda 31 Mart Olayı’nı olabildiğince tüm yönleri ile incelemeye çalıştık. 31 Mart Olayı’nın aktörlerini, yaşananları ve süreci, bir bütün şeklinde, romanlarda yansıtıldığı biçimde görmeye çalışarak olayın temsili hakkında sağlıklı bir görüş elde etmeye özen gösterdik. Belirtmemiz gereken bir diğer husus ise hiç bir romanın 31 Mart Olayı’nı tam olarak merkeze alan bir roman olmadığıdır. Öncelikle olduğunu ileri                                                                                                                

272. Murat Koç, Türk Romanında İttihat ve Terakki (1908-2004), 1. Baskı, Şubat 2005, Temel Yayınları,

İstanbul, syf 296.

sürdüğümüz bir Cumhuriyet kanonu kapsamında 31 Mart Olayı’nı gören romanlarla başlayacağız; ardından farklı noktalarda duran ve daha sonra da kanon dışı kalmış romanlar üzerinde incelememizi tamalayacağız.

YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU – HÜKÜM GECESİ: BİR TARİHSEL MAHKÛMİYET ROMANI

Herhalde, bir Cumhuriyet kanonundan bahsedeceksek akla ilk gelen isim hiç şüphesiz Yakup Kadri Karaosmanoğlu olacaktır. Yakın dönemimize kadar Modern Türkiye Çalışmaları kapsamında sosyolojiden edebiyata, siyaset biliminden tarihe kadar hemen her alanda başvurulan ve eserlerinden dönemin tanıklığı üzerine analizler yapılan bir isim olarak Karaosmanoğlu, Türkiye düşünce tarihinde bir dönemin anlaşılabilmesi için dönemin en önde gelen isimlerinden biri olarak önemini her daim korumaktadır. Bu bağlamda bakınca, Ömer Türkeş’in bir edebiyat kanonunu anlatmaya başlarken ilk andığı isimlerden birisinin Yakup Kadri Karaosmanoğlu olması şaşırtıcı olmasa gerek. Burada bizim inceleyeceğimiz eseri, yazarın Hüküm Gecesi (1927) isimli romanıdır. Bu roman, Yakup Kadri’nin yayımlanış itibari ve romanları aracılığı ile yaptığı dönemsel tanıklığın üzerinden bakılınca üçüncü romanı. Selim İleri, “Meşrutiyet döneminin siyaset hayatını ve partiler kargaşasını, adeta belgesel bir tutumla anlatan (…), Mahmut Şevket Paşa, Talat Bey, Cemal Bey, Rıza Tevfik ve Ziya Gökalp gibi gerçek kişileri arasına katmış” bir roman olarak Hüküm Gecesi’nin karamsarlıkla noktalandığını belirtir.274 Roman tarihsel olarak II. Meşrutiyet dönemini, ama 31 Mart Olayı sonrasındaki bölümünü, Mahmut Şevket Paşa suikastine kadar ele alıyor. 31 Mart Olayı’na dönük ifadelerin yer                                                                                                                

274. Selim İleri, “Yakup Kadri Karaosmanoğlu”, Türk Romanından Altın Sayfalar, 3. Baskı, Şubat 2005,

aldığı romanın açılışı İttihat ve Terakki fedaileri tarafından vurulan Ahmet Samim’in arkadaşı Ahmet Kerim’in bir döneme tanıklığını içeren panoramik bir bakış ile yapılıyor. İttihat ve Terakki’nin karşısında yer alan tarihsel bloktan seçilen bir muhalif yazar karakteri olarak Ahmet Kerim’in durumu anlatılırken, ilk olarak 31 Mart Olayı’na, yaşanmış ve bir dönemi etkilemiş bir olayın İttihat ve Terakki zaferi ile noktalanması üzerine, muhalefetin tamamıyla susturulduğu ve sessizleştirildiği ve bir darbe döneminin atmosferine vurgu yaparcasına değiniliyor:

“Gerçekten, nefsini her türlü zevk ve refahtan yoksul kılarak ve her gün bir ölüm tehdidi ile karşılaşarak yarım bir sefalet içinde sürdüğü bu ateşli mücadele hayatını bazı küçük yalanlara dayanan düzmece bir şey saymak için çok insafsız olmak lâzım gelirdi. Ahmet Kerim, bu mücadelenin ne kadar umutsuzca ve menfaat gözetmeden yapıldığını pek iyi biliyordu. Kendi safında olanların günün birinde iktidar mevkiine geçebileceklerine hiç inanamıyordu. İnsana ikbal, saadet ve servet sağlayan kuvvetlerin hepsi de öbür tarafta idi. Ve hep öbür tarafta kalacaktı. Çünkü İttihat ve Terakki, bütün o kaba ve vahşî sertliğine karşı memlekette tek kudreti temsil ediyordu. Muhalefet ise olumsuz ve inkârcı anlayışların hastalıklı bir görünüşünden ibaretti. Ahmet Kerim, her dakika bu acı gerçekle yanyana yaşıyor ve İttihat ve Terakki ile, hiçbir ümide ihtimal vermeyerek feragat içinde çarpışıyordu. Bu müthiş kudretle böylece yalnız başına çarpışmakta sonsuz bir zevk vardı. Yalnız başına mı? Evet 31 Mart

İhtilalinden sonra, iktidara gelen radikal devrimciler hükümetinin dehşetle

kapadığı tenkit ve tartışma kapısı ilk defa olarak Nidayı Hakikat gazetesinin kuruluşuyla açılmıştı. Ve bu gazetede, kendi imzasıyla yazı yazan iki yazardan biri de Ahmet Kerim’di. Herkesin sustuğu o yıldırma devrinde, gerçeği söyleyen bu iki yazarın sesi, bir zamanlar çölün içinden Orşilim beldesine haykıran Yahya Nebi’nin sesi gibi memleketin en ıssız köşelerine kadar yayılıyor ve kimini kızdırıyor, kimini ürkütüyordu.

Tevrat geleneklerine göre Yahya Peygamber’in iman yaydığı çölde,

biricik gıdası yaban balı ile çekirge imiş. Türkiye’nin muhalefet basını, Ahmet Kerim’e bu çeşitten bir gıda bile sağlayamıyordu. Annesinin, babasından kalma bir emekli maaşı ile idare etmeğe çalıştığı Teşvikiye’deki küçücük ev de olmasaydı, zavallı genç, sözün bütün manasıyla bir kaldırım serserisi haline girecekti.”275

Yakup Kadri tarihsel olarak karşı bir siyasi blokun içinden bir karakter yaratarak izlediği tarihsel süreci, 31 Mart sonrası üzerinden değerlendirirken bir baskı döneminden                                                                                                                

bahseder. Bu baskı dönemi neticesinde dönemin içinde Ahmet Kerim’in nasıl bir durumda olduğunu ve ne şekilde mücadele ettiğini izah ederken, daha sonra birden bu muhalefetin tavrının farklı olduğunu 31 Mart Olayı’nı bastırmaya gelen Hareket Ordusu’nun başkumandanı Mahmut Şevket Paşa’yı överken farkederiz. Hüküm

Gecesi’nde Ahmet Kerim’in muhalefeti aslında tarihsel bir muhalefeti anlatmaz,

konjonktürel bir çatışmayı ima ederken, dönemin önde gelen isimlerinin bir yozlaşma ve siyasi çürüyüş içine girmeye başladıklarını belirten bir muhalefetin anlatılacağının işaretini verir:

“Ahmet Kerim birdenbire sendeledi. Lâkin yine aynı hızla kendini topladı. “Öyle ama, bunların hepsi düzme, hepsi düzmeci!” dedi. İktidara geçer geçmez hepsinin foyası meydana çıkıyor: İşte Talat Bey! İşte Mahmut

Şevket Paşa! Bunlardan biri, daha düne kadar alçakgönüllü ve fedakâr bir

halk adamı idi. Nazır olur olmaz hemen değişti. Siyah kadife yeleğinin üstüne bir altın kordon geçirdi ve her tarafı camlı bir otomobile kurulup sokak kalabalığına bir bayram çocuğu gibi sırıtıyor. Öbürü Hareket

Ordusu’nun başında ne şanlı, ne heybetli idi! Sanki destan kişilerinden

biri gibiydi. Şimdi, bilinmez bir elin oynattığı bir korkuluk kadar kaba, gülünç ve hor görülmektedir. Bu zavallı adama hattâ zorbalık bile yaraşmıyordu.”276

Bu dönemin egemen söylemine yöneltildiği iddia edilen muhalefetin daha sonra yavaş yavaş tarihsel bir zeminden beslenmediğini, Ahmet Kerim’in özellikle Ahmet Samim’in vuruluşundan sonra yaşadığı savruluş ve yalpalamalarına bakarak da görebiliriz. Nitekim Ahmet Kerim, roman boyunca bir çeşit sorgulama içerisinde olacak ve kendisinin de içinde bulunduğu bu dönemin enteresan bir muhakemesini yapacaktır. İlginç olan bir nokta ise romanın bu minvalde sürdüğü ve Cumhuriyet döneminin etkisiyle bakılıp yazıldığı epeyce hissedilirken; İttihat ve Terakki’ye yöneltilen tipik Cumhuriyet bakışına -özellikle 1926’da Mustafa Kemal’e yapılan İzmir Suikasti sonrası bu romanın yazıldığı                                                                                                                

276. A.g.e. syf 18. (Buradaki vurgular yazara ya da editöre aittir. Aksi belirtilmediği takdirde vurgular bize

düşünüldüğünde- tanık oluruz. Lakin anlattığı dönemin 17-18 yıl sonrasında kaleme alınan bir roman olarak bize, ilginç bir hatırlama örneği ile 31 Mart Olayı sırasında Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişi ve Sultan II. Abdülhamit’in tahttan hal edilişinin hemen akabinde yapılan ve daha sonra tarihçiler tarafından çok da bahsedilmeyen bir olaya romanında kısa da olsa değinerek yer verir. Bu Yıldız yağmasıdır:

“Ömer Beyefendi:

“Meselâ şu duvarda asılı duran yeşil Çin tabaklarına bakınız, dedi; bunların eşlerini şimdi ancak Hazinei Hassa’da bulabilirsiniz. Hazinei Hassa’da diyorum, belki orada da yoktur. Zira, malûmuâliniz, Yıldız yağmasından sonra, hazinede ne kadar kıymetli eşya varsa Brüksel’de haraç mezat satıldı idi.”277

Ömer Beyefendi ismindeki karakter yeni dönemde kendisine muhalif kanatta bir siyasi rant elde etmek isteyen eski dönem, yani 31 Mart öncesi, yüksek mevkilerden birinde bulunan birisi olarak anlatılır. Yakup Kadri, 31 Mart Olayı akabinde yaşanan Yıldız yağmasına eski rejimden sonraki döneme intikal eden muhalif bir zatın ağzından değinir. Romanda, yazar tarafından böyle bir değiniş, daha sonra da Ahmet Kerim’in iç sesi üzerinden bir başka noktaya uzanır. Bu değindiği Yıldız yağmasına yine döneminin içinde bulunduğu durumun bir çürüyüşü olarak, dönemin yöneticilerinin yozlaşma emareleri olarak Ahmet Kerim’in aldığını onun iç sesi bize anlatır:

“Ahmet Kerim ister istemez etrafına göz gezdirdi. Saman renginde boğum boğum ipekli storların yarıya kadar örttüğü geniş pencerelerin kenarlarından ufkî ve uzun bir tül, saçak ve kadife dalgası, çoktan cilâ yüzü görmemiş parkenin üstüne akıyordu. Masif abanozdan muhteşem bir büfe kalın kristal camları arasındaki gümüş takımlarıyla birlikte odanın bütün bir kenarını baştan başa kaplamıştı. Başka bir köşede, aynı cinsten bir ‘dressoir’ [altlık] iki canavar kolunun güçlükle tutabildiği somaki sathı üzerinden küçük bir şadırvan büyüklüğünde bir semaverle teferruatını taşıyordu. Ahmet Kerim bir yangın felâketini hatırlatmaktan çok kaba ve zengin bir devrin küstahlığına alâmet olan bu servet parçalarına bakarak bunların sahiplerindeki ‘mülkiyet’ hırsının hâlâ neden sönmemiş olduğuna şaştı. Karşısında oturan bu zavallı, bu perişan insan, durmadan bıyıklarını kemiriyordu, şu Maliye nazırının filân istikraz işinden ne kadar komisyon                                                                                                                

aldığını, bu Nafıa nazırının filân imtiyaz meselesinden ne kadar para çaldığını veya filân kumandanın hissesine Yıldız yağmasından ne pay düştüğünü hesap ile gecesini gündüzüne katacağı ve bunun hasediye bir kor gibi için için yanıp tutuşacağı yerde, kendi talihine düşen bu mühim refah payı ile yetinerek rahat ve tatlı bir itikâfa çekilse ne kaybederdi?”278 Burada önemle üstünde durmamız gereken bir husus da Ahmet Kerim’in Yıldız yağması üzerinden bir kumandanın, yani askeri zevatın, yeni dönemde çürüyüşünü anlatması bakımından kendisinin üzerinde durduğu ahlaki tavrın belirtilmesi bir yana, Ömer Beyefendi’nin oturduğu bu evde yer alan eşyaların, bir muhalif olarak dönemin içinde bulunduğu şartlar düşünülünce yangın yerini andırması gerekirken, “kaba ve zengin bir devrin küstahlığına alâmet” olarak görülmesi noktasıdır. Ömer Beyefendi’nin Abdülhamit devri ricalinden mi geldiğini yoksa II. Meşrutiyet dönemi, yani anayasanın askıya alınan maddesinin yeniden yürürlüğü girdiği dönemden mi olduğu bir belirsizlik olarak duruyor. Çünkü roman, tarihsel dönem olarak 31 Mart Olayı’ndan sonra başlar ve içinde bulunduğu dönemin muhalefetini yansıtmaya çalışır. Burada görülmesi gereken Ahmet Kerim üzerinden hangi döneme karşı da tavır alındığıdır. Karıştırılmaması gereken bir husus olarak önemli olduğu düşünülünce Ahmet Kerim’in içinde bulunduğu tavrın doğru anlaşılması için bu noktanın da önemli olduğu kanısındayız. Ahmet Kerim burada iç sesinde değindiği Yıldız yağması vesilesi ile aslında hem yeni dönemdeki siyasi yozlaşmayı ve çürüyüşü anlatırken bize bir diğer taraftan da roman boyunca muhalifliği üzerinden kendisinin içinde yer aldığı siyasi bloku neden sorguladığını da görüyoruz. Romanda her zaman birbirine tarihsel olarak düşman olan ve birbirleri ile kıyasıya siyasi çatışma içinde olan bu iki blokun arasında Ahmet Kerim’i konumlandırmak çok daha iyi olacaktır. Çünkü zaten Ahmet Kerim fiziksel olarak muhalif kanatta yer alsa da, yer yer gönlü İttihatçı kanadın olduğu yere kayar ve içinde bulunduğu şartların neticesinde                                                                                                                

hasbelkader muhalif blokta yer aldığını gördüğümüz bir karakter izlenimini verir. Onu, aslında bu muhalif kanada mıhlayan ise Ahmet Samim’in öldürülmesidir. İşte 31 Mart Olayı’da roman boyunca bize böyle bir aralıktan bakar.

Romanda ilginç bir karakter olan Sırrı Bey’in ise -daha sonra İttihat ve Terakki lehine çalıştığı ortaya çıkacaktır- Ahmet Kerim’in arkadaşı olduğu ve muhalif kanadın içine eski bir İttihatçı olarak, onlara düşman kesilmiş birisi biçiminde girdiği anlatılır. Sırrı Bey, 31 Mart Olayı ile ilgili ilginç bir beyanda bulunur. Yakup Kadri, böyle bir karakterin ağzıdan şu bilgiyi verir:

“Sırrı Bey, küçük, dar ve çarpık yüzünü bir eski kumaş parçası gibi buruşturan bir gülümseyişle sırıttı ve çok bilmiş bir adam tavrıyla başını sallayarak:

‘Ah, işte bizim en büyük hatamız burada ya!’ dedi. ‘Muhalefeti hep zayıf düşüren, muhalefeti hep hedefinden uzaklaştıran kusur, ondaki bu sonsuz kanma ve aldanma huyudur. Azizim, korkarım ki, günün birinde bizi tamamiyle mahv ve perişan edecek şey de bu olmasın; karşımızdakilerden biraz ibret almalıyız, efendim. Bakınız, her hareketlerinde ne kadar uyanık, ne kadar ileriyi görür kimselerdir. Memleket içinde hiçbir şey onların gözünden kaçmaz. Hattâ size diyebilirim ki, 31 Mart gününün arefesinde, ertesi gün olacak hâdiseden hepsinin haberi vardı. Fakat, bunun derecesini yanlış hesap ettikleri için önünü almak hususunda lâzım gelen tetikliği gösteremediler…’

Bir hoca ile aynı koltukta yan yana oturan bir zabit, itiraz etmek istedi: ‘Yok canım!..’

‘Evet evet... Siz ne bilirsiniz efendim? Ben o zaman içlerindeydim.’ ”279

Sırrı Bey’in ağzından ileri sürülen bu tez, tarihsel olarak Cumhuriyet dönemine de tartışmalara intikal eden 31 Mart Olayı’nda isyanı kimin çıkarttığı ile ilgili karanlıkta kalan ve olayın çözümlenememesinin en önemli boyutlarından birini teşkil eden işin bu kısmı üzerine, muhalif blokun da ileri sürdüğü bir tezdir. Bu bağlamda bizim, bu ileri sürülen tartışmalı iddianın, romanda, içeri sızmış ve muhalifmiş gibi görünen birisi                                                                                                                

tarafından yapıldığını göstermemiz önemli. Yakup Kadri, burada muhalif blokun duymak istediği bir 31 Mart tarihini vermek istiyormuş gibi görünse de aslında, ortada olan böyle bir karakter ağzından yapılan ifşaatın şüpheli olduğu ve suyu bulandırmak maksadı taşıdığı şeklinde de düşünülebilir. Daha sonra Yakup Kadri, Sırrı Beyi, Ahmet Kerim’in düşünüşleri üzerinden anlattıktan sonra, kaldığı yerden bu sohbeti vermeye devam eder:

“Ahmet Kerim, hemen konuşmaya umumi bir cereyan vermeye çalıştı. Ortaya:

‘Bütün bunlar doğru, doğru… Fakat bu kusurumuzu nasıl düzeltmeliyiz?’ yolunda bir söz attı. Orada bulunanların Ahmet Kerim tarafından böyle bir teşvik yapılmasına ihtiyacı yoktu. Nitekim, zabitin yanındaki hoca, Sırrı Bey’le bir konuşmaya girişmek iştahasıyla deminden beri oturduğu yerde yutkunup duruyordu. Sonunda Ahmet Kerim’in bu sözünden cesaret alarak boynunu ileriye doğru uzatıp:

‘Biraz önce, 31 Mart vakasından bahis buyurdunuz. Sanki kötü mü oldu?’ diye sordu.

Sırrı Beyi mihanikî bir çeviklikle yerinden fırladı: ‘Kötü oldu ya, Hocam; kötü oldu ya!’ diye bağırdı.

Bunun üzerine tartışma eşsiz bir hararetle umumileşti ve Ahmet Kerim, yavaşça kalemi eline alıp önünde yığılı duran uzun matbaa kâğıtlarının üstüne ertesi günkü yazısını yazmaya başladı.”280

Hoca ile Sırrı Bey’in sohbeti de son derece esrarengiz kaldığı için ve kimin ne niyetle 31 Mart Olayı’nı nasıl andığını kestiremediğimiz için farklı bir yorum getir(e)miyoruz. Ama ortada olan şöyle bir durum var ki, bunu tahmin etmek zor değil; bir hocanın 31 Mart Olayı’nın kötü mü olup olmadığını sorarken 31 Mart’ın bastırılmasının mı, yoksa isyanın mı kötü olduğunu sorması üzerinden hemen bir sonuca varılabilir. Ama burada durup düşünmek gerekir; çünkü romanda, daha sonra Sırrı Bey’in içinde bulunduğu durum ortaya çıkmadan önce, yazarın bize Sırrı Bey’in tam bir muhalifmiş gibi, yani 31 Martçıymış, gibi anılmasını da sağlayacağı düşünülebilir. Peki Yakup Kadri buna gerek duyar mı? Orası bilinmez. Ama bütün bunların ötesinde romanın başkarakteri Ahmet Kerim’in, Hareket Ordusu’nu övüşü de hesaba katılırsa böyle bir yorumda havada kalma                                                                                                                

ihtimali taşır. Bir başka önemli husus da Ahmet Kerim’in, Mahmut Şevket Paşa’ya saygılı bir düşman şeklinde mi, yoksa sevdiği için mi övgülerde bulunduğudur; bu da bir muamma imiş gibi görünür. Ama romanı bir bütün şeklinde düşündüğümüzde ve Ahmet Kerim’in yalpalayan ve köksüz bir muhalif olduğunu da gördüğümüzde, ilk yorumun daha baskın çıkacağını tahmin etmek zor değildir. Zaten daha sonrada bu yorumu destekleyecek ve resmi tarihin olayı nasıl gördüğü de kendisini romanda ele verecektir. Bizim amacımız burada 31 Mart Olayı’nı çözmek olmadığı, bunun romanda nasıl ele aldındığını görmek olduğu için romanda 31 Mart Olayı’nın temsiline devam edelim.

Romanın kendisini kanona eklemeleyen ve Cumhuriyet’in resmi tezlerine atıf yapan bölümlerine doğru geçmeden önce 31 Mart Olayı son bir kez daha anılır. 31 Mart’ın son derece önemli bir olay olduğu ortadadır; çünkü tartışmaların önemli bir konusudur. Bütün bunların yanında, Ahmet Kerim, yukarıda az önce bahsettiğimiz tartışmayı bütün gün yaptıkları içinde teker teker sıralarken yorulduğunu fark eder. Bu konuların ve çalışma hayatının onu yorduğunu anlarız. İsteksizdir Ahmet Kerim:

Benzer Belgeler