• Sonuç bulunamadı

Münafıkların Konuşma Biçimi

8. MEYSÛR(رﻮُﺴْﯿَﻣ)

4.2. لﻮﻘﻟا ﻦﻣ ﺮھﺎﻇ (Kuru-Boş Bir Söz) ve Şirk İlişkisi

5.2.1. Münafıkların Konuşma Biçimi

Münafıklar Hz. Peygambere karşı tamamen yanıltıcı, lafzı hoş ama niyet itibariyle çirkinlik ve çirkeflik dolu sözlerle hitap ediyorlar, sözleri eğip bükerek konuşuyorlardı. Onların bu tavırları Hz. Peygambere bildirildikten sonra durum değişti. Nerede bir münafık konuşsa Hz. Peygamber onu tanır oldu. Konu Kur’an’da şu şekilde ifade edilmektedir:

405

Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’ân Tefsiri, V, 200–202 406

“Eğer dileseydik, Biz onları sana gösterirdik; sen de onları yüzlerinden tanırdın. And olsun ki sen, onları konuşmalarından da tanırsın. Allah işlediklerinizi bilir.”407

Âyette geçen “Lahn” kelimesi dili eğip bükerek konuşmak, uydurulmuş sözlerle konuşmak gibi manaları ihtiva etmektedir.408 Hz. Peygamber’in, münafıkları konuşma tarzlarından tanıyabileceği bu kelimeyle anlatılmıştır.

“Yine de sen onları –and olsun- söyleyişlerinden de bilirsin.” Yani onların sözlerinin manasını, ne demek istediklerini bilir ve onları bu yolla tanırsın.

Şair el-Fezari şöyle demiştir:

"Ve bir söz ki en lezzetlisi, vasf edenlerin söylediklerinden olup güzelce ölçülüp tartIlandır. Göz alıcı bir konuşma ile konuşur ve bazan da lahn eder. Zaten en güzel söz lahin olandır."

Şair burada şunu anlatmak istiyor: O başka bir şey kastettiği halde bir şey söyler. Ondan sonra konuşurken üstü kapalı bir ifade kullanarak gerçek anlamından bir başka anlama kaydırır. Bunu da ileri derecede zeki ve kavrayışlı olduğundan dolayı yapar.

el-Kelbi dedi ki: Bu âyetin Peygamber (s.a.v.)'e inişinden sonra ne kadar münafık konuştuysa mutlaka onu tanımıştır.

Denildiğine göre münafıklar Peygamber (s.a.v.)'e kendi aralarında anlaştıkları sözlerle hitap ediyorlardı. Peygamber (s.a.v.) de bu sözü dinler ve onu alışılmış şekilde zahiriyle alıp değerlendirirdi. Yüce Allah bu hususa O’nun dikkatini çekti. O, bundan sonra sözlerini işitir işitmez münafıkları tanımaya başladı.

Enes dedi ki: Bu âyetten sonra Rasülüllah (s.a.v.)'a hiçbir münafık gizli saklı kalmadı. Allah bunu ona ya vahiy ile ya da Allâh’ın kendisine tanıtmış olduğu bir alamet ile öğretti.409 Allah'a and olsun ki, ya Muhammet! Sen o münafıkları sözlerinin mana, maksat ve üslubuyla tanırsın. Onlar, Sen’in ve müslümanların davalarına tarizde bulunurlar (üstü kapalı kötüleme yaparlar). Peygamber (s.a.v.)'e, dışı güzel, içi çirkin bir takım lafızlarla hitap ederler. Enes'ten rivâyet edildiğine göre: Bu âyet indikten sonra Hz. Peygamber’e, münafıkların hiçbir hali gizli kalmamıştır. Biz savaşların birinde bulunuyorduk. Bu savaşta münafıklardan dokuz kişi vardı. İnsanlar bunlardan şikâyet ediyordu. Gece uyudular. Sabah olduğunda her birinin alnında "bu münafıktır" yazısı vardı.410

407

“ ْﻢُﻜَﻟﺎَﻤْﻋَأ ُﻢَﻠْﻌَﯾ ُﮫﱠﻠﻟاَو ِلْﻮَﻘْﻟا ِﻦْﺤَﻟ ﻲِﻓ ْﻢُﮭﱠﻨَﻓِﺮْﻌَﺘَﻟَو ْﻢُھﺎَﻤﯿِﺴِﺑ ﻢُﮭَﺘْﻓَﺮَﻌَﻠَﻓ ْﻢُﮭَﻛﺎَﻨْﯾَرَﺄَﻟ ءﺎَﺸَﻧ ْﻮَﻟَو ” ( Muhammet 47/30) 408

Halil b. Ahmet, Kitâbü’l-Ayn, III, 229–230 409

Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, XVI, 252–253 410

Kâdı Beydâvî gibi bazıları burada göstermeyi kalbi ve ilmi gösteriş yani “tarif etmek, tanıtmak”411 manasına tefsir etmişlerse de zahir olan gözle gösteriştir. Marifetin onun üzerine tertibi daha kuvvetli görülür. Şöyle ki: Gösterirdik de kendilerini simaları ile şahıslarını tayin ettiren farklı alametleri ile tanırdın. Bununla beraber sen onları sözlerinin lahninde de tanırsın. Sözün lahni; söyleniş tarzı, edası, üslubu yahut eğimi, kırımıdır. Nitekim i'rabda veya tecvidde hataya da lahin denilir. Mesela zafer elde edildiği zaman ‘Biz de sizinle beraberdik’ (Ankebut, 29/10) demeleri, biraz sıkışınca ‘Şüphesiz bizim evlerimiz açıktır’ (Ahzap, 33/13) demeleri gibi sözler hep sözün lahni cümlesindendir. Allah bütün amellerinizi bilir. Hepinizin niyetlerine göre, iyiye iyi, kötüye kötü, uygun olan karşılığını verir.412

İslâm'ın açık düşmanları duygularını açıkça ortaya koyuyor, gizli düşmanları yani münafıklar ise durumlarını gizlemeye çalışıyorlardı. Allah bunların kalplerindeki kin ve düşmanlığı birçok vesîle ile ortaya çıkardı. Zaman içinde pek çoğunun foyası meydana çıktı. Davranışlarını kontrol ederek duygularını gizleyenlerin ise listesi verilmedi. Herkes tarafından kolayca tanınmaları için yüzlerine bir nişan konmadı. Fakat Hz. Peygamber ile bir kaç yakını Allâh’ın yardımı ile onları hem simalarından hem de konuşma tarzlarından anlar ve tanırlardı.413

Eğer Allah dilemiş olsaydı münafıkları Rasülüllah’a gösterirdi. O da onları tanımış olurdu. Fakat Allah, münafıkları peygamberine, ağızlarından akan laflarıyla ve İslâm’a ters olan davranışlarıyla tanıttı. Nitekim Allah Teâlâ Tevbe sûresini indirerek te münafıkları tanıtmıştır.414

Genel olarak münafıklar müslümanlar tarafından tanınmamalarına ve münafıklık sanatını iyi becermelerine güveniyorlardı. Ancak Kur’ân, onların bu münafıklıkları sürekli gizli kalacak şeklindeki zanlarını alaya almakta ve onları, durumlarını ortaya çıkarmakla ve müslümanlara duydukları kinleri ve nefretleri meydana koymakla tehdit etmektedir. Peygamberine de "Biz isteseydik onları sana gösterirdik de sen onları yüzlerinden tanırdın" demektedir. Yani biz isteseydik onları teker teker, ayrı ayrı tanıtırdık da sen onlardan kimi görsen simasından tanırdın. Bu âyet yüce Allâh’ın Peygambere, onlardan bir zümreyi, isimleri ile teker teker açıklamasından önce inmişti. Bununla birlikte, onların konuşmaları, ses tonları, sözü doğru anlamından saptırmaları ve seninle konuşurken

411

Beyzâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, V, 80 412

Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VI, 4396 413

Komisyon, Kuran Yolu V, 57–587 414

sözlerinin mantık dışına çıkması, tüm bunlar sana onların münafık olduklarını ifade eder de ‘Andolsun ki Sen onları konuşma üslubundan tanırsın.’415

Âyetin anlamının ruhundan ilk etapta şu hususlar akla gelmektedir. Yüce Allâh’ın bütün münafıkları açık ve net bir şekilde Peygamberine ve müslümanlara tanıtmaması hususunda ilâhî muradın tecellisi toplum için en hayırlı yararı sağlamıştır. Hele, davranış biçimleri ve konuşma lehçeleriyle; Allâh’ın vahyi ve ilhâmıyla ilişkili halde bulunan, açık zekâ, kesin basiret sahibi Hz. Peygamber'e kendilerini gizleyememeleri...

İkinci husus: Âyet bir yönden, münafıkları rüsvay etmekle tehdid ederken, diğer yön- den yüce Allâh’ın, rüsvay olma korkusunu onların kalplerinde yarattığını ifade ediyor. Ta ki, nifakla damgalanmalarına yol açabilecek olan bu tutumlarından vazgeçsinler. Zira bir kere damga yedikten sonra kendileri için kurtuluş söz konusu değildir. Her iki husus da öncelikle münafıkların, en azından kimilerinin, gerçek durumlarını bazı müslümanlara gizleyebilecekleri imajını vermektedir.

Tevbe sûresinde bunu açıkça ifade eden bir âyette; değil müslümanlara, bazı münafıkların, gerçek durumlarını peygambere bile gizleyebildiklerini açıklıyor: "Çev- renizde ki bedevi Araplar'dan ve Medine halkından ikiyüzlülüğe iyice alışmış insanlar vardır. Sen onları bilmezsin onları biz biliriz. Onlara iki kere azap edeceğiz. Sonrada onlar büyük azaba itileceklerdir." 416

İkinci olarak münafıklar nifaklarının bilinmesinden son derece sakınıyor, nifakları yüzünden rezil olmamaya özen gösteriyorlardı. Bundan dolayı da tutumlarını tevillerle kamufle etmeye çalışıyorlardı. Birçok âyetler bu hususu dile getirmektedir. Onlardan bazıları:

1. "Münafıklar (ikiyüzlüler) sana geldikleri zaman: ‘Şahitlik ederiz ki sen muhakkak Allâh’ın elçisisin’ derler. Senin mutlaka kendisinin elçisi olduğunu Allah bilir ve Allah münafıkların yalancı olduklarına şahitlik eder."417

2- "Sizden olduklarına Allah'a yemin ediyorlar. Oysa onlar sizden değiller fakat on- lar korkak bir topluluktur."418

3- "(Senin aleyhinde söyledikleri yakışıksız sözleri) söylemediler diye Allah'a yemin ediyorlar. Hâlbuki o küfür sözünü söylediler, müslüman olduktan sonra inkâr ettiler, başaramadıkları bir şeye yeltendiler..."419

415

Kutup, Fî Zılâli’l-Kur’ân, XXVI, 72 416 et-Tevbe 9/101 417 el-Münâfikûn 63/1 418 et-Tevbe 9/56 419 et-Tevbe 9/74

Zaten nifakın aslında amacı budur. Münafık hem kâfir hem kalleştir. Eğer rezil olmaktan, eziyetten korkmasalardı, kandırma yoluna başvurmadan gerçek yüzlerini açığa vururlardı. Bununla beraber şöyle demek doğru olur: “Münafıklar daha çok, Allâh’ın Rasülü Medine'yi yerleşim merkezi olarak belirledikten, özellikle caydırıcı bir ceza olarak Yahudileri uzaklaştırıp temizledikten sonra kendilerini açığa vurmamaya özen gösterdiler.” Ayrıca âyetlerin, öğüt verici beliğ dersleri sürekli telkin ettiği bir gerçektir. Özellikle insanları yönetenlere, samimi, münafık ve ne olduğu belirsiz insanlardan müteşekkil toplumun idaresi hususunda yönetimlerini üstlenen idareci ve liderlere dersler vermektedir.

Şii kaynaklarda geçen bir rivâyette şöyledir: "Ebu Said el Hudri, ‘lahne'1-kavl’ terkibinden gaye: Ebu Talib'in oğlu Hz. Ali'ye buğz etmektir. Çünkü münafıkların, Rasülüllah döneminde Hz. Ali'ye buğz ettiklerini biliyoruz" dedi. Müfessir devamla, bu tür rivâyetlerin Cabir bin Abdullah ve Ubade bin Samit'ten de rivâyet edildiğini ilave etmiştir. Ancak müfessir, rivâyetleri güvenilir bir senetle ispatlayamadığı gibi sahih hadis müsnetlerinde bu rivâyetlere yer verilmemiştir. Burada açıkça Şiilik taassubu görülmektedir. Hz. Ali'ye buğz etmenin nifakın alametlerinden olmasında gerçeklik payı varsa da Rasulullah'in ashabı olan birinci nesilden Hz. Ali de dâhil, gerek onun yaşıtları gerekse onların öncesinde bulunan Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'dan her birine karşı yapılan buğzun münafıklık alameti olacağı, konusunda doğruluğunu gösterecek herhangi bir yer bulunmamaktadır.420

Allah Teâlâ buyurur ki: “Yoksa kalblerinde hastalık olanlar, kinlerini Allâh’ın dışarı vurmayacağını mı sandılar?” Münafıklar, Allah Teâlâ'nın, durumlarını inanan kullarına açmayacağına mı inanıyorlar? Aksine Allah Teâlâ, onların durumlarını açıklayıp gün ışığı gibi aşikâr kılacak da basiret sahibi olanlar onları fark edebilecekler.

Allah Teâlâ, münafıklardan bir kısmını yaratıklarına gizlemiştir ki, böylece onlar zahir üzere hükmetsinler ve gönüllerin gizlediklerini de onları bilene havale etsinler.

‘Andolsun ki sen, onları sözlerinin üslubundan da tanırsın.’ Onların maksadlarına delâlet eden, sözlerinin zahir olan ve görünen şekli ile yani, onlarla konuşan kişi karşısındakinin konuştuğu sözlerin anlamlarından onun hangi gruba mensup olduğunu anlar. Nitekim müminlerin emiri Osman İbn Affan (r.a.) şöyle diyor: Bir kimse bir sır sakladığı zaman Allah Teâlâ onu, yüz hatlarından, ifadelerinden ve ağzından kaçırdığı sözlerden ortaya çıkarır. Bir hadiste şöyle buyrulur: ‘Kişi bir sır gizlediği takdirde Allah

420

Teâlâ ona, o sırrın gömleğini giydirir. Eğer hayır ise bu sırrının akıbeti de hayır, şer ise onun akıbeti de şer olur.’ 421

Muhammed Eset âyetteki (lahn) kelimesi lâfzen, gerçek bir müminin ikiyüzlüleri görünür/dış bir işaret (sima) olmadan da konuşmasının tonundan (lahn), tanıyabileceğini gösterir demektedir.422

Vakıada, münafıkların her ne kadar kendilerini suret-i haktan yana göstermeye çalışsalarda onların bukalemun tipli tavırlarını bir şekilde ele verdiklerine tanıklık etmektedir. Ama bir meclis içerisinde, herhangi bir konu üzerinde fikir beyan ederken olsun ama dine karşı tarizlerin olduğu durumlarda toplu bir duruş sergileme esnasında olsun münafıklar çok fazla gerçek yüzlerini Hz. Peygamber’den gizleyememişlerdir.

421

İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azim, IV, 459–460 422

SONUÇ

Dini anlamada dil unsurunu incelediğimizde gördük ki, dillerin menşei ister ıstılahîdir isterse tevkîfîdir denilsin neticede bunların birer görüş olduğu, esas Hz. Allah tarafından insana bahşedilen düşünme özelliğinin önem arz ettiği ortaya çıkmaktadır. İnsan bu özelliği sebebiyle değişen ve gelişen yeni durum ve şartlara göre eşyayı anlamlandırabilmektedir. İnsanın, bu özelliğini aktif olarak kullanabilmesi de yine sahip olduğu dil ile ve o dilin imkânları ile gerçekleşmektedir.

Din dilinin anlamlandırılma biçimi kendi dindarını oluşturmaktadır. Dinin, tavır davranış ve yaşam olarak hayata katılımı da dînî ifadelerin anlamlandırılma biçimiyle doğru orantılıdır. Dilin doğru kullanılmadığı durumlarda dînî ifadeler de doğru anlamlandırılmayacak, doğru anlamlandırılmayan bir dînî ifade dindarları tarafından yanlış bir davranış olarak hayata katılacak, sonuçta da dinin benimseyemeceği bir din ve dindar algısı ortaya çıkmış olacaktır. Çünkü din adına yapılan konuşmalar, dindarlık adına sergilenen davranışlar dini koyan iradeyle ilişkilendirilmektedir. Sözgelimi “Allah bir ayet- i kerimede mealen şöyle buyurur”, “İslam bu hususta şunu söyler” dendiğinde veya “benim böyle davranmamı dinim emrediyor” gibi sözler söylenildiğinde doğrudan beşeri söylem ve davranışlara ilâhî nitelik kazandırılmış olmaktadır.

Bu tür bir sorunun yaşanmaması için dînî ifadelerin kaynağı olan Kur’ân’ı doğru anlamak, Kur’an’ı doğru anlamak için de Kur’ân’ın diline vakıf olmak zorunludur. Kur’an’ın diline vakıf olmak demek, basit düzeyde bir Arapça bilmekle ve Arapça bir kelimenin başka bir dildeki karşılığını bulmakla elde edilebilecek bir vukûfiyet değildir. İlk önce yapılacak iş, Kur’ân’ın indiği dönemde konuşulan dili tanıma ve kavrama, bununla birlikte o dönemin sosyal kodlarını çözme gayretinde bulunmaktır. Daha sonra Kur’an dili üzerinde yapılacak kapsamlı bir çalışma için O’na tarihi, kültürel, sosyal ve psikolojik yönden de bakmak, din diline vukûfiyetin önemli adımlarını oluşturmaktadır. Yoksa Kur’ân kelimelerini orijinal anlamlarından ve kültürel bağlamlarından soyutlayarak belli bir temele dayanmayan mantıksal çözümlemelerle izah etmeye çalışmak doğru bir yaklaşım tarzı olmasa gerektir.

Kur’an kelimelerinin anlamlarını araştırma aşamasında cahiliye dönemi şiirinden de yardım alarak lügatler marifetiyle kelimelerin anlamlarını ve kelimelerin anlamlarındaki semantik değişmeleri tespit etmek, Kur’ân’ı doğru anlayabilmenin sadece ilk ama en önemli basamaklarından birisidir. Fakat tek başına bu çaba bile Kur’ân’ı doğru anlayabilmek için yetersiz kalacaktır. Kur’ân’ı anlama çabası, Kur’ân’ın hem dilini ve

dilsel ifadelerinin bağlamını bilmeyi hem de Kur’ân’a parçacı değil bütüncül ve belli bir temele dayanan sistemli bir yaklaşım sergilemeyi gerekli kılmaktadır. Burada iş bizzat müfessirin kendisine düşmektedir.

Müfessir kelimelerin lügatlerde verilen anlamlarıyla yetinmeyip kelimelerin tarihsel süreç içerisinde kazandıkları anlam değişmelerini tespit etmeli, kelimelerin Kur’an’da kullanıldığı andan itibaren hangi anlamları ihtiva ettikleri hususunda bizzat derin bir araştırma yapmalı ve kendisi kelimelerin lügavî manaları hakkında bir tercihe varıp “işte bu Kur’an’ın ilk muhataplarının o kelimeleri duyduğu günkü manasıdır” diyebileceği bir kanaate varıncaya kadar bu lügat çalışması devam etmelidir. Müfessir, bizzat yapacağı bu lügavî inceleme ve kelimelerin Kur’an’da kullanıldığı andan itibaren ihtiva ettiği manalarını tespitten sonra kelimenin Kur’an’da kaç yerde geçtiğinin, Kur’an’ın çeşitli yerlerinde kullanılması durumunda manalarının aynı ya da farklı olup olmadığının imkânına kavuşacak sonuçta da o kelimenin geçtiği yerde hangi manada kullanıldığını tespit ederek artık ayeti kendinden emin bir biçimde açıklayacaktır.

Üçüncü bölümde ele aldığımız “kavl kavramının sıfatlı kullanımlarının ilişkili olduğu alanlar”ı incelediğimizde doğrudan Hz. Peygamberin şahsı ve muhataplarıyla ilgili kullanım alanlarında gördük ki “sekîl söz”423 ifadesi hem biçimsel hem de nitelik itibariyle vahyi ifade etmektedir. Evet, Kur’an Allah tarafından Hz. Peygamber’e gönderilmiş ağır bir sözdür. Fakat bu ağırlık külfet anlamında değil değer ve kıymet anlamında bir ağırlığı ifade etmektedir. Yine Hz. Peygamber’in hanımlarına yönelik uygun, maruf söz söyleme emri sadece peygamber hanımlarını değil genelde bütün mü’min hanımları kapsamaktadır. Hanımların bu konuşmalarında bu şekilde ciddi ve vakur duruşları kadın erkek ilişkileri itibariyle daha sağlam bir toplumun inşasına zemin oluşturacaktır. Muhtaçlara yardım konusunda da yumuşak ve yapıcı bir dil kullanma emri Hz. Peygamber’in şahsında bütün ümmeti kapsayan bir düsturdur. Bu şekilde muhtaçları kollama, hiç olmazsa onları kırıp incitmeden ümit verici sözlerle gönüllerini alma fakirin gözünü zenginin malına diktirmeyecek, bu şekilde bir davranış zenginle fakir arasında bir sevgi bağı oluşturacak böylece hem fakiri hem de zenginiyle birlikte daha dengeli ve huzurlu bir toplum meydana getirilmiş olacaktır.

“Kavl” kavramı ve sıfatlarının evlilik ve aile ile ilgili kullanım alanlarını incelediğimizde anlaşılmıştır ki bir kimse kocası ölmüş veya kocasından ayrılmış ama iddet bekleyen bir hanıma ulu orta evlilik teklifinde bulunamaz. Böyle bir sınırlama ile din,

423

vaki olabilecek sosyal ve psikolojik rahatsızlıklara karşı kadının hem onurunu hem de hukukunu muhafaza altına almıştır. Bu durumda olan bir kadınla evlenmek isteyen uygun bir ortam bulmak ve münasip bir dil kullanmak durumundadır.

Ailede bulunan yetimlerle ilgili davranışlarda da din marufu emretmektedir. Gerek yetimlerin eğitiminde gerekse yetimlerin mallarının korunmasında en güzel yol hangisi ise veliler o yolu tercih etmeli hiçbir surette yetime haksızlık yapılmamalı aksine her halükarda yetimin çıkarı düşünülmelidir.

Akrabalar arasında miras taksimi gündeme geldiğinde mirastan payı olmayan akrabalar da gözetilmeli, küçük bir şeyler vermek suretiyle onların da gönlü alınmalı “daha çok olsaydı daha fazla verirdim” gibi maruf sözlerle kıskançlık ve kin duyguları önlenmelidir. Diğer taraftan mal sahibi malını mirastan payı olmayan yetim, akraba ve yoksullar lehine vasiyet edeceğinde malının üçte biri oranında yapacağı vasiyetine yanında bulunanlar engel olmamalı ancak kendi çocuklarını muhtaç duruma düşürecek şekilde bir vasiyette bulunursa da uyarmalıdırlar.

Eşler aile düzenini bozacak nitelikteki davranışlardan sakınmalı, beyler, cahiliye dönemi adetlerinden olan eşini annesine ya da mahrem olan bir akrabasına benzetecek şekilde çirkin, tiksindirici sözler kullanmamalıdır. Aksi takdirde böyle bir davranış zıhar denilen hukuki bir sonuç doğurmaktadır. Günümüz gençlerinin bu tür ahlaki zaafiyetlere karşı bilinçlendirilmesi için de gereken tedbirlerin alınmasında fayda görülmektedir.

Üzerimizdeki en büyük hak sahiplerinden birinin de anne babalar olduğunu Kur’an ifade etmekte, çocukların anne babalarına karşı nasıl davranmaları gerektiğinin ilkeri hususunda konuşma üslubuna varıncaya kadar rehberlik edilmektedir. Dinin bu rehberliğine medeni dünya henüz ulaşabilmiş değildir. Anne babalarla çocuklar arasındaki iletişim dinin rehberliğinde geliştirilmelidir.

“Kavl” kavramı ve sıfatlarının toplumsal alanla ilgili kullanım alanlarında en önemli kullanım sadaka hususunda tespit edilmiştir. Sadakalarda da aslolan gönül kırmamaktır. Yardım talebinde bulunulduğu zaman bu talep karşılanamıyacaksa isteyene karşı hiçbir şeyin yapılmaması istenmiyor. Böyle bir durumda isteyene kırıcı davranmaksızın onu münasip ve maruf bir dille geri çevirme ve durumunu ifşa etmemenin yardım edip te başa kakmaktan daha doğru bir davranış olacağı ifade ediliyor.

“Kavl” kavramı ve sıfatlarının akide ve amelle ilgili kullanım alanları incelendiğinde görülmüştür ki din adına yapılan amellerin faydalı birer amel olarak nitelenebilmesi, Allah’a karşı bağlılığa ve sözdeki sadakate bağlanmıştır. Amelde samimiyet, sözde doğruluk, İslam inanç ve ahlak sisteminin en önemli iki direğini teşkil etmektedir. Sözde

eğrilik, amelde de bozukluğu doğurmuş gerek Allah’a çocuk isnadı, gerekse Hz. İsa’ya insanüstü bir takım yakıştırmaların yapılması gerekse de Allah, Kur’an, peygamber, kâinat ve ahiret hakkında çelişkili ifadelerin kullanılması gibi inanç bozuklukları insanların şirke saplanmasına sebep olmuştur.

“Kavl” kavramının sıfatlı kullanımlarının tebliğ ve tebliğ yöntemiyle ilgili kullanım alanlarına gelince din davetçilerinin öncelikle üslup sorunlarını çözmeleri gerektiği anlaşılmıştır. Öfkeli, abus çehreli ve sert üsluplu tebliğiciler, insanları dine yaklaştırmaktan çok isyana sürüklemektedir. Dini tebliğ ederken ve öğretirken öncelikle insanın düşünce- sini harekete geçirmek ya da muhatapların birbirlerinin görüşlerine katılmasalar bile en azından saygı duymalarının zeminini oluşturmak esas olduğuna göre bir araya gelinemediği, oturulup konuşulamadığı ya da bir araya gelindiğinde itici davranıldığında nasıl kişilerin düşünmesi sağlanabilir? Bugün aynı vatanda yaşayan, aynı dine inanan insanlar arasında bile anlaşma, kaynaşma birbirini kabullenme sorunları yaşanırken dinimizin en amansız düşmana bile yumuşaklıkla hitap edilmesini emretmesi424 bizi derinden düşündürmelidir.

Dîne davette en önemli unsurlardan birisi; dinin bilgisiyle donanımlı hale gelmek

Benzer Belgeler