• Sonuç bulunamadı

Liberal Demokrasi ve Eleştirileri

Belgede SİYASET BİLİMİNE GİRİŞ (sayfa 177-180)

16710.1 Demokrasinin Soruları

10.2. Liberal Demokrasi ve Eleştirileri

Tekrarlamak gerekirse: Yukarıda sayılan siyasal iktidarı sınırlandırma mekanizmalarının yanı sıra, liberal demokrasileri belirleyen en önemli özelliklerden biri de hiç şüphesiz ki çoğulcu seçimlerle belirlenen temsili demokrasiler olmalarıdır. Yasama ve yürütme mekanizmalarına kimlerin geleceğine, çeşitli siyasal yönelimlerin özgürce katıldığı ve evrensel

170

oy hakkının kullanımı ile sonucun ortaya çıktığı seçimler üzerinden karar verilir. Temsili demokrasiler bireylerin evrensel siyasi eşitliği, yönetimin rekabete dayalı, kısıtlanmamış ve sonucu önceden kestirilemeyen seçimler üzerinden el değiştirmesi, hükûmet gücünü kullananların tanımlanmış politik sorumlulukları ve muhalefet ve direniş hakkı gibi ilkeler üzerinden işlerler. Görüldüğü üzere liberal demokrasilere karakterini veren husus, çoğunluğa dayalı yönetimlerin mutlak yönetimler hâline dönüşmesini engelleyici mekanizma ve prensiplerdir. Liberal temsili demokrasi modeli temelde bireylerin siyasi eşitliğine dayanır.

Başka bir deyişle, anayasal olarak belirlenen siyasal toplum üyelerinin hepsi siyasal ehliyet açısından eşittir. Bu durum “bir kişi bir oy” prensibi ile ifade edilir. Yani hiç kimsenin fazladan bir siyasi gücü yoktur. Bir önceki bölümde gördüğümüz üzere bu, liberal anlayışın sahiplendiği şekli eşitlik ilkesi uyarınca ortaya atılan bir prensiptir. Bireyler başka açılardan eşitsiz olabilirler, fakat bu toplumsal eşitsizlikler onların siyasi açıdan da eşitsiz oldukları anlamına gelmez: Bir işçi ile sermayedar aynı oy oranına -1 oya- sahiptirler.

Fakat elbette toplumsal dengeler salt bireyler üzerinden tahlil edilemez. Demokrasilerin işlerliği açısından bireysel bazdaki siyasal eşitlik kadar, toplumsal taleplerin siyasete yansıması da özel bir önem kazanmıştır. Bu konuda liberal temsili demokrasilerin avantajları plüralist (çoğulcu) yaklaşım tarafından ortaya konmuştur. Plüralist yaklaşım, modern devletlerde iktidarın çeşitli toplumsal gruplar arasında bölündüğü tahlilinden yola çıkmaktadır. Seçimlere dayalı temsili demokrasilerde, çeşitli toplumsal gruplar güçleri oranında çıkarlarını gerçekleştirme şansı bulurlar, zira devlet iktidarını kullanacak olan hükûmetler de seçilmek için bu çıkarları dikkate almak durumunda kalırlar. Dolayısıyla çoğulcu yaklaşım aslında liberal demokratik devletlerin bir tür meşrulaştırmasını sağlar. Zira bu devletler klasik liberalizmin vazettiği gibi güvenlik ve düzen gibi temel ihtiyaçları karşılamakla kalmazlar, aynı zamanda modern toplumun ve siyasetin temel özelliklerinden biri olan farklı çıkar ve ilgiye sahip grup ve kesimlerin bir arada yaşayabilmeleri için en uygun araçları da sunarlar. Bu yaklaşım elbette belirli bir modernleşme anlayışından da destek almaktadır. Modernleşme Okulu olarak bilinen ve gelişmiş Batılı ülkelerin izledikleri yolu tüm dünya toplumları için genelleştiren Modernleşme Okulu, demokrasilerin yerli yerine oturması için en temel şartın geniş bir orta sınıfın ortaya çıkması olduğunu söylemiştir. Bu geniş orta sınıf demokrasinin bir tür teminatı olarak görülür. Zira orta sınıfın genişlemesi toplum içerisindeki eşitsizliklerin azalacağı ve dolayısıyla da çatışmaların düşük bir dozda olacağı anlamına gelecektir. Bu durum plüralist yaklaşımların bir tür zeminidir. Zira plüralist yaklaşımın vurguladığı farklı ilgi ve çıkar odakları, aralarındaki yüksek derecede çıkar çatışması olmayan, müzakereye ve pazarlığa açık kesimlerden oluşmaktadır. Bu ancak geniş bir orta sınıfın olduğu toplumda mümkün olacaktır.

Bunun karşısında yeni çoğulcu (neo-plüralist) yaklaşımlar, liberal demokratik devletlerin toplumun çoğulcu yapısını yansıttığını kabul etmekle birlikte, çoğulcu yaklaşımın vazettiği gibi bunun tüm ilgi ve çıkar odaklarına yayılan bir eğilim olmadığını söylerler. Örneğin büyük iş çevreleri çıkarların gerçekleştirmek açısından küçük olanlara göre daha avantajlı durumdadırlar ve çoğu zaman da iradelerini kabul ettirirler.

Fakat elbette her şey bu kadar düz ve sorunsuz değildir. Temsili demokrasilerin elbette en büyük sorunu süreç içerisinde halkla siyasal yapı arasındaki bağın zayıflaması ve kopmasıdır. Çokça söylendiği üzere, temsili demokrasilerin esas gücü halk iradesi ile

171

seçkinlerin yönetim becerilerini birleştirebilmesinde yatar. Seçen halk ile seçilen siyasal elit arasındaki ilişkinin, seçilmişlerin seçmenlerin istek ve iradelerine sıkı bir biçimde bağlanmasını ifade eden emredici vekâlet ilkesi çerçevesinde gerçekleşmesi bu konuda ortaya atılan iddialardan biridir. Buna göre seçilen kişi kendi iradesi ile hareket etmez, temsil ettiği kesimlerin istek ve iradelerini yansıtır. Bunun karşısında düşünsel olarak muhafazakâr düşüncenin kurucu babası olan Edmund Burke’a kadar giden temsili vekâlet yaklaşımı ise temsil ilişkisini daha geniş anlamda ele alır ve seçilmiş elitlerin sorumluluğunun seçmenlerin istek ve iradesini bire bir yansıtmak değil, kendi daha üstün bilgi ve yetenekleri doğrultusunda genel olarak ülkenin yararına çalışmak olduğunu vazeder. Başka bir deyişle siyasal elitler halktan yönetme yetkisini alırlar, daha sonrasında ise yönetimin kendine has gerekliliklerini yerine getirirler. Bu durumda çoğunlukla gerçekleşen elit siyasetçilerin büyük oranda belirleyici olduğu, halkın etkin bir güç olmaktansa, elitlerin siyasal vaatlerinin pasif alıcıları hâline geldikleri durumların ortaya çıkmasıdır.

Bu minvalde siyasal elitler ve halk arasındaki bu temsil yetkisinin pratik işlerliği ile ilgili tartışmada en katı tutumu takınanalar hiç şüphesiz ki temsili demokrasiyi açıklarken seçkinci (elitist) yaklaşımı benimseyenler olmuştur. Mosca, Pareto, Michels ve Schumpeter gibi isimlerde köklerini bulan seçkinci yaklaşım, tüm demokratik görünümüne rağmen, modern devletlerde ve onun çeşitli düzeylerdeki aygıtlarında iktidarın bir avuç seçkinde toplandığını iddia etmiştir. Örneğin Joseph Schumpeter’e göre demokrasi, seçkinlerin ve uzmanların halkın oyunu kazanmak için yapmak durumunda oldukları bir yarıştır. Bu nedenle demokrasi gibi eşitliği ön plana çıkaran politik yönelimler modern iktidarların işlediği günümüzde birer mitten ibarettir. Modern iktidarların içerdiği karmaşık ve büyük yapılar ister istemez bu yapıların içerisindeki etkin olan elitlere büyük bir özerklik sağlamakta, bu da aslında kendi özgün iktidarlarını hesapsız bir şekilde yürütmelerini sağlamaktadır. Bu, politik olarak tam da elitizme karşı çıkan siyasal yönelimlerde bile böyledir. Örneğin Michels, siyasal partileri incelediği çalışmasında döneminin işçi partilerinin bile partinin işçilerin değil, aslında bürokratik elitlerin kontrolünde olduğunu söylerken veya Schumpeter, demokrasinin, karar alma otoritesini ele geçirmek için elitler arası bir yarış olduğunu söylediklerinde bahsettikleri budur. James Burnham’ın klasikleşmiş Yönetici Devrimi (The Managerial Revolution) isimli çalışması, kapitalist veya komünist fark etmeksizin tüm endüstriyel toplumlardaki teknik ve bilimsel elitlerin gerçek iktidar sahipleri olduklarını vazederken, C. Wright Mills’in İktidar Eliti (The Power Elite) isimli kitabı, en liberal toplumlardan biri olarak kabul edilen ABD’deki siyasetin aslında büyük iş çevreleri ve askeri aygıtlardan oluşan “askeri-endüstriyel kompleks”

tarafından belirlendiğini iddia etmektedir.

Marksist eleştiri ise başka bir noktadan gelir. Liberal düşünce açısından mülkiyet hakkı ve güvenliği siyasal rejim açısından temel kriterlerden birisidir. Zira liberalizm kendi ayakları üzerinde duran rasyonel bireyi esas alır. Bu anlamda liberalizm ve kapitalizm arasında içsel bir ilişkinin olduğu varsayılır: kapitalizm liberal demokrasinin ön şartıdır. Marksist eleştiri tam bu noktada devreye girer. Buna göre özel mülkiyetin hükmettiği bir toplumda soyut siyasi eşitlik ilkesine dayanan bir temsili seçim, aslında mülkiyetin gücünü gizleyen bir mekanizmadır.

Bunlar demokratik değil, kapitalist demokrasilerdir: Hükmeden halk değil, sermaye kesimleridir.

172

Feministler de liberal demokrasiye özsel bir eleştiri getirirler. Feministlere göre liberal demokrasi “bir kişi bir oy” ilkesi uyarınca toplumsal cinsiyetinden soyundurulmuş soyut bir bireyi esas almaktadır ve bu hâliyle aslında toplum içerisindeki cinsiyet esasına göre ortaya çıkan erkekler lehine olan eşitsizlikleri ve tahakküm ilişkilerini görmezden gelmektedir. Bu hâliyle liberal demokrasinin temsili mekanizmaları demokrasiyi salt siyasi alanın içerisine yerleştirmekte ve toplumsal alandaki ilişkileri demokrasinin konusu dışında bırakmaktadır.

Hem Marksistler hem de feministler açısından demokrasi bir siyasal biçim değil, bir ilkedir. Ve bir ilke olarak demokrasi salt siyasal alanda sınırlanamaz. Demokrasi nasıl on dokuzuncu yüzyıl boyunca gelişerek, bireylerin dil, din, ırk, sınıf vesaire gözetmeksizin siyaseten eşitlendiği bir biçimsel eşitlik ilkesi olarak geliştiyse, şimdi de bu yolculuğunu toplumsal alan içerisindeki çeşitli eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için yapmalıdır.

Marksist ve feminist eleştiriler liberal demokrasiye özsel bir eleştiri getirirken, radikal demokrasi ismi altında toplanan yeni yaklaşımlar, liberalizmin temsili demokrasisini işleyiş açısından yetersiz ve etkisiz bulmaktadırlar. Buna göre liberal demokrasi katılımı anlamsız bir merasime indirgemektedir: Seçmenler belirli sürelerle oy vermekte, akabinde de tüm siyasal süreci evde TV’lerinin başında seyreder hâle gelmektedirler. Bunun karşısında radikal demokrasiyi savunanlar, demokratik katılım mekanizmalarının en yerelden en genele kadar hem yatay hem de dikey anlamda artırılması gerektiğini savunurlar. İktidarın ademi merkezileşmesi, bürokratik ve hiyerarşik partilerden çok doğrudan katılımı esas alan taban örgütlenmeleri radikal demokrasi taraftarlarının en çok üzerinde durdukları mekanizmalardır.

Belgede SİYASET BİLİMİNE GİRİŞ (sayfa 177-180)