• Sonuç bulunamadı

Kapitalizm Çeşitleri

Belgede SİYASET BİLİMİNE GİRİŞ (sayfa 140-146)

1328.1. İktisadi Sistemler

8.1.1. Kapitalizm Çeşitleri

Kapitalist iktisadi ilişkiler ilkin 16 ve 17. yüzyıllar boyunca Avrupa feodalizminin içerisinde gelişerek ortaya çıktılar. Toprak sahipliği, ihtiyacı karşılamaya yönelik tarımsal üretime, katı bir toplumsal hiyerarşi ve kölelik kadar olmasa da yine de zora dayalı bir çalışma rejimine, yani sıkı bir şekilde tanımlanmış görev ve yükümlülüklere dayanan feodal ilişkiler yerine; piyasa için üretimi, zora dayalı olmayan bir çalışma rejimini ve toplumsal hiyerarşinin

133

yerine ekonomik hiyerarşinin ön plana çıktığı kapitalist ilişkiler gelişti. Teknolojik gelişmelerin de yardımıyla bu süreç iyiden iyiye hız kazandı ve kapitalist ilişkiler hâkim duruma geldi.

Makineleşmeye dayalı olarak ortaya çıkan fabrika üretimi ve sanayi kapitalizmi büyük toplumsal kesimlerin kırsaldan şehirlere doğru göç etmesine yol açtı. Bu insanlık tarihi açısından da bir kırılmayı gündeme getiriyordu: Şehirleşmeye bağlı olarak bugünün modern ilişkileri büyük bir hızla oluştu. Bu anlamda on yedinci yüzyıldan sonrası insanlık tarihinin belki de en hızlı dönemiydi.

Kapitalizmin bu ilk dönemindeki biçimini “teşebbüs kapitalizmi” olarak isimlendirmek mümkündür. Genelde Anglo-Sakson ülkeleri ile özdeşleştirilen bu kapitalizm türü “saf kapitalizm” olarak da anlaşılır. Adam Smith ve David Ricardo gibi klasik ekonomi-politikçiler tarafından ortaya atılan görüşler çerçevesinde biçimlenen bu saf kapitalizm anlayışı temelde piyasanın kendi kendisini idare eden bir mekanizma olduğu anlayışına dayanır. En bilindik hâliyle “laissez faire laissez passer” (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) sloganı ile ifade edilen bu anlayışa göre piyasa ilişkileri, serbest bırakıldıklarında zaten en iyi ve verimli sonuca ulaşacaklardır, bu nedenle herhangi bir şekilde engellenmemeleri gerekir. Piyasa ilişkilerine yönelik olarak ortaya konacak her türlü müdahale istenmeyen sonuçları ortaya çıkaracaktır. Bu anlamda piyasa ilişkileri adeta bir “görünmez el” (Adam Smith) tarafından düzenlenmektedir.

Sürecin sonunda bazı bireyler zarar görse bile, serbest piyasa genel kamu yararını ortaya çıkarmaktadır. Genel kamu yararı piyasa ilişkilerini düzenlemek, ona dışarıdan müdahale etmek için bir nosyon olarak kullanılamaz; bu yarar serbest bırakılmış piyasa ilişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Piyasa iyidir, zira liberal felsefenin bildiği tek insan tipi, kendi çıkarını maksimize etmeye çalışan insandır ve piyasa da bu türden bir insanın kendisini gerçekleştirebileceği yegâne yerdir. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, piyasa özgürlüğün alanıdır. Serbest piyasa bu anlamda “iyidir”, zira kapitalist ekonominin kendi aklı dışındaki her türlü akla dayanan müdahale biçimlerinden azade kılınmış bir piyasa, rasyonel bireylerin daha sağlıklı olarak birbirleriyle ilişkiye girmesine müsait bir ortam yaratacak, bu da toplam faydayı artıracaktır. Yani aslında liberal felsefe en büyük ortak faydaya, bireylerin önündeki ekonomi dışı engel ve müdahalelerin kaldırılmasıyla ulaşılacağını salık vermektedir. Bu anlamıyla bir

“ortak fayda” nosyonunu barındırmıyor değildir. Sadece barındırdığı “ortak fayda” nosyonu, serbest piyasa ortamında “hırs ve çıkarlarının peşinde azimle koşan rasyonel birey” varsayımına dayanmaktadır. Serbest piyasa bazı rasyonel bireylere daha iyi davranırken, “diğer bazı bireylere” acımasızca muamele edebilir. Bu ikinci tipler, “fırsatları kullanamayanlar veya kullanmaya hiç girişemeyenler” olarak adlandırılırlar ve tarihin acımasızlığına terk edilirler.

Piyasa nosyonuna yönelik pozisyon iktisadi sistemler açısından ayırt edici bir unsur olmuştur. Teşebbüs kapitalizmi piyasa konusunda gayet nettir: Piyasa, insanları arası toplumsal ilişkileri düzenleyen temel mekanizmadır. Bu minvalde piyasa lehine şu argümanlar dile getirilir:

- Kâr güdüsünün sağladığı disiplin ile piyasa verimi artırır.

- Piyasa, yeni ürünlerin veya üretim tekniklerinin ortaya çıkmasını teşvik eder.

- Piyasa tercih özgürlüğünün ortaya çıkmasında temel rol oynar.

134

- Piyasa bireylerin sonsuz sayıdaki tercih ve kararlarının koordine edilmesi üzerinden denge yaratır.

Bunun karşısında piyasaya olumsuz bakanlar ise şu argümanları öne sürerler:

- Piyasa güvensiz bir ortam yaratır zira kontrol edilemez bir güçtür.

- Piyasa maddi eşitsizliği derinleştirir.

- Toplumun genel ihtiyaçlarını geri plana iter ve bireysel hırsları körükler.

- Fiyatlardaki ani iniş çıkışlara bağlı olarak istikrarsızlığa yol açar.

Aslına bakılırsa klasik liberalizm açısından piyasa salt bir ekonomik kategori olarak ele alınamaz. Hatırlanacağı üzere klasik liberal düşüncenin çekirdeğinde kendi çıkar ve ilgisinin peşinde koşan rasyonel birey mefhumu yatmaktadır. İşte piyasa bu bireylerin birbirleriyle etkileşime girecekleri, kendi çıkarlarını en çoklaştırmaya çalışırken bunu diğer bireylerle açık sözleşmeler üzerinden yapacakları, kendilerini gerçekleştirecekleri özerklik alanıdır. Bu özerk alan bir nevi özgürlüğün zeminidir. Bu alanın özerkliği tahrip edildiği müddetçe insanların gelişimi sekteye uğrayacaktır zira bir üst gücün –mesela devletin- vesayeti altına girecekler, böylelikle de ergin ve kendi aklını kullanabilen ve ona göre hareket edebilen bireyler olmaktan çıkacaklardır. Piyasa bireylerin ve bireyler arası ilişkilerin ve dolayısıyla toplumsal varoluşun sağlıklı ve özerk gelişiminin alanıdır.

Bu anlamda salt metaların dolaşımı ile ilgili bir kavram olarak da ele alınmaz. Geniş bir şekilde düşünülür, örneğin fikirlerin mübadelesi de piyasa düzleminde düşünülür. Liberal düşünce metaların, düşüncelerin dolaşımının özerk ve bir yönlendirme ve baskıya maruz kalmamasını özgürlükle eşitler. Bu eşitleme piyasayı özgürlüğün ve demokrasinin işleyişinin temeli hâline getirir. Liberal düşünceye göre insanların seçim, tercih ve yönelimlerini gerçekleştirdikleri piyasa alanı olmaksızın özgürlük ve demokrasiden bahsetmek mümkün değildir.

Bunun yanı sıra teşebbüs kapitalizmi doğal işbölümü varsayımı üzerine şekillenir. Bu doğal işbölümünün temelinde yine çıkar merkezli birey anlayışı vardır. Adam Smith’in sözleri ile belirtmek gerekirse: “Akşam yemeğimizi soframızda bulmamızın nedeni kasabın, biracının veya fırıncının cömertliği değil, onların kendi çıkarlarına olan düşkünlüğüdür.” Smith’in bu sözlerinin de gösterdiği gibi, bireysel bazdaki bu çıkar arayışı sonuçta bir toplumsal işbölümü ortaya çıkarmakta, o da piyasa ilişkileri serbest kaldığı oranda belirli bir dengeye ulaşmaktadır.

Piyasanın görünmez eli toplumsal dengenin garantisidir!

Teşebbüs kapitalizmine en iyi örnek hiç şüphesiz ki ABD’deki iktisadi sistemdir. Salt kâr odaklı işleyen ABD iş sektörü yüksek verim ve çalışma esnekliğini ön plana çıkartır.

Vergiler düşüktür ve sendikalar güçsüzdür. İlki devletin ikincisi de işçi örgütlerinin teşebbüs hürriyeti önünde ortaya çıkarabileceği engeller karşısında duyulan endişeyi göstermektedir.

Devletin bir alanı düzenlemesine dair duyulan bu endişe o kadar derindir ki çoğu kapitalist ülkede dahi son derece doğal karşılanan kamusal sağlık sistemi ABD’de yoktur ve oluşması

135

önünde çok büyük direnişler ortaya çıkmaktadır. ABD örneği bir iktisadi düzenin nasıl anlaşılması gerektiği açısından da öğreticidir: Zira burada piyasa salt bir iktisadi enstrüman olarak işlev görmemekte, Amerikan toplumunun kültürel dokusuna sinmiş bir düzenleyici ilke olarak işlemektedir. Piyasanın toplumun düzenleyici ilkesi olarak anlaşılması tam da teşebbüs kapitalizminin ayırt edici özelliği durumundadır. Burada ortaya çıkan salt işleyen bir iktisadi mekanizma değil, basit insanlardan büyük şirketlere kadar her düzeyde geçerli olacak çeşitli anlayış ve davranış kodlarının kültürel anlamda geçerli ve etkin olmalarıdır. Nasıl her işletme devlete dayanmaksızın rekabet kuralları içerisinde işlemek durumunda ise, bireyler de

“sırtlarını devlete yaslamaksızın” hayatın normal rekabet şartları içerisinde ayakta kalmak ve yükselmek için kendilerini donatmalıdırlar. Dolayısıyla böyle bir sistemde, diğer kapitalist alt sistemlerde olan ve devletin sosyal işlevleri olarak görülen düzenlemeler yoktur. Zira bunlar tam da teşebbüs kapitalizminin yerleştirmeye çalıştığı kültürü ortadan kaldırıcı işlevler göreceklerdir.

İşte tam bu noktada demokrasinin toplumsal kültür ile olan ilişkisini hatırlamak gerekir.

Daha önceki derslerimizde de ele aldığımız üzere demokrasi salt bir hukuki ve idari prosedürler dizisi olarak ele alınamaz. Toplum içerisindeki kültürel anlayış ve davranış kodları ile doğrudan doğruya ilişkilidir. ABD örneğini ve bu örnekteki teşebbüs kapitalizmini ele aldığımızda, demokrasi böyle bir kültürde tüm dayanışmacı ve eşitlikçi nosyonlarından arınmaktadır. Aksine demokrasi, bireylerinin çıkar, tercih ve yönelimlerinin peşinden koşmak için serbest bırakılmaları, yani negatif özgürlüğü esas alan bir politik rejim altında idare edilmeleri anlamına gelmektedir. Bu anlamda Amerikan demokrasisi son derece bireyci ve rekabetçidir.

“Siyasal piyasa”daki aktörler de aynı “ekonomik piyasa”dakiler gibi rekabet ilkesi çerçevesinde etkileşime girerler ve temel amaç çıkarı en çoklaştırmaktır.

Bu tür kapitalizm Doğu Bloku’nun yıkılması ve küreselleşmeye paralel olarak artık ABD sınırlarının çok daha fazlasında etkin bir anlayışı temsil etmektedir. Küreselleşme pek çok biçimde piyasalaşmayı ve Anglo-Saksonlaşmayı gündeme getirdi. Yoğunlaşan rekabet hükûmetlerin ekonomiye müdahale edebilmelerinin önüne geçti, vergi oranlarının düşmesi ve sosyal harcamaların azalması için teşvik edici oldu. Neoliberalizm olarak anılagelen iktisadi politikalar doğrultusunda devletlerin ekonomideki ağırlıkları azaltıldı, kamunun toplumsal hayattaki işlevi sınırlandırıldı ve yukarıda ele alındığı gibi, bireysel ve toplumsal hayatların organizasyonlarında rekabet ana ilke hâline geldi.

Aşağıda ele alacağımız sosyal kapitalizm döneminde temel mesele tam istihdamı sağlamak iken, teşebbüs hürriyetinin hâkim olduğu 1980 sonrası neoliberal dönemde esas kaygı fiyat istikrarını korumak oldu. Liberal iktisat kuramına göre fiyatlar girişimci bireyler açısından bir sinyal işlevini görürler. Girişimciler bu sinyallere bakarak piyasa ortamındaki eylem ve girişimlerini planlarlar. Fiyatları istikrarsız olduğu bir piyasada rasyonel bir tercih ve girişim yapmak da zorlaşacaktır. Bu nedenle fiyat istikrarını sağlamak piyasanın işleyişi açısından temel bir noktaya taşınır. İşte 1980 sonrası Friedrich von Hayek ve Milton Friedman gibi isimlerin çalışmaları üzerinden ağırlık kazanan monetarist görüş temel meseleyi fiyat istikrarını bozan enflasyonu kontrol etmeye çekti. Böylelikle devletin temel iktisadi sorumluluğu istihdamı sağlamaktan çok, enflasyonu durdurmaktır. Monetarist açıklamaya göre enflasyon

136

parasal bir sorundur ve temel olarak devletin fazla para arzını artıran uygulamalarından kaynaklanır. Bu nedenle devletin görevi bu arzı azaltmak, sağlam para ve istikrarlı bir fiyat ortamını yaratmak olmalıdır. Bu tercihe bağlı olarak devlet çeşitli toplumsal nedenlere bağlı olsa da para basmaktan men edildi, devletin enflasyon yaratıcı parasal eylem ve harcamaları kısıtlandı. Başka bir deyişle devletin rolü piyasa ortamının sağlıklı işlemesi için gerekli olan temel altyapıyı garanti etmeye indirgendi ve gelişme, kalkınma, istihdam gibi meseleler piyasa dengelerine bırakıldı.

Hatta bu konuda daha radikal fikirlerin bile ortaya atıldığını söylemek gerekir.

Liberteryenizm olarak isimlendirilen ve bir tür liberal anarşizme kadar uzanan ve bireyin anti-toplumsal yönü üzerine oturan fikirler devletten her anlamda şüphe etmeyi öne sürdüler. Öyle ki devletin piyasaları düzenlemeye yönelik ılımlı rolü bile reddedildi ve hatta örneğin milli savunma gibi sektörlerden bile devletin çıkması gerektiği savunuldu.

Fakat bu tercihler ciddi dezavantajları da beraberinde getirdi. Maddi anlamda eşitsizlik yaygınlaştı ve toplumsal bölünmeler daha da derinleştir. Özellikle mutlak yoksulluk sınırının altında yaşayan kitlede –yani sınıf altı kitle- büyük bir artış gözlendi. Yoksulluğun ve eşitsizliğin arttığı bir durumda güçsüzleşen kesimlerin siyasetin demokratik kanallarına ulaşım imkânlarının da düşmesi ve bunun bir sonucu olarak iktisaden güçlenenlerin siyasal hâkimiyetlerinin de artması, bu dönemde demokrasiyi sorgulatan temel meselelerden biri olmuştur. Başka bir deyişle, teşebbüs kapitalizmi katılımcı bir sistemin sağlıklı işleyişini sağlayacak temel bir toplumsal eşitlik nosyonundan vazgeçtiği oranda, demokrasi ile arasındaki açı da açılmaktadır.

Teşebbüs kapitalizminin karşısına konabilecek alternatif bir kapitalist işleyiş sosyal kapitalizmdir. Aslında sosyal kapitalizm de tarihsel olarak dönüşen bir anlayıştır. İlkin, küresel serbest piyasa ilişkilerini hâkim kılan İngiltere merkezli kapitalizmin karşısına, daha geç sanayileşen Almanya’nın koyduğu bir alternatif olarak görülebilir. Alman iktisatçı Friedrih List’in kuramsallaştırdığı bu yaklaşım, Almanya’da kapitalizmin serbest piyasa anlayışı çerçevesinde gelişemeyeceği, zira bu serbest piyasanın hâlihazırda gelişmiş olan İngiltere’nin lehine işlediğini belirtir. Buna dayanarak da gelişmekte olan ülkelerin gümrük duvarlarını yükseltmeleri, kendi sanayilerini korumaları, yani korumacı bir ekonomi politikası izlemeleri salık verilir. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren büyük sanayi yatırımları üzerine bina edilen Alman sanayi kapitalizmi, işçi sınıfı ile de teşebbüs kapitalizmine göre farklı bir ilişki kurmuş ve eğitim, sağlık, emeklilik gibi sosyal hakları erken bir dönemde sistemine entegre etmiştir.

Fakat sosyal kapitalizmin esas zaferi 1929 ekonomik bunalımından sonra ortaya çıkmıştır. Bu kriz karşısında teşebbüs kapitalizminin en temel özelliklerinden biri olan

“piyasanın dokunulmazlığı” ilkesi ciddi bir eleştiriye ve revizyona maruz kalmıştır. Bu revizyonu kuramsal olarak gerçekleştiren İngiliz iktisatçı John Meynard Keynes olmuştur.

Keynes temel olarak piyasanın kendi kendisini idame ettiremediğini, bunun da temel nedeninin yeterli derecede talep yaratamaması olduğunu söylemiştir. Şirketler üretim yapmakta, fakat bu

137

üretimi piyasada eritebilecek bir kitlesel talep düzeyi yaratılamamaktadır. Bu da kapitalizmi krizlere sürüklemektedir.

Keynes bu noktada devlet müdahalesinin talebi yaratmak için gerekli olduğunu iddia eder. Bu noktada iki müdahale biçimi belirir. Bunlardan ilki devletin bir iktisadi müteşebbis olarak iktisadi alana girmesidir. Türkiye’de Kamu İktisadi Teşekkülleri olarak bilinen yapılanmalar tam da bunu hedefler. Amaçlanan, özel teşebbüsün girmeyi rasyonel bulmadığı alanlarda devleti aktif kılmak, öte yandan da devleti toplumsal alanda istihdam yaratıcı bir ekonomik aktör konumuna getirmektir. Türkiye gibi birçok ülkede işçi sınıfı devletin açtığı ve işlettiği ekonomik işletmeler üzerinden gelişir ve serpilir. İkinci müdahale biçimi, toplumdaki en kalabalık toplumsal kesim olan işçi sınıfını tüketim gücünü artıracak bazı uygulamaları hayata geçirmekle olur. Ücretlerin artırılması, sosyal harcamaların hem artması hem çeşitlenmesi, sendikaların bir toplumsal pazarlık gücü olarak endüstriyel sisteme entegre edilmeleri gibi uygulamalar –refah devleti adı altında- II. Dünya Savaşı’ndan sonra ve özellikle Fransa, Avusturya gibi kıta Avrupa’sı ülkelerinde ve Norveç, İsveç gibi İskandinav ülkelerinde geniş bir uygulama alanı buldu. Bu dönem işçi sınıfının kapitalizm içerisinde en önemli kazanımları elde ettiği dönem oldu. Bunda elbette dönemin Soğuk Savaş ruhunun, yani kapitalist sistemlerin hemen yanı başında sosyalist iktisadi sistemlerin bulunması da büyük rol oynadı.

1980 sonrası neoliberlizm dünyasında sosyal liberalizmin epey gerilediğinden bahsetmek mümkün. Tüm gelişmiş kapitalist ülkelerde refah devleti uygulamalarının taşıyıcısı durumunda olan sosyal demokrat partiler büyük bir geri çekilme yaşadılar. Ulusal sınırların ötesine geçen ve her an için ülkeden kaçma tehdidini öne süren küresel sermayenin ortaya çıkışı bu gelişmenin en önemli nedeni oldu. Sermaye kesimleri ile işçi sınıfı arasındaki bir tür pazarlık ortamı olan refah devletleri, sermayenin bu pazarlık ortamının maddi sahası olan ulus-devletlerin ötesine geçmesi ve küreselleşmesiyle radikal bir şekilde gerilediler.

Bugün için sosyal liberalizm İngiltere’de 1990’larda Tony Blair önderliğindeki İşçi Partisinde yeniden revize edildi. Fakat bir “üçüncü yol” olarak ortaya atılan bu yeni sosyal liberalizmin gerçekten sosyal bir içerik taşıdığını söylemek zordur. II. Dünya Savaşı’nın toplumsal harcamalar ve sendikal otoriteye dayanan refah devleti yerine, 1990 tarzı sosyal liberalizm devletin fırsat eşitliğini yaratıcı eylemlerine biraz daha fazla vurgu yapan bir tür teşebbüs kapitalizmi anlayışının ötesine geçememiştir.

Belki de son olarak kolektif kapitalizmden bahsetmek gerekir. Bu, temel olarak Japonya’da gelişen, daha sonra Güney Kore, Tayvan, Singapur gibi ülkelerde denenen ve son olarak komünizm etiketi altında Çin’de uygulanan kapitalizmi kısmen etkileyen bir uygulamadır. Hatırlanacağı üzere teşebbüs kapitalizminde kişilere bağlı olmayan fiyat mekanizması piyasanın işleyişi açısından temel veri alınmaktaydı. Kolektif kapitalizmde ise fiyatlar yerine, piyasadaki girişimcilerin kendi aralarında ve devletle geliştirdikleri uzun erimli kalıcı ilişkiler veri alınır. Örneğin Japonya’da sanayi ve finans sektörleri arasında son derece yakın bir ilişki vardır, mülkiyet ortaklıkları birbirine kenetlenmiş biçimdedir. Bu piyasada büyük bir sıkı ilişki ağı yaratır: Örneğin Japonya’da borsada işlem gören hisse senetlerinin

138

yüzde kırkı bu türden “kardeş şirketlerin” oluşturdukları bir ağa aittir. Bu yapı Japon firmalarının sermaye bulmalarında ellerini rahatlatır ve istikrarı sağlar. Bunun yanı sıra bu ülkede işçiler devletle değil, çalıştıkları şirketle bir tür sosyal bağlantı kurarlar. Sadakat ve sıkı çalışmanın karşılığında işçilere hayat boyu istihdam, emeklilik, sosyal güvence gibi, Batı’da devletin üstlendiği işlevler şirketlerce verilir.

Görüldüğü gibi bu kısa metinde bile üç farklı kapitalizm tipinden ana hatları ile bahsetmek mümkün olmuştur. Hiç şüphesiz ki daha ayrıntılı bir inceleme çok daha fazla alt tipolojiyi gündeme getirecektir.

Belgede SİYASET BİLİMİNE GİRİŞ (sayfa 140-146)