• Sonuç bulunamadı

Hegemonya v e İdeoloji

Belgede SİYASET BİLİMİNE GİRİŞ (sayfa 58-61)

42Anahtar Kavramlar

3.3. Hegemonya v e İdeoloji

Daha önce de bahsedildiği üzere, Marksist yaklaşımları ayırt eden en temel husus toplumu uzlaşmaz bir şekilde bölünmüş sınıflar ve bu sınıfların mücadelesi çerçevesinde okumasıdır. O hâlde soru şu olacaktır: Bu sınıfların birbirleriyle ilişkileri uzlaşmaz nitelikte ise, kapitalist toplumlarda bir sınıfın diğerini yönetmesi ve rızasını kazanması nasıl mümkün olmaktadır? İşçi sınıfının üzerinde ekonomik ve diğer türden zor ve baskının uygulandığını kabul etsek bile, bu durum işçi sınıfının mevcut yönetimlere neden pozitif bir rıza gösterdiğini açıklamamaktadır.

Bu soruya en kapsamlı yanıtı veren Marksist düşünür hiç şüphesiz ki İtalyan Antonio Gramsci olmuştur. Gramsci’nin sivil toplum ve hegemonya kavramları çerçevesinde ortaya koydukları sadece Marksist literatür açısından değil, siyaset incelemelerinin geneli açısından da kalıcı etkiler bırakmıştır. Gramsci Batı toplumlarının “nasıl yönetildiği” sorunu ile ilgilendiği oranda Marksist literatür içinde özgün bir konum kazandı. Kapitalist devletin salt zor ve baskı mekanizmalarına dayanmadığı, aksine esas gücünü toplumsal rıza mekanizmalarını harekete geçirebilmesinden aldığının altını çizen Gramsci için devletin formülü son derece açıktı: zor ve rıza mekanizmalarının birlikteliği. Bir sınıf yönetimi formu olarak devlet bu iki unsuru da içeren bir yapı arz etmekteydi. Zor gücü bilinen bir unsur olduğu için Gramsci’nin yazdıklarında sivil toplum ve hegemonyanın oluşturulması boyutları özellikle dikkat çekti.

Gramsci’ye göre gerçek ve sürdürülebilir bir “sınıf yönetiminin” temel şartı, diğer sınıfları bir toplumsal bütünlük projesi etrafında toplayabilmektir. Bu ise, baskı mekanizmalarının yanı sıra rızayı da içermesi gereken bir süreç olacaktır. İşte toplumsal olarak üretilen bu rızanın, bir sınıfın tüm toplumu yönetmesi konusunda oynadığı rol hegemonya kavramının özgüllüğünü oluşturur. Böylelikle Gramsci ile birlikte Marksist düşünceye, “sınıf yönetiminin” salt baskı mekanizmalarına dayanmadığı ve rızanın oluşumunu da içerdiği fikri esaslı olarak girer. Gramsci’nin hegemonya yaklaşımındaki özgün başka bir vurgusu da, bir sınıfın toplumsal hâkimiyetinin, ekonomik kertenin ötesine geçmesi gerektiği üzerineydi.

Gramsci’ye göre sınıf yönetimi ekonomik üstünlüğün ötesinde bir içerik taşıyordu.

Hegemonya, herhangi bir sınıfın ekonomik kertenin ötesine uzanıp, toplumun tüm dokularına nüfuz edecek denli etkinlik kazanması sonucu oluşuyordu. Dolayısıyla Gramsci için toplumsal hayatın her alanı, sınıf mücadelesinin şekillendiği hegemonya mücadelelerinin alanı hâline geliyordu. Marx ve Engels’in Manifesto’daki “bujuvazi kendi suretinde bir dünya yarattı”

ifadeleri, bu kavramın yine veciz bir ifadelenişi olarak ele alınabilir.

Gramsci’ye göre bu rıza sivil toplum mekanizmaları içerisinde oluşmaktaydı. Gramsci bu noktada gelişmiş kapitalist ülkelerde bireylerin ve grupların şekillenmesine yol açan kökleşmiş ve tüm topluma dal budak sarmış sivil toplum ağlarına dikkat çekmektedir. Gramsci sivil toplumdan bugünkü kullanımından farklı, daha doğrusu daha geniş bir alanı anlar:

Kiliseden eğitim kurumlarına, basından parlamentoya kadar kamusal düşüncenin şekillendiği

51

geniş bir aralık sivil toplumu oluşturur. Başka bir deyişle sivil toplum, devletin zor ve baskı aygıtlarının doğrudan dahli olmadan birey ve toplum ilişkilerinin şekillendiği çeşitli alanlardır.

Bu alanlarda olanlar bir “kandırmaca, kitleleri manipüle etme girişimi” değildir. Bireyler sivil toplumun geniş aralığında toplumsallaşırlar. Toplumsal, kültürel, siyasal beklenti ve talepleri bu mekanizmalar üzerinden şekillenir. Eğitim, kültür, din, gündelik siyasetin mekanizmaları işçi sınıfı kitleleri arasında her geçen gün daha nüfuz eder ve onları –muhalefet şeklinde olsa bile- burjuva düzenine bağlar. Böylelikle sermaye sınıfının yönetimi ekonomi ve devletin zor alanlarından sivil toplumun geniş örüntülerine doğru yayılır.

Marksist tartışmalar içerisinde kitlelerin rızasının kapitalist sisteme devşirilmesi ile ilgili olarak ideolojiye de özel bir önem atfedilir. Bu vurgu en açık bir şekilde Fransız Marksist filozof Louis Althusser’in İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları’nda ortaya çıkar.

Althusser’deki ideoloji yorumu, Marksizm içindeki ideoloji açıklamaları içinde önemli bir yer tutar. Althusser’e göre ideoloji toplumun kurulumunda başat bir rol oynar. Bu noktada Althusser ideolojinin, toplumun yeniden üretimindeki rolünü esas alır. Ona göre, toplumsal ilişkilerin bir bütün olarak yeniden üretimi, üretim ilişkilerinin yeniden üretimine indirgenemeyecek kadar çok boyutlu bir süreçtir. İşçinin toplumsal yeniden üretimi, en nihayetinde onun sistemin işleyişine karşı herhangi bir direniş göstermeyecek şekilde yeniden üretimini gerektirir. Bu anlamda işgücünün yeniden üretilmesi, işçinin salt işgücü olarak yeniden üretilmesini değil, onun toplum içindeki yerleşimini sağlayan yapıların; örneğin ailenin, vatandaşlığın, dini bir inancın mensubu olmanın yeniden üretimini içerir. Bu gerekliliklerin üretildiği yerlere Althusser, İdeolojik Aygıtlar demeyi tercih eder. İşgücünün toplumsal üretimi aile, kitle iletişim araçları, kilise gibi ideolojik aygıtlarda gerçekleşir. Fakat Althusser ideolojik aygıtlar içinde en özel yeri okula verir. Althusser’e göre, örgün eğitim sistemi bireylerin şekle şemale sokulduğu en etkin işleyen kurumdur. İdeolojik aygıtlar üzerindeki bu vurgusu, Althusser’in ideolojiyi somutlandırma girişimine işaret eder. O’na göre ideoloji, dışarıdan zerk edilen veya edinilmesi gereken bir bilinç düzeyi değil, bizzat bireyin toplumsal ilişkilerin bütünü içerisinde bulunduğu yapıların ona sağladığı roller bütünüdür. Bu roller de, bireyin hayatında “yapıp ettiklerini” sıkı sıkıya belirleyen yol haritalarıdır aslında.

Dolayısıyla ideoloji yaşama biçimimize dışsal değil, aksine bizzat bireyin gündelik pratikleri içerisinde devamlı suretle yeniden ürettiği bir yapıdır.

İdeoloji, bu aygıtlar içerisinde bireylerin nasıl “çağırıldığı” ile doğrudan bağlantılıdır.

Aile içerisinde otoritenin sahiplenicisi olarak baba, kilisede itaatkâr mümin, siyasal alanda yasalara uyan vatandaş olarak “çağırılan” bireyin yeniden üretimi, bu kurumlar içerisinde olur.

İdeoloji bir yanlış bilinç değil, bireylerle gerçek hayatları arasındaki muhayyel bir ilişkidir ve toplumsal uyumun devamı için kaçınılmazdır. Bireylerin ideolojik aygıtlar içerisinde edindikleri rollerin bütünü, işgücünün yeniden üretilmesinin en temel şartı olan toplumsal bütünlüğün yeniden üretilmesi işlevini görür. İdeoloji böylelikle bir toplumun varlığının ve sürekliliğinin teminatı hâline gelir.

Görüldüğü üzere, Marksist yaklaşımlar otorite ve meşruiyet sorununu sınıf yönetimi çerçevesi içerisinde ele almakta ve bunun ne tür mekanizmalar üzerinden gerçekleştiğini araştırmaktadırlar.

52 Uygulamalar

Bu bölüm teorik bilgi içerdiğinden uygulaması bulunmamaktadır.

53

Belgede SİYASET BİLİMİNE GİRİŞ (sayfa 58-61)