• Sonuç bulunamadı

Buna bağlı olarak, egemen toplumsal yapıların kendi dünya görüşlerini doğrulatmak,

ROMANLARDA 31 MART OLAYI’NIN TEMSİLİ

4. Buna bağlı olarak, egemen toplumsal yapıların kendi dünya görüşlerini doğrulatmak,

meşrulaştırmak ve sürdürmek amacıyla, kültürel bütünlüğü, kurulu düzeni garanti altına almak için eğitim ve medya yoluyla dayattıkları ideolojik seçkilerden oluşan kanonlar.”

254. A.g.e. syf 12-13.

255. Murat Belge, “Türkiye’de ‘Kanon’”, kitap-lık, Sayı 68, Yıl: 11, Ocak 2004, syf 55.         256. A.g.e. Murat Belge bu üç merciyi sırasıyla şöyle anlatır:

“Birinci ‘merci’ söz konusu olan alanın, yani toplumdaki ‘edebiyat işleri’ dairesinin normal ‘personel’i, yani her çeşitten yazarlar, aydınlar, öğretmenler, gazeteler vb. Aralarında eleştirmen gibi, edebiyat tarihçisi gibi, değerledirmeyle doğrudan doğruya ilgili olanları var, ama olmayanları da var. Akademik olanları, az ve etkili; olmayanları, çok ve gene etkili. Bunlar, mezatçı gibi, mücevhere fiyat biçen kuyumcu, arsaya

tanımlamaları, böylece Jale Parla ile paralel bir biçimde okuyunca, süregiden bu tartışmayı Cumhuriyet’e tatbik etmeye başladığımızda daha geniş bir zeminin üstüne oturan bir manzara ortaya çıkar. Böylece de birbirini, yer yer alttan ve üstten tanımlayan ama her halükarda, yine o dönemin hakim fikirleri doğrultusunda kendisini –hem üstten hem de alttan- üretecek bir kanonun varlığına doğru ilk adımı atmış olabiliriz. Şeyda Başlı ise bu noktada, bizim de üstünde duracağamız bu anlamı ile edebi kanonun inşasının uluslararası düzlemde olduğu kadar bütün politik/ideolojik çağrışımları ile birlikte yerel düzlemde de oldukça tartışmalı bir seyir izlediğini belirtir.257 Bu noktada da bizi uluslararası bir polemiğin izdüşümlerinin Türkiye’de Murat Belge, Sibel Irzık, Jale Parla ve Nurdan Gürbilek’in arasında şekillendiği tartışmaların seyrine götürür.258 Bu

                                                                                                               

fiyat biçen simsar gibi, işin ehli, işin profesyoneli adamlar. Onun için neyin ‘kanon’ olacağına, neyin olmayacağına önce bunlar karar verirler. Bu hakkı onlara teslim ederiz. İkinci ‘merci’, biz hak teslim etmesek de gelip bunu icabında gaspeden bir öznedir: en genel adıyla ‘siyaset’, biraz daha somutlarsak belki ‘devlet’ denen tüzel kişilik. Biz bu hakkı teslim etmiyoruz ama, tartıştığımız konu ‘kanon yaratmak’ olduğuna göre, oynanan oyun buysa, oyunun karakterlerinden biri de o. O da kendine özgü değerler, tercihler, kaygılarla işin içine karışıyor ve ‘Ahmet değil, Mehmet olsun’ diyor. (…) Peki, ‘üçüncü’ kim? Bunu söylemek hem kolay hem de zor. Çünkü bu üçüncüsü ‘halk’tır ya da ‘toplum’dur. Ama onun tamamı mıdır, yoksa yalnız okuyan kesimi mi, buna cevap vermek de kolay değil. Ayrıca, belirli bir zaman kesitinde verili bir ‘halk’ veya ‘toplum’dan da söz etmiyoruz. Bir kuşağın adam yerine konmadığı veya hiç tanımadığı birini başka kuşaklar baş tacı edebilir. Bunun tersi de olabilir: bir dönemde birilerinin yere göğe koyamadığı birini sonraki kuşaklar sessizce unutabilir. Halkın da ‘kanon’a kimin gireceğine karar verme ‘yetki’si yoktur. Ama etkileri nedeniyle ikinci grubu nasıl yok sayamazsak, başka hiçbir neden olmasa bile sırf kalabalıklığı nedeniye olsun, ‘bu üçüncü merci’i de hesaba katmamız gerekiyor. Uzun vadeli, nihaî hakem o, -uzman olmasa da- ve kendisini tanımlayamasak da.”

257. Şeyda Başlı, Osmanlı Romanının İmkânları Üzerine, 1. Baskı, 2010, İletişim Yayınları, İstanbul, syf 10.     258. A.g.e. syf 12-13. Şeyda Başlı’nın özetlediği tartışma şöyle gelişir:

“Frederic Jameson’ın (1986) Social Text dergisinde ‘üçüncü dünya edebiyatları’nın zorunlu olarak alegori olduğunu ileri sürdüğü makalesine Aijaz Ahmad’ın yanıtıyla başlayarak Türkiye’de de yankı bulan polemik, Avrupamerkezciliğin, Batılı roman biçiminin temel niteliklerinden birini oluşturan siyaset- edebiyat ayrımını yerel düzlemde yeniden üretemeyen, bir başka deyişle modeli yeterince ‘taklit’ edemeyen ‘üçüncü dünya edebiyatı’nın ‘dünya edebiyat’ı içinde temsil edilmesinin çarpıtan bir merceğe dönüştüğünü en açık bir biçimde gösteren tipik bir örnek sayılabilir. Tartışmanın başlangıcında, Jameson’ın, ‘üçüncü dünya’da kamusal alan ile özel alan, bir başka deyişle estetik ile siyaset arasındaki sınırların bulanıklığının, roman kahramanlarının kaderinin ulusun kaderi ile özdeşleştirilmesine yol açtığı, dolayısıyla metinlerin zorunlu olarak birer ‘ulusal alegoriye’ dönüştüğü savı yer almaktadır. Buna karşılık ‘üç dünya kuramı’na karşı çıkan Ahmad, tekil bir ‘üçüncü dünya’ tasavvuruna dayanan bu kuramsal çerçevenin geçerli sayılamayacağını belirtmektedir: ‘Bu üçüncü-dünya metinlerinin zorunlu olarak şu ya da bu [nitelikte] olduğunu ileri sürmek, aslında, bu toplumsal uzama ait metinlerin ‘gerçek’ bir anlatı olmadığını söylemekle eş anlamlıdır. ‘Ulusal alegori’nin, bu metinlerin hem kurucu öğesini, hem de farklılığını damgalayan bir üst-anlatı sayılması, bana göre, her şeyin ötesinde epistemolojik olarak olanaksız bir kategoridir’.

uzun tartışmanın bu tez kapsamında önemli olan noktası aslında benim de kanon tartışmaları neticesinde roman denilen türün, içinde bulunduğu dönemin şartları şekillenirken, bundan uzak kalan bir yapıya sahip olmadığı ve Batı’dan gelen bir biçim olarak romanın, bu tartışmalar neticesinde, hem bir gelişmişlik sembolüne dönüşürken içinde bulunduğu dönemi şekillendirip onun yansımalarını da bir sanat eseri olarak üzerinde taşımak zorunda kaldığını hem de üstünde durmak istediğimiz bir laik Cumhuriyet kanonu neticesinde bir ulus olma bilincinin, romanın bir tür olarak ortaya çıkışı kadar içeriğini de etkilediği argümanıdır. Romanın bir form olarak ‘geç’ geldiğini söylediğimiz an da bu söylemin Cumhuriyet’in tarihyazımı ile aynı noktaya düşme tehlikesini içinde barındırdığını belirtmemiz gerekir. Elimizdeki roman örnekleri neticesinde (şu an bildiğimiz Osmanlı-Türk romanları) romanın, garplı bir form anlamında, ‘geç’ geldiğini iddia edebilmekten başka bir seçeneğimizin kalmadığı ortadadır. Bunun da daha sonra ortaya çıkacak Ermeni harfli ya da Yunan harfli Türkçe metinler ile sarsılacağı bilgisi, ya da romanın duvarlarını zorlayan ‘kurgu’ temelli                                                                                                                

Tartışmanın Türkiye’ye yansıması ise, Murat Belge, Sibel Irzık, Jale Parla, Nurdan Gürbilek gibi araştırmacıların Türk romanının ‘ulusal alegori’ sayılıp sayılamayacağı konusunda ileri sürdükleri görüşlerden oluşmaktadır. Jale Parla, Babalar ve Oğullar çalışmasında Osmanlı romanlarının ‘alegorik bir mantık’ tarafından düzenlendiğini ileri sürerken, Murat Belge, Ahmad’ın eleştirilerine katılmakla birlikte, ‘daha Ahmed Mithat Efendi’nin Rakım Efendi ile Felâtun Bey’inden başlayarak, [ulusal] alegorinin doğulu ve batılı değerleri belli olmuş ve sonraki yazarlar da bu damardan hayli beslenmişlerdi’ sözleriyle

Jameson’ı savını geçerli bulmakta; aralarındaki farklılıklara rağmen, ‘üçüncü dünya ülkeleri’nde, ‘o ülkenin iktidarda bulunan güçlerinin ihtiyaçlarına göre oluşturulmuş ve dolayısıyla bir yazarın kendi kendi toplumunun tarihini derinlemesine kavrama ihtiyacına cevap vermeyen resmi tarih karşısında yazarın ‘resmi teoriyle mücadele halinde olan’ bir başka açıklama tarzına yöneldiğini belirtmektedir.

Nurdan Gürbilek ise, ‘alttan alta bir bon pour l’orient, bir ‘Doğu’da işler böyledir’ fikri kendini hissettirecektir. Tıpkı Jameson’a verilebilecek cevaplarda bir mağdur gururu, tam anlamıyla milliyetçi olmasa da, kuşkusuz onunla akraba bir kültürel alınganlık olacağı gibi’ sözleriyle Ahmad-Jameson tartışmasının her iki tarafına da yönelen eleştirel bir yaklaşım sergiler. Yazar, ‘Türk romanının varoluşsal ya da edebi endişelerle boğuşurken bile kendini hep ulusal endişenin alanında bulması’nı, romanın ‘hem modernliğin hem de moderniğe yönelik direncin, modernliğe göre yeniden tanımlanmış bir yerliliğin inşa edildiği alan’ olmasına bağlamaktadır. Jameson’ın kamusal alan-özel alan ayrımına dayalı tezinin önemli bir açılım sağladığını belirten Sibel Irzık ise ‘üçüncü dünya edebiyatı’ açısından ikisinin farklılaşmamış olduğunu ileri sürmek yerine kamusal ve özel alan kiplerinin farklı toplumsal bağlamda nasıl değiştiği sorusunu yöneltir. Irzık’a göre, ikisi arasındaki sınırların farklı yerel baskılar altında nasıl farklı biçimlerde çizildiğini sorgulamak daha verimli bir bakış açısı sağlayacaktır.”

çıkarımlarla bunun şarkta da olabileceği bilgisi ya da ortaya çıkabilecek daha önce yazılmış yeni bir romanın ihtimali bir yana, bir Osmanlı romanı derken neyi kast ettiğimizi, Türk romanı derken nasıl bir tanımlama üzerinde duracağımızı da her zaman belirtmek zorundayız. Roman, bize ‘geç’ geldi dediğimiz an da o ‘biz’in kim olduğu sorusu bütün gücüyle ortada durmaktadır. Eğer biz Osmanlı isek o zaman Ermeni ya da Rum ya da Yahudi ya da Kürt ya da Arap ya da başka bir etnik unsurun bu topraklardaki kültürel değerlerinin ait olduğu özne kim? Çünkü mevcudiyetleri ortada; ama tabi onların hiç bir zaman Osmanlı olmadığını iddia edebilmek gibi bir seçenek de var. Bu ‘biz’den bahsettiğimiz Türkçe yazılmış metinler ise o halde, bu da sorularımızı dindirecek bir iddia olamayacak; çünkü yukarıda bahsettiğimiz üzere farklı alfabeli Türkçe metinler olduğu gibi bunun yanı sıra, bahsedilen topluluklar arasında etkileşimli bir biçimde devam edegelen kitap tüketimi ve üretimi de bu konuyu daha da derinleştirecektir.259 Daha fazla uzatmadan, şunu belirtmeliyiz ki, bu tartışmanın bize, şu anda anlattığı temel saik, eğer elde olan şu an ki roman metinlerini bu bağlamda temel bir zemin olarak değerlendirirsek, dönüşen ve iktidar olan bir zihniyetin ifşası namına da, o zaman metinlerin içeriğinde yer alan ‘endişe’ ve ‘ulusal kaygı’nın da farkında olmak zorunda olduğumuzdur. Nurdan Gürbilek’in üzerinde durduğu noktanın bu olduğu da iddia edilebilir. Hatta daha da ileri gidecek olursak Ulus Baker’in, Berna Moran’a tüm roman tarihini, içinde bulunduğu ‘batılılaşma’ sorunsalı ile okursak gözden kaçıracağımız                                                                                                                

259. Laurent Mignon bu konuda daha ayrıntılı bir bilgiye ulaşacağımız bir makaleyi işaret eder: “Johann

Strauss’un “Who Read What In the Ottoman Empire?” (Osmanlı’da Kim Neleri Okuyordu?) adlı

makalesinde ayrı diller konuşan milletlerin, belli bir ölçüde, ortak bir edebî kültürü paylaştıklarını, çeviri ve edebiyat bağlamında diller arası alışverişlerin yer aldığını ortaya koyuyor.” Ardından şöyle devam eder: “Ayrıca Ahmed Midhat Efendi’nin,1891’de yayımladığı Müşâhedât adlı romanında Vartan Paşa’dan söz ettiği, yani Ermeni harfli Türkçe edebiyattan haberdar olduğu bilinmektedir.” Daha sonra Arap harfli Türkçe yazılmış romanların gayrimüslim yazarlarının kimler olduğunu belirtir. Bu konuda daha ayrınıtlı bilgi için bkn. LaurentMignon, “Bir Varmış, Bir Yokmuş… Kanon, Edebiyat Tarihi ve Azınlıklar Üzerine Notlar”, Pasaj, Sayı 6, Kasım 2007-Mayıs 2008, syf 42.  

durumların olabileceğini260 ve de en önemlisi –bizim böyle düşünmemizi sağladığı için- romanın bir ulus-devletleşme süreci içerisinde ‘geç’ geliş söyleminin öyle ya da böyle Cumhuriyet dönemi ile olgunlaştığını söylemek zorunda kalacağımızı da belirtmeliyiz. Bu okuyuş sonucunda da, daha da ileri gidecek olursak, bu tez kapsamında bir Cumhuriyet kanonunun varlığını bu bağlama oturttuğumuz zaman, o halde bir ‘geri’ kalmışlık sebebi olarak dönemin egemen zihniyetince mahkum edilen İslam ve İslamcıların da ya da genel anlamıyla dinin romanlar içerisinde de yaşadığı bu mahkûmiyet ve bu bağlamda oluşacak laik bir Cumhuriyet kanonu kendisini ister istemez ele verecektir.

Burada asıl belirtmemiz gereken bir diğer husus da bunu, Cumhuriyet’in ne ölçüde başarabildiği sorusunun yanında sadece tek bir kanonun ya da tek yüzlü bir kanonun olmadığı uyarısını bu bağlamda düşünmemiz gerekliliğidir. Çünkü Murat Belge’nin de belirttiği üzere Cumhuriyet rejiminin Mehmet Akif Ersoy ile, M. Akif Ersoy’un da Cumhuriyet ile sorunları olduğunu biliyoruz; ama İstiklal Marşı bağlamında Mehmet Akif Ersoy’un varlığını iddia edeceğimiz Cumhuriyet kanonuna eklemlendiğini de biliyoruz.261 Ya da incelediğimiz romanlar neticesinde mesela Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u kanon dışı kalan bir roman iken, Mithat Cemal Kuntay’ın “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır; / Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır!” dizeleri ile bu kanona eklemlendiğini söylemeye ise herhalde gerek yoktur. Ya da Şükûfe Nihal’in Cumhuriyet projesini neredeyse her anlamda kabul etmesine rağmen kanon dışı kalmasını da açıklamakta zorlanabilirdik. O halde, tekil bir kanonun olmadığını; ama                                                                                                                

260. Ulus Baker, “Ulusal edebiyat nedir?”, Toplum ve Bilim, Sayı 81, Yaz 1999, syf 7-24.

261. Murat Belge, “Murat Belge ile sanat ve edebiyat üzerine”, Röp: Aslı Güneş, Agos Kirk, Sayı 19, Mayıs

Cumhuriyet’in bu çoğul kanonlarının oluştuğu dönemin tamamını düşündüğümüzde, bir iktidar olarak Cumhuriyet’in, bu farklı isimleri dışarıda bırakan, kimi zaman da eklemleyen bir kanonik yapının ya da kanonun ortak zemininin de -erken Cumhuriyet dönemi sürecinde tüm farklılıkları ve çelişkileri ve oluşum süreci ile alımlanması bakımından- laiklik olduğunu iddia edebiliriz. Aslında burada önemli olan, bir modernleşme projesi olarak uygulanan Cumhuriyet projesine –en tepe isim olan Mustafa Kemal Atatürk zaten bir merkez olarak içinde- kimin ya da kimlerin modernleşme versiyonunun yön verdiği üzerinde oluşan tartışmanın hatırda olması gerektiğidir. Bunun yanı sıra da, Şeyda Başlı’nın, “edebi kanona yönelik tartışmaların bir başka önemli boyutu ise, Orhan Tekelioğlu’nun belirttiği gibi ‘otuzlu yıllardan başlayarak biçimlenmeye başlayan ve Türkiye ulus-devlet oluşumu tarihine özgü birçok boyut içeren erken Cumhuriyet dönemi modernitesinin kuruluşu ile doğrudan ilintilidir’ aktarımı doğrultusunda konunun farklı yönlerinin de görülebileceğidir.262 Şeyda Başlı, Tekelioğlu’nun bu “sürecin en önemli yanı, kendini birçok farklı yerel kimlikle tarif eden dar ve cemaatçi toplumsal grupları, tek bir üst-grup kimliğinde, yani ulusal kimlik etrafında birleştirmektir” biçiminde altını çizdiğini belirttiği bu sürecin, oluşum evresi boyunca bir sömürgeci geçmiş sonucu Cumhuriyet oluşturulmadığı için, “önceki sömürgeci gücün ideolojik gölgesi(nin) bir ‘öteki’ olarak” (bir diğer deyişle tam olarak imrenilecek bir Batılı öznenin) ol(a)maması üzerinden tekil bir ulusal kanonun imkânsızlığını göstermeye çalıştığını söyler.263 Başlı’nın aktardığına göre Tekelioğlu, “Tekil bir edebi kanonun inşasında Osmanlı’nın yetersizliği”, alımlanmak istenen Batı’nın muğlâk bir alımlanma ve anlaşılma hikayesi ile tanımlanma zorluğu gibi                                                                                                                

262. Şeyda Başlı, Osmanlı Romanının İmkânları Üzerine, 1. Baskı, 2010, İletişim Yayınları, İstanbul, syf

12-13.

nedenlerden dolayı tekil bir kanonun oluşumunun imkânlı kılınamadığını belirtir.264 Başlı, bunun yerine Tekelioğlu’nun “hem yapıtlar hem de okurlar açısından farklı damarlardan beslenen ‘parçalı’ bir kanonun” varlığından bahsettiğini söyler.265 Pelin Başçı ise Ziya Gökalp’in ve Cumhuriyet’e giden süreci oluşturan isimlerin tanımladığı anlamda bir Türk kültürü üzerinden bu süreci okuduğumuzda, “kökleri Tanzimat dönemine kadar uzanan ancak, en radikal tezahürünü Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında gördüğümüz ilk bilinçli edebi kanon tartışmasının çok kültürlülük yerine, tek kültürlülük arayışlarıyla ortaya çıktığı söylenebilir.” diyerek kanon tartışmalarına başka bir açıdan katkıda bulunur.266 Tekelioğlu’nun iddia ettiği gibi tekil bir kanon yerine parçalı bir kanonun varlığını kabul ederek bunun yanında Cumhuriyet’in kutsal metinleri olan

Nutuk’u, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri ile birlikte bu kanonun tepesinde yer alan üst

metinler olarak değerlendirirsek, aslında ortaya çıkan çerçevenin bir kanonu ima ettiğini ve söz konusu edilen parçalı kanonları ya da parçalanmış bir kanon bütününün farklı yüzlerini birbirine bağlayan yapının damarlarında laikliğin ortak bir gerçeklik olarak varolduğunu söyleyebiliriz. Ömer Türkeş, kendisini tam olarak oluşturamamış olduğunu ileri sürsede, “Güdük Bir Edebiyat Kanonu” başlıklı makalesinde, “Cumhuriyet’in ilanından sonraki yeniden yapılanma sürecinde de, (…) Kemalist bir kanon yaratılması yönünde pratik, teorik ve manipülatif çabalar gösterilmiştir” der.267 Kemalistleri Cumhuriyet’i kuran öncü ekip olarak görünce bunun, özellikle erken Cumhuriyet dönemi içinde, bir Cumhuriyet kanonunu ima edebileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir

                                                                                                                264. A.g.e.

265. A.g.e.

266. Pelin Başçı, “Yerli Edebiyat, Yurdun Edebiyatı; Herkes Onu Okumalı: Türk Edebiyatı Kanonu ve

Ulusal Kimliğin Sınırları”, Pasaj, Sayı 6, Kasım 2007-Mayıs 2008, syf 63.

267. Ömer Türkeş, “Güdük Bir Edebiyat Kanonu”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Kemalizm, Cilt 2, 6.

Cumhuriyet kanonunun olduğunu aynı zamanda Harf Devrimi’nin başardığı yıkım üzerinden de görebiliriz. Jale Parla’ya göre bir devamlılık ilişkisi olarak bir kanonun varlığını bu bağlamda, hem okuyabilir hem de okuyamayız aslında. Parla, Harf Devrimi ile geçmişin bağlarının kesildiği bu süreçte bir geleneksellik ima etmesi gerektiği anlamında anlaşılan kanonu tartışamayacağımızı söyler268 ama bir diğer taraftan da Harf Devrimi ve bu bağlamda devam eden bir dil reformunun Türkçeyi arındırma projesi ile de konuya başka bir açıdan bakabilmemiz için bize izlenebilecek bir yolu şu sözlerle ima eder:

“Bir kere cumhuriyetçi Türkçe devlete ve ulusa olan sadakatin ölçüldüğü kıstas haline gelince yazarlar en baştan itibaren yıldırılmıştır; nasıl yazdıklarına bakarak dost ya da düşman diye gruplandırılıp, bilinçlendirme işine başlandı. Dil ulusun kolektif kendi temsiliyetini koruması ve devam ettirmesi için kilit rol oynadı. Türkçe eleştirisi de yeni Türkçenin aşırı kıymetlendirilmesinde önemli bir rol oynadı. Cumhuriyet entelijansiyası eğer bir romanda kullanılan dili arkaik bulursa –ki böyle bir üslup standart dilbilimsel, milliyetçi, Kemalist, ilerlemeci, Batılılaşmacı, laik topluluktan (yani ulusal topluluktan) bir sapma gibi yorumlanmaktaydı- o romanı kolayca azledebiliyordu.”269

Jale Parla’nın bu azleden mekanizmayı ifşa eden sözleri ile bizzat, bu Harf Devrimi sayesinde bir iktidarın seçkilerini ve geçmişten neyin gelip neyin gelmeyeceğine karar veren bir ideolojinin tesiri altında hazırlanan bir kanondan da bahsedebileceğimizi söyleyerek bir Cumhuriyet kanonundan bahsedebilmemizin imkânlı olabileceği düşüncesindeyiz. Şeyda Başlı’nın sözleri ile aktaracak olursak “imparatorluk modernleşmesinden ulus-devlete geçişte üretilmiş olan Osmanlı romanlarının Cumhuriyet sonrasında temsil edilme biçimi göz önüne alındığında, kanonik bir yapının varlığından söz etmek olası görünmektedir. Osmanlı romanlarının Latin alfabesine                                                                                                                

268. Jale Parla, “Yaralı Dil: Türkiye’nin Dil Reformu ve Romanın Kanonluğu”, KÜLT, Sayı 1, Ocak-Mart

2011, syf 63.

aktarılmasının neden olduğu dil-içi çeviri sürecinde hangi yapıtların ‘roman’ sayılması gerektiği konusunda belirli bir seçiciliğin söz konusu olması” bir başka açıdan, “bu savın temel desteklerinden birini oluşturmaktadır.”270

Benzer Belgeler