• Sonuç bulunamadı

BİR ÇATIŞMA ALANI OLARAK 31 MART TARTIŞMALARI

 

 

‘LABORATUVAR’DA ÇÖZÜMSÜZ BİR 31 MART DENEMESİ

 

İdris Küçükömer 31 Mart Olayı’nın tarihinin yeniden yazılması gerektiğini boşuna istemiyordu.124 Üzerine sayısız tartışmaların yapıldığı, kitapların yayınlandığı ve düzinelerce makalenin yazıldığı bu çetrefilli tarihin, takvim yapraklarında sıradan bir gün olmaktan çoktan çıktığı, Türkiye siyasi tarihini az çok bilen herkes için aşikârdır artık. 31 Mart Olayı, yakın Türkiye tarihine bakıldığında çözülemeyen onlarca konudan belki de sadece bir tanesi; ama günümüz Türkiye’sini en çok etkileyenlerin en başında geleni. Geçmişten bugüne güçlü bir gölge yaratmış bu olaylar silsilesinin öncesi ve sonrasında, hiç şüphesiz Cumhuriyet’e giden yolun şifreleri de mevcut. Ya da en azından o yolun taşlarını dizen zihniyetin kodları… Tarık Zafer Tunaya’nın “siyasal bir laboratuvar”125

olarak tanımladığı bir dönemin en acılı ve karanlıkta bırakılmış anı olarak 31 Mart Olayı, yeni kurulacak bir Cumhuriyet’in ikrah kuyusu olarak tekinsiz, bir tarihi yasak bölgedir. Cumhuriyet’in kendi loş aydınlığını parlatmak için kararttığı bir zamanın eski bir takvimde hapsedilmiş tarihi… Hâlâ tam olarak çözülemeyen bu tarihsel kırılmanın iç yüzü, olayların silsilesini kaleme alan tarihçilerden, anılarını kaleme alan onlarca tanığa kadar bir kolajlı resmi bize gösterse de, başta söylediğimiz gibi, olayın kendisi hala spekülatif bir tarihyazımının hendeğinden çıkamadı. Belki de bu denli politik oluşundan                                                                                                                

124. İdris Küçükömer, Batılılaşma & Düzenin Yabancılaşması, 2 Baskı, Nisan 2010, Profil Yayıncılık,

İstanbul, syf 83.

125. Tarık Zafer Tunaya’dan aktarılan kaynak: Tarık Zafer Tunaya Anısına Yadigar-ı Meşrutiyet ed.

Mehmet Ö. Alkan, Birinci Basım, 2010, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, Tanıtım Bülteni: “Türkiye’de siyasal hayatla birlikte düşünce tarihinin gelişimi ve siyasal kurumların biçimlenmesi üzerine yapmış olduğu çalışmalarla kendisinden sonraki bilim insanlarını büyük ölçüde etkilemiş Tarık Zafer Tunaya, İkinci Meşrutiyet dönemini bir siyasî laboratuar olarak nitelerken, “Hürriyet’in İlanı”nı “Türkleri imparatorluktan cumhuriyet formülüne ileten bir köprü” olarak tanımlar. Tunaya’ya göre “Bu bahtsız demokrasi denemesi, ulaştığı sonuçlar bakımından tarihî olmaktan çıkar, bugüne bağlanabilir. Bizler bu tarihî tablo karşısında ibretle düşünmeye mecbur bir kuşağın çocuklarıyız.”

ya da gölgesi ile Cumhuriyet tarihine uzanmış bir siyasi savaş meydanı olmasından dolayı sağlıklı bir analizin ve resmi tarihin dışından bakabilen bir alternatif tarihin yazılışına tam anlamı ile tanık olamadık. Modern Osmanlı tarihi çalışmalarının İstanbul- merkezli baskınlığı ve taşra-çevre odaklı bir tarih yazıcılığının geliş(e)memesinin, sosyal tarihçiliğin ve aşağıdan tarih metodunun az uygulanmasının ya da 31 Mart Olayı’na böyle bakıl(a)mamasının, sağlıklı bir sınıfsal analize tabi tutul(a)mamasının, o dönemki basın ve matbuat kaynaklarına erişimin zorluklarının yanı sıra birçoğunun Latin harflere transkripsiyonlarının yapıl(a)mamasının (Volkan Gazetesi’nin tıpkı basımı dışında) ve en önemlisi de azınlık kaynaklarına (Adana Olayları ve Ermeni katliamı bu sürecin bir parçasıdır ve İstanbul’da son derece zengin bir azınlık basın-matbuat literatürü mevcuttur) Osmanlı tarihyazıcılığının neredeyse hiç başvurmadan çıkartmaya çalıştığı bir tarihyazımının vahim sonuçlarının getirileri göz önüne alındığında bu kadar politize olmuş, baskı altında tutulmuş ve bağlamından koparılarak günümüz Türkiye siyasetinde bir politik savaş meydanı olan 31 Mart Olayı’nın neden tam anlaşılamadığı herhalde daha iyi görülebilir. Hiç şüphesiz, İttihat ve Terakki arşivlerine ulaşılamaması126 veya bazı belgelerin kaybolmuş olması ve 31 Mart Olayı’ndan sonra kurulan Divan-ı Harbi Örfi tutanaklarının Genelkurmay Arşivi’nce araştırmacılara açılmaması127, bu noktada olayın iç yüzünü aydınlatacak birçok parçanın eksik kalmasına neden olduğu da not düşülmelidir.

                                                                                                               

126. Sıddık Yıldız, Çıkışından Bastırılmasına Kadar 31 Mart İsyanı, Yayınlanmamış master tezi, Ankara

2006, T.C. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, syf iv, 257.

127. Araştırmacı Müfit Yüksel, Yeni Aktüel dergisine verdiği bir demeçte 31 Mart’a ait belgelerin tamamıyla

Genelkurmay’ın ATASE (Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı) Arşivi’nde olduğunu belirtir. "Said Nursi'ye Dair Resmî Belgeler Kimseye Açılmıyor", Yeni Aktüel, Haz: Birol Biçer, Sayı: 235, 20 Ocak-2 Şubat 2011.    

31 Mart Olayı, bir politik çatışma alanı olarak, Cumhuriyet’in demokratikleşme tarihi içerisinde, tarafların ideolojik bagajlarının semboller üzerinden kurgulanması ile defalarca bağlamının dışında değerlendirildi. Hiçbir tarihsel sürecin bu kaderden kaçamayacağı gerçeğini bilmemizin yanı sıra, defalarca yeniden kurgulanan bu tarihsel olayın nasıl kurgulandığını ve hangi amaca hizmet ettiğini görmemiz aslında bize, belki daha sağlıklı bir resim sunar düşüncesi içerisindeyim. Nitekim 31 Mart Olayı’nın Cumhuriyet’e devreden bir miras olarak, o dönemde yaratılan siyasi söylemin daha da manüple edilip siyasi muhalefeti ötekileştirme aracına döndüğünü ya da döndürüldüğünü biliyoruz. Hiç şüphesiz ki, Cumhuriyet tarihini paralize eden bu ‘irtica’ söyleminin iktidar kaynaklı olduğu gerçeği ortada. İktidarın söyleminde defalarca yeniden kurgulanan ve bağlamından koparılan bu tarihsel sürecin kendisi, Cumhuriyetçe ‘makbul vatandaşın icadı’ için bir epistemi üretirken; onun nerede durmaması gerektiğinin de sınırlarını bize gösterir. Füsun Üstel, bu süreci II.Meşrutiyet ve Vatandaşın “İcad”ı başlıklı makalesinde şöyle anlatır:

“Ancak II. Meşrutiyet vatandaşlarının siyaset yapma konusundaki bu ‘aceleciliği’ , özellikle 31 Mart Vakası’nı izleyen dönemde rejimin sertleşmesi, tanınmış olan bir dizi hak ve özgürlüğün askıya alınmasıyla sonuçlanırken rejim, her türlü farklı politik düşünce ve yaklaşımı şeytanileştirme geleneğini icat edecek, ‘irtica’ sözcüğü 31 Mart Vakası’yla ilgili olarak ders kitaplarına kadar girecektir. Böylesi bir iklimde kurulan derneklerin büyük bir bölümünün nizamnamelerinde yer alan, amaçlarının ‘siyaset dışı’ olduğu vurgusu ise, Cumhuriyet’e devredilen bir miras olarak kalacaktır.”128

Meşrutiyet ile başlayan bu vatandaşlığın “icadı” meselesi, hiç şüphesiz Cumhuriyet’e devrolurken, bize Murat Belge’nin belirtmiş olduğu meşhur ‘kopuş ve

                                                                                                               

128. Füsun Üstel, “II. Meşrutiyet ve Vatandaşın ‘İcad’ı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, Cilt 1, 8. Baskı, 2009, İletişim Yayınları,

süreklilik’129 tezini yeniden hatırlatır İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e geçiş bağlamında. 31 Mart Olayı söz konusu olduğunda, buna bir de bağlamın koparılması/bağlamından koparılma eklenecektir. Bağlamından koparılan bu tarihsel süreçler, birer politik çatışma alanı haline geldikçe de, iktidar tarafından yazılan tarihin kendisi her defasında galibi parmağı ile işaretleyecektir. 31 Mart Olayı ve tahttan hâl edilen padişah II. Abdülhamit ve İstanbul’da sıkıyönetim ilan edip bir darbenin gerçekleşmesine sebep olan Hareket Ordusu ya da isyanın tertipleyicisi olarak öne çıkarılan Derviş Vahdeti gibi aktörler bu koparılan bağlamda öne çıkan örnekler olarak değerlendirilebilir. Tartışmalı bir tarihsel sürecin aktörlerini ima ettiği için Sultan II. Abdülhamit de, Hareket Ordusu da, Derviş Vahdeti de bu noktada tartışmaların odağındaki yerlerini alırlar. Derviş Vahdeti, bu noktada yaratılan gerilimden en çok nasibini alandır. Sağlıklı bir biyografisine bile ulaşamadığımız Derviş Vahdeti hakkında spekülatif bilgiden ve hakaretten daha fazlasını bulamayız.130 Tarihin lanetlediği bir isim olarak Derviş Vahdeti’nin, son dönemde gelişen madun çalışmaları (subaltern studies) vesilesi ile bile insani bir hayat öyküsü kaleme alın(a)mamıştır. 31 Mart Olayı üzerine yazılan ve hatta İslamcı diyebileceğimiz karşı görüşü niteleyen belgelerde bile o dönemde (ki bu çok normaldir çünkü günah keçisidir) Derviş Vahdeti ismi negatif anılır.131 İslamcı cenah içinde Sultan II. Abdülhamit’e ayrılan                                                                                                                

129 Murat Belge,“Cumhuriyet Döneminde Batılılaşma,” Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 1,

1983, İletişim Yayınları, İstanbul syf 260.  

130. Hatta kendisi ve 31 Mart Olayı üzerine 2005 yılında yapılan bir tez çalışmasında bile şu korkunç

ifadelere rastlanabilmektedir: “Derviş’in deli olup olmadığına gelince; yazılarına bakılırsa onda ruhi bir sapıklığın olduğu ortaya çıkar ama bunun yanında haris ve kendini çok kurnaz zannettiği de bilinmektedir. Bir de Vahdeti’nin en önemli özelliği, hele hele işin ucunda para varsa her kalıba girebilmesidir.” Akif Deniz, Derviş Vahdet-i ve 31 Mart Olayı, Yayınlanmamış yüksek lisans tezi, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Tarihi ve Sanatları Ana Bilim Dalı İslam Tarihi Bilim Dalı, 2005, Elazığ, syf 42.

131. Derviş Vahdeti’ye sahip çıkılmaması ve o dönemde tek başına bırakılması üzerine daha ayrıntılı bilgi

için bkz: Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, 5.Baskı, Ocak 2009, İmge Kitabevi, Ankara, syf 212; Selim Kocahanoğlu, Derviş Vahdeti ve Çavuşların İsyanı, 2001, İstanbul, syf 187-193; Sadık Albayrak, 31 Mart Vak’ası Gerici Bir Hareket Mi?, İrtica’ın Tarihçesi, Cilt 1, Araştırma Yayınları, İstanbul 1990, syf 99-101; İsmail Kara, İslâmcıların Siyasî Görüşleri 1, 2.Baskı, Kasım 2001, dergâh yayınları, İstanbul, syf 199; Derviş Vahdeti’ye 31 Mart sırasında Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişi

yerin yakınından bile geçemez. Nitekim Sultan II. Abdülhamit üzerinde koparılan kıyamet ve bu kıyametin yansıdığı literatür de hepimizce bilinmektedir. “Kızıl Sultan mı, yoksa Ulu Hakan mı?” ikileminin içinde sıkışan bu olgu ve ikili karşıtlık, bize Cumhuriyet dönemindeki bir siyasi kapışmanın taraflarını anlatır aslında. Hareket Ordusu da keza böyledir. Hatta Hareket Ordusu’nda yer alan ve bir kurmay albay olarak Hareket Ordusu ile İstanbul’a gelen Mustafa Kemal’in de rolü ya abartılır ya da neredeyse bütün bu süreçte onun ismi en öne geçer ya da geçirilir. Bunu da, tarihi daha sonra iktidarların yazdığı gerçeğini bize anlatan bir kanıtmışçasına bizzat kendisi de söyler.132 Bildiğimiz üzere de Cumhuriyet kadrosunu oluşturan isimlerin birçoğu İsmet İnönü’den Rauf Orbay’a, Kazım Karabekir’den Ali Fuat Cebesoy’a Hareket Ordusu’ndadır. Tarih artık onlarındır ve Cumhuriyet’i kuran bu kadro bize 31 Mart Olayı’nın tarihini Hareket Ordusu’nun gözünden yazmaktadır.

‘HAREKET ORDUSU’NUN TARİHİ

Hareket Ordusu’nun gözünden yazılan bu tarih, bir resmi tarih olarak, Cumhuriyet’e kendi izdüşümünü yansıtmıştır. Bir Cumhuriyet mitosu yaratılırken Hareket Ordusu’nun gözünden yazılan bu tarihte, bu mitosun içinde Cumhuriyet projesinin aslında neyi olumlamayacağının da işaretlerini verirken, Mustafa Kemal’in de                                                                                                                

sıraısında bir günah keçisi olarak yalnız bırakılışı o zamana göre biraz anlaşılabilir ama daha sonra da durum devam etmiştir.

132. “(…) Karşı müdahalenin öncü birlikleri 3. Ordu’dan derlenmiş ve bu birliklere Hareket Ordusu adı

verilmiştir. Orduya, bu adının verilmesini teklif edenlerin başında, Hareket Ordusu Kurmay Başkanı Mustafa Kemeal gelmektedir. Mustafa Kemal, ordunun isminin seçilmesi sürecini Ahmet Emin Yalman’a 10 Ocak 1922’de verdiği ve Vakit Gazetesi’nde yayınlanan röportajında şöyle anlatmaktadır: “İstanbul’a seslenen bir bildirge yazmak gerekti. Bunu ben yazdım. Sonra elçilere seslenerek ikinci bir bildirge yazdık. Buna ne imza konması gerektiğini düşündük. Bazı arkadaşlar ‘Hürriyet Ordusu’ dediler. Oysa ki tüm ordu Hürriyet Ordusu durumunda idi. Hareket hâlinde olan orduların durumunu göstermek için ‘Hürriyet Ordusunun operasyon güçleri’ denildi. Ben ‘Operasyon’ sözcüğünün Türkçe’ye çevirisini düşünerek ‘Hareket Ordusu’ deyimini kullandım.” Aktaran Mete K. Kaynar, “Hareket Ordusu ile Avcı Taburu Arasında Sıkışmak” Resmi tarih tartışmaları- 31 Mart’tan Günümüze “Gericilik” Söylemi, ed. Fikret Başkaya, Cilt 7, 1.Basım, Mayıs 2009, Özgür Üniversite Kitaplığı-79, syf 20-21.  

bizzat içinde yer aldığı Hareket Ordusu, İttihat ve Terakki’yi kurtaracak bir araç olmaktan ya da Mahmut Şevket Paşa’nın önderliğinde Meşrutiyet’i koruyacağı iddia edilen bir ordu olmaktan çıkıp “ilerici” güçlerin biraraya geldiği sembolik bir anlam kazanarak, “gerici” güçlerin “bin yılın karanlığına” bizleri döndürmek isteyen güçlerine karşı yapıldığı iddia edilen bir savaşın kutsal aydınlık taşıyıcılarına dönüşür. Bu kurguda, 31 Mart Olayı, eski bir devrin sözünü arkaik bir biçimde yeni bir çağda sürdürmek isteyenlerin kanlı bir kalkışması olarak yapılandırılır ve olaylar bir ‘ilerici-gerici’ dikotomisi üzerinden tarihselleştirilerek Cumhuriyet’in zemin taşlarına “gericiliğin” kaynağı olarak yerleştirilir. Bu konuya, 1969’da, doktora tezi olan kapsamlı bir araştırma ile ilk kez değinen Sina Akşin, daha sonra 1994 baskısında yeniden başlığını değiştirerek yayınladığı Şeriatçı Bir Ayaklanma 31 Mart Olayı isimli kitabının arka kapak yazısında bu durumu şöyle betimler:

“31 Mart Olayı gerçi Osmanlı tarihine ait bir olgudur; ama Cumhuriyetimiz gericiliği iki örnek olayla anımsar: 31 Mart Olayı ve Menemen Olayı. Ne yazık ki yakınlarda bunlara belleğimizi daha da güçlendiren bir üçüncüsü eklenmiştir: Sivas Olayı. 31 Mart Olayı, bu ilk şeriatçi ayaklanma, benzeri olaylardaki o “tuhaf” yönü de sergiler: Yıllarca, olayı kimin ya da kimlerin düzenlediği tartışma konusu olmuştur.”133

“Şeriatçı” kalkışmalar silsilesi üzerinden okunan ve bu silsilenin miladı kabul edilen 31 Mart Olayı, Sina Akşin tarafından belli bir söylemin başını çektiği bir “gericilik” olayı olarak nitelendirilir. Yukarıda bahsetmeye çalıştığım Hareket Ordusu gözünden tarih yazımını onaylayan ve bunu bir “ilerici-gerici” dikotomisi üzerinden sembolleştirirken bu söylem, bizleri de bu arada sıkışmışlığın içinden bir tercih yapmaya iter: Şeriatçi Bir Ayaklanma 31 Mart Olayı isimli kitabının yeni baskısı için yazdığı önsözünde Akşin şöyle söyler:

                                                                                                               

133. Sina Akşin, “Arka Kapak”, Şeriatçı Bir Ayaklanma 31 Mart Olayı, 3.Baskı, Kasım 1994, İmge Kitabevi

“31 Mart olayı da Son Çağa girmenin şoku karşısında, geleneksel kesimin kanlı bir tepkisidir.”134

Böyle bir sıkışmışlığın içerisinde kalan Cumhuriyet tarihindeki siyaset, kendisini ikame eden ikili karşıtlığın tam ortasında bir tarihsel paradigma inşa eder. Bu noktada, bu paradigma içerisinde tanımlanır aktörler ve aktörlerin kendilerini tanımlama imkânı da neredeyse ortadan kalkar. Mücadelenin ikili karşıtlık içerisinde sıkıştırıldığı bir tarihsel çatışma alanı olarak 31 Mart Olayı, tarihsel blokların çarpıştığı bir zemindir artık ve tarihselliği siyasi bir araç olarak kullanılır Cumhuriyet’in tanımladığı sınırlar içerisinde. Nitekim Cumhuriyet’te ‘gericilik’ tartışmalarına kaynaklık eden böyle bir çatışma alanı, hiç şüphesiz iktidarın kendisini her defasında ihya edeceği ve galibi çok önceden belli olan bir süreç ile yeniden defalarca kurgulanırken, böylesine büyük bir toplumsal olayın bütün yönleri ve susturulan talepleri tarihin bilinçdışına135 itilir. Bastırılanın geri dönüşü de engellenemez. Lakin bu geri dönüşün seslerini duymadan önce onu bastıran, erken Cumhuriyet döneminin hâkim zihniyetine bakmak önemli olacaktır. Bu hâkim zihniyetin bir biçimde kendisini inşa ederken onun inşa sürecinde rol almış olan ve Cumhuriyet projesini onaylayan entelejansiyanın zihinsel haritası görülmelidir. Çünkü Tarih denilen disiplin bu zihin haritasının dışında değildir. Edebiyat ise bu zihin haritasının dışında olmadığı gibi, dışına çıkabilecek gücü içinde barındırması bir yana, tam tersine o zihniyet dünyasının tahakküm alanını da genişletebilir ve onu yeniden üretebilecek güce de

                                                                                                                134. A.g.e. syf 12.  

135 . Bülent Somay, Tarihin Bilinçdışı, Birinci Basım, Ekim 2004, Metis Yayınları, İstanbul, syf 19: “Bir

çağın hakim fikirleri, o çağın hakim sınıfının fikirleridir”, amenna. Peki ama o çağın ezilen sınıflarının fikirleri, duyguları nereye gitmiştir bu denklemde? Tabii ki bastırılmış, o çağın biliçdışına itilmiştir. (…) Devrim daima ‘bastırılmış olanın geri dönüşü’ olarak anlamlandırılabilir. Tam da bu yüzden daima tekinsiz bi çekirdeğe sahiptir ve akıl yoluyla tam olarak kavranması mümkün değildir. Devrim hiçbir zaman simgesel düzenin yerini kibarca başka bir simgesel düzene bırakması olarak görülemez; tersine arada geçilmesi gereken bir ‘Gerçek’ aşaması vardır ki, bu aşama tekinsiz bir dehşetle, tekinsiz bir keyifle iç içedir. (…).”

sahiptir hiç şüphesiz. Edebiyat alanına geçmeden önce, bu noktada, bu zihniyet haritasının döşendiği taşları görmek gerekir.

31 MART ÜZERİNDEN CUMHURİYET’İN YAPI TAŞLARI

Cumhuriyet ilan edilmeden hemen önce siyasi ve sosyal meseleler üzerine gazete sütunlarında sert tartışmalar devam etmektedir. Bu sert tartışmalar, belli başlı tarihsel göndermelere sahip olduğu ölçüde dönemin zihin haritasını bize anlattığı gibi, o dönem de entelejansiyanın durumu hakkında kesitler sunmakla da kalmaz, ne kadar etkili araçlar olduklarını da bize kanıtlar. Anadolu’da Yunan çıkarmasına karşı toplanan Milli Mücadele birlikleri ve Ankara’da yeni bir meclisin açılışı ile devam eden mücadelenin yansımaları bildiğimiz gibi İstanbul basınında da izdüşümlerini buluyordu. Basında yer yer sert bir muhalefetin Anadolu’da süren Kurtuluş Savaşı’na karşı olduğunu biliyoruz. Bu muhalefetin illa da Saltanat yanlısı olması gerekmediğini, o dönemin şartları içerisinde özellikle İttihatçıların bütün İmparatorluğu yıkılışın eşiğine getirdikleri ve İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) karşıtlarının da, bu noktada seslerini baskı ortamından kurtarıp sert bir biçimde İTC ile bağı olduğuna inandıkları tüm hareketlere yönelteceklerini tahmin etmek zor değil. Bu dönemde “mütareke basını” şeklinde tanımlanan bu basın dünyası içerisinde, daha sonra 150’likler listesine girecek olan Refi Cevad Ulunay’dan Refik Halid Karay’a, sert bir İttihatçı muhalifi olduğunu bildiğimiz ve daha sonra ne yazık ki linç edilerek öldürülen Ali Kemal’den, dindar bir çevreden muhalif olan seslere kadar çok sayıda yazardan haberdarız. Kimisi İttihatçıların devamı olarak gördüklerinden, kimisi bu mücadelenin kaybedileceğine inandıklarından, kimileri dış müdahale ile kurtuluş yolunu gördüklerinden -kasıtlı veya kasıtsız- daha sonra Milli

Mücadele yanlılarının galip oluşu ile onların karşısına düşmekten kurtulamazlar. İşte bu siyasi tartışmaların bütün şiddeti ile sürdüğü bu dönemde, 31 Mart Olayı’na devamlı atıf yapıldığını görürüz. Sadık Albayrak’ın İrtica’ın Tarihçesi 3 isimli eserinden aktardığı üzere 31 Mart Olayı sırasında etkin bir rol oynadığını belirttiği Şebinkarahisarlı Ahmed Rasim Avni Efendi isimli 40 yaşlarında genç bir isim, Alemdar gazetesinde 11 Mayıs 1920 tarihinde ateşli bir yazı yazarak Milli Mücadele’nin karşısında konumlanıyor ve Hilafetin yayınladığı fetvaya karşı çıkarılan fetvaya “Fetava-i Deccaliyeyi İbtal” diyerek itiraz ederken 31 Mart Olayı’na şöyle değiniyordu:

“ (…) Bunlar ki, gusülden, namazdan men’ettikleri Avcı Taburları’nı mürteci diyerek kırıp geçirdiler. Din ulemasını, ilmiye talebesini, hacıları, hocaları, kadıları, müftüleri, ne kadar dindar müslüman gördülerse onları vurdular, döktüler, haps eyleyip sürdüler, kırdılar, geçirdiler. (…)”136

31 Mart Olayı’nın potansiyel bir çatışma alanı olarak daha Cumhuriyet ilan edilmeden önce siyasi bir temsil ve iddia alanına döndüğüne tanık oluyoruz. Bu makaleden çok daha sert ve keskin bir dil kullanan Mustafa Sabri, Alemdar gazetesinde 10 Şubat 1921’de “Makam-ı Hilafet ve Ankara Meclisi” başlıklı yazısında, karşı olduğu Milli Mücadele’ye, onun teşkil ettiği Meclis’e ve sanki saltanatın kaldırılacağını ve hilafetin lağvedileceğini önceden görürcesine İttihatçılardan teşekkül ettiğine inandığı bu harekete tavrını uzun bir yazı ile dile getiriyor ve 31 Mart Olayı’na küçük ama bir o kadar da ilginç bir gönderme yapıyordu:

“ (…) Hareket Ordusu’nun kahramanları İstanbul kapılarından, Cennetmekan Sultan Abdülhamit’i iğfal ve tehdide çalışırken bu derece cür’etkar bir şekilde bir dil kullanmamışlardı. Onların kasdı mağfur ve Hakan’ın şahsına yönelik olduğu halde

                                                                                                               

136. Şebinkarahisarlı Ahmed Rasim Avni Efendi, “Feteva-i Deccaliyeyi İbtal!” Alemdar, 11 Mayıs

1336/1920, aktaran Sadık Albayrak, Cumhuriyet’e Doğru Hilafet’in Sonu, İrtica’ın Tarihçesi, Cilt 3, 1990, Araştırma Yayınları, İstanbul, syf 17. (Latin harflere trankripsiyonları yapılan yazıların kimin tarafından yapıldığı belirtilmemiştir. Çevirilerin günümüze uyarlandığı ve sadeleştirildiği göz önüne alınmalıdır. y.n.)

bunlarınki doğrudan doğruya saltanat tahtına ve bütün Osmanoğulları sülalesine yönelik bulunuyor. (…)”137

Cumhuriyet’e giden süreçten hemen önce, Türk-Yunan Savaşı’nı Milli Mücadele yanlıları kazanmış ve 1 Kasım 1922’de, “Saltanatın Kaldırılışı” ile de yeni bir döneme girilmiştir. Abdülmecid Efendi, Halife olarak tayin edilmiş ve Cumhuriyet’e doğru giden süreçte, tartışmalar bütün şiddeti ile sürmektedir. Bu noktada dikkatimizi vermemiz gereken husus ise şudur: Varolan tartışmalarda, yeni bir rejim kendisini tatbik ettikçe, bir

Benzer Belgeler