• Sonuç bulunamadı

Modern verileri, saha araştırmalarını ve gözlemleri kullanma imkânına sahip sosyoloji, psikoloji, kriminoloji vb. bilim dallarının aksine görece yetersiz enformasyonları kullanan tarihçi için suç üzerinde çalışmaya başlamak 20. yüzyılın sonlarında ancak gerçekleşmişti (Godfrey & Lawrence, 2007, s.6). Türkiye’de ise bu söylemin dışında kalan çalışmaları istisna kabul etmek, günümüzde yapılmaya başlananları da sadece alana giriş olarak görmek suç tarihi çalışmalarının aldığı yolun tespitinde gerçekçi bir yaklaşım olacaktır. Nitekim Türkiye’de suça dair ilk çalışmaların aslında daha geniş bir sosyal

çevreyi etkileyen nispeten kitlesel bir isyan hareketi, Celali İsyanları, üzerine yapılanlar olduğunu, bunu öncülüğünü de M. Çağatay Uluçay’ın (1944; 1955) yaptığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Celâli İsyanlarının toplumsal etkisinin, siyasi yansımalarının büyüklüğü bu aşamadan sonra birçok Türk ve yabancı tarihçinin de dikkatini çekmiş ve Osmanlı Devletinin merkez kayıtları olan Mühimme Defterlerine dayalı çalışmalar yapılmıştır. Mustafa Akdağ, William Griswold (1983;1993), Karen Barkey (1997), Yunus Koç (2005;2013b), Oktay Özel (2005), Sam White (2013) gibi tarihçilerin getirdikleri yeni bakışlar bir yana, Celali İsyanları ve Eşkıyalık hareketleri uzun süre suça ilişkin tek çalışma alanı olarak kaldı. İşin doğrusu, bu çalışmalar daha çok toplumsal hareketin kendisine yöneliyordu ve bu isyanları ele alırken suç olgusu merkezli bir yaklaşımda da bulunulmuyordu. Diğer yandan Türk hukukçuları Coşkun Üçok (1946) ve Ahmet Mumcu’nun (1963;1969) dikkat çekmesiyle, gecikmeyle de olsa Osmanlı Devletinde suç ve cezalarla, ceza yargılaması ile ilgili yayınlar yapılmaya başlandı (Bayındır, 2002; Akman, 2004; Avcı,2000; 2004; Konan, 2011; Kılınç, 2013; 2015). Hukuk çalışmalarının metodolojik farklılığı hem içerikte hem kaynak kullanımında kendisini fazlasıyla belli etse de konuya ilgi çekmekte, özellikle cezai müeyyidelerin İslami kökenlerini vurgulamak konusunda faydalı oldular. Zina, katl, hırsızlık, kalpazanlık vb. spesifik bir suça yönelik tek tük çalışmalar ise Abdul Karim Rafeq (1990), Suraiya Faroqhi (1995a;1995b;2005;2014), Colin Imber (1996a;1996b), Eugenia Kermeli (2002), Leslie Pierce (2005) gibi tarihçilerin deyim yerindeyse bir dokunup geçtikleri, ancak öyleyken dahi bu alanda çalışacaklar için oldukça yol gösterici ve çığır açıcı verileri, yorumları, yaklaşımları barındıran, çok zaman kendine özgü ve seçkin yayınlar olarak gösterilebilir.

Son yıllarda nispeten kapsayıcı bir çalışma Farina Zarinebaf tarafından İstanbul eksen alınarak yapılmıştır. Bu çalışma mekânsal kısıtlaması bağlamında bizim çalışmamıza öncül görünmesine rağmen gerek tercih edilen zaman, gerekse içeriğin sınırları ve veriye uygulanan metot bağlamında ciddi farklılıklar barındırmakta; ayrıca açıkça yanlı ve destekten yoksun iddiaları sebebiyle

inandırıcı olmaktan uzaklaşmaktadır. Zarinebaf Crime and Punishment in

Istanbul 1700-1800 adlı kitabının suç ve ceza ile ilgili olmasının yanında 18. yüzyılda İstanbul’un sosyal tarihi ile de yakından ilişkili olduğunu ifade etmektedir. Çalışma kendi söylemi ile sosyo-ekonomik değişimlerin, uzun süren savaşların ve artan fakirliğin şiddet ve suçluluk üzerindeki etkisini, kurum bazında yapılan kontrol amaçlı değişimleri, asayiş temelli düzenlemeleri kapsıyor. Bu yaklaşıma uygun olarak yazar konuyu üç bölümde ele almıştır. İlk bölümde siyasi ve sosyal olaylara değinirken, ikinci bölümde İstanbul’da kayıtlara geçen suçlara, üçüncü bölümde de kanun ve düzen başlığıyla devletin suça karşı aldığı tedbirler ve uygulamadaki cezalara yer verilmiştir.

Yazar çalışmada çoğu zaman kişisel kanaatlerini ortaya koyarken bunları destekleyecek verileri eklemeyi göz ardı ediyor. Yorumlar bazen o kadar keskin ve net ki, bu keskin yorum ve yargıların altını dolduracak belgeler yığınını görememek eserin bilimselliğine gölge düşürüyor. Örneğin, Patrona Halil isyanından sonraki yıllarda mala karşı suçların, sahtekârlığın ve gramajı eksik ekmek satışının arttığını söylerken, her gün hırsızlık yapıldığını (s.73), kürek cezasının 18. yüzyılda el kesme cezasının yerini aldığını5

(s.74), dinsel ve cinsel sınırların korunması için şiddetin azınlıklara ve kadınlara yöneldiğini (s.112) iddia ederken bunu destekleyecek hiçbir belge ya da çalışmaya referans göstermemiştir. Diğer yandan İslam fıkhı terminolojisini anlamlandırmada da bazı aksaklıkların var olduğunu belirtmek gerekiyor. Yazar “tehft”-hırsızlık- kelimesini bir yandan “serika” kelimesi yerine kullanırken, diğer yandan İslam fıkhına göre hırsızlık cezasının esnek ve isteğe bağlı olduğunu ifade etmektedir (s.74). Halbuki şeriata göre serikanın cezası kesindir, hadd cezası uygulaması, yani elin bilek mafsalından kesilmesi gerekir. Ancak hadd cezasının uygulanması için serikanın gerçekleştiğine dair teknik bazı şartlar bulunmaktadır. İşin ilginci yazar bu teknik şartlardan bahsediyor. Ancak yine

5 Oysa kürek cezası 16. yüzyılın ikinci yarsından itibaren tamamiyle konjonktürel bir ihtiyaçtan, Osmanlı Devleti tarafından neredeyse tüm suçluları içine alacak şekilde genişleyen bir cezalandırma pratiğine dönüştürülmüştür. 16. yüzyılda çok sayıda birbirinden çok farklı sayıda suçlunun ve farklı suçlar nedeniyle küreğe mahkum edildiğini gösterir belgeler M.İpşirli (1981-1982) tarafından “ XVI. Asrın İkinci Yarısında Kürek Cezası ile İlgili Hükümler” başlığı altında yayınlanmıştır.

hatalı olarak kâdıların cezayı uygulamak istemediğini ısrarla iki şahit aradıklarını ifade ediyor (s.74) Oysa şahit ikrar yoksa hadd cezasının icra edilmesi için gerekli şartlardan birisi konumundadır. Zarinebaf’ın eseri bu ve bunun gibi birçok hatalı ve subjektif yorum içermektedir.6

Osmanlı Tarihi çalışmalarında suç içerikli yayınlar arasında en çok eşkıyalıkla ilgili olanların bulunduğunu ve bu konuda ciddi bir literatür de oluştuğundan söz etmiştik. Tüm bu çalışmaların öncü niteliğinde sayabileceğimiz Mustafa Akdağ ve Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası Celali İsyanları adlı eseridir.

Akdağ’ın ömrü yetmediği için bitiremediği Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik

Kavgası ile daha önce 15 yıllık bir emekle yazdığı Celâli İsyanları adlı eser, yine

isyanların 1603-1608 yılları arasındaki dönemini ele alan “Celâli İsyanları” adlı makalesi tek başlıkta birleştirilerek yakın zamanda yeniden yayınlanmıştır (2009) . Eser Celâli İsyanlarına yol açan olayları 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren incelemeye başlar ve isyanları 17. yüzyıl başlarına kadar takip eder. Çok sayıda Mühimme Defteri ve çeşitli kâdılıklara ait kayıtların taranması ile meydana getirilmiş çok ciddi emek içeren özgün bir eserdir. Konular devrin toplumsal ve ekonomik koşulları zemininde incelenmiş böylece meselenin altında yatan temel problemler okuyucuya sunulmaya çalışılmıştır. Zaman zaman yapılan abartılı yorumlar Akdağ’ın eseri yazarken içinde bulunduğu siyasal konjonktürle alakalı olmalıdır.7 Celâli İsyanını “…sürekli iç karışıklıklar

serisi, köyden kasabaya ve kasabadan şehre, hatta başşehre kadar Türk toplumunun ekonomik, sosyal ve siyasi bütün örgütlerini derinlemesine, genişlemesine kapsayan büyük çaplı toplumsal kavga..” (s.15) ifadeleri ile

6 Örneğin şöyle diyor yazar “ Müslüman fahişeler bazen gayrimüslim müşterilerle de ilişkiye

giriyorlar oysa şeriata göre Müslüman kadınların gayrimüslimlerle seksüel ilişkiye girmesi yasaklanmıştır.“ (Muslim prostitutes sometimes took non-Muslim clients although Muslim

women were banned from having sexual intercourse with non-Muslim men, according to the shari’a.) (s.92). Buradaki yorumun bir bilgi eksikliğinden kaynaklandığını düşünmek fazlasıyla iyi niyetli hareket etmek olacaktır. Yazar şeriatta olmayan bir ilkeyi o’na aitmiş gibi veriyor. İfade şeriatın ” Müslüman fahişelik” gibi kavramı varsaydığını ve Müslümanlarla ilişkiye girildiğinde buna ruhsat verildiği algısı uyandırıyor. Yazar daha önce olduğu gibi burada da söylediği iddiayı destekleyecek bir veri ortaya koy(a)mıyor.

7 Örneğin cinsel sapkınlığın en çok öğrenciler arasında genişlediğini ve alışkanlık halini aldığını ifade etmektedir. O’na göre bunun sebebi erkek öğrencilerin tam da gelişme çağında kapalı alanlarda barınmaları ve karşı cinsle en ufak temas dahi kurmalarına izin verilmeyerek baskılanmalarıdır (s.147).

tanımlayan Akdağ Celâli İsyanlarını topyekûn bir halk ayaklanması olarak görme eğilimindedir. Akdağ eserinde meseleyle alakalı hukuki değerlendirmeler de yapmamış meselenin bu yönünü açık bırakmıştır.

Halil İnalcık 16. yüzyılın sonundan itibaren Osmanlı Devletindeki tüm siyasal ve sosyal yapıyı derinden etkileyen iki temel değişiklikten bahsettiği “Military and

Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 1600-1700” isimli makalesinde sistemdeki dönüşümü ele alırken, diğer yandan transformasyonun Celâli İsyanlarının patlak vermesindeki rolüne de değinmektedir. Makale isyanın alt yapısını hazırlayan etmenlerin sağlıklı bir şekilde anlaşılmasına katkı verecek önemli bilgiler içermektedir. Celali İsyanları üzerine yazılan diğer eser William J. Griswold’un Anadolu’da Büyük İsyan başlığı ile Türk okuyucu ve araştırmacısının karşısına çıkan ve kendi ifadesi ile Celali İsyanlarını “siyasi

düzlemde ele almaya girişen” çalışmadır (s.10) . Yazar bu isyanların Osmanlı

Devletini yıkıp yeni bir devlet kurma amacıyla gerçekleşmediğini vurgularken, Kuzey Suriye’de devlet kurma amacıyla hareket eden Canbolatoğlu Ali Paşa’yı istisna kabul etmektedir. Asiler Osmanlı Devlet yapısı içerisinde kendilerine tekrar yer edinmekten başka bir amaç peşinde koşmamışlardır. Kitapta kullanılan Public Record Office, Venedik Arşivleri ve çok sayıda yabancı kaynaklı malzeme eserin farklı bir bakış açısıyla ortaya konmasında etkili olmuştur.

Türkçeye Eşkıyalar ve Devlet, Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi adıyla kazandırılmış Karen Barkey’in Bandits and Bureaucrats The Ottoman Route to

State Centralization adlı kitabı devlet ve eşkıya arasında ilişkiye eğilen ve bu yaklaşımıyla öncekilerden ayrılan bir eserdir. Barkey, kitabında Osmanlı Devlet merkezileşmesini ele alırken, bunu 17. yüzyıl boyunca devam eden devlet-eşkıya arasındaki bir pazarlık meselesinin ve devletin bu grupları “manipüle” etmesinin sonucu ile ilişkilendirir. Griswold gibi Barkey de Akdağ’ın aksine bu hareketlerin bir grubun, suhteler, terhis edilen paralı askerler, eski tımarlılar, leventler vb., eşkıyalık faaliyetleri olduğunu, yağma, ev basma gibi birçok suçu da içerdiğini; buna karşı çok daha büyük çaplı hareketler olan Canbolatoğlu, Kalenderoğlu gibi isyanlarda dahi isyancıların, eşkıyaların asıl dertlerinin

devlete eklemlenmek olduğunu belirtmektedir. Barkey neticede tüm bu olan bitenin, Osmanlı Devleti’nin mücadele, pazarlık, manipülasyon yöntemleriyle toplumsal unsurlarla kotardığı bütünlük sayesinde merkeziyetçiliğini tamamlama çabası olarak görülmesi gerektiği görüşündedir.

Yunus Koç (2005) Celâli İsyanlarına giden yolu açıklamakta farklı bir bakış açısı getirmiş ve bir zümrenin ayaklanma sebeplerini ele almıştır. Koç, Osmanlı toplumunda reayanın devlete eklemlenmek için iki yolu bulunduğunu, bunlardan birisinin orduya katılmak diğerinin ise medrese yoluyla ulema sınıfına duhul etmek olduğunu, ancak zaten tıkanmış olan birincisinden sonra artık ikincisinin de kapandığını ve bu durumun suhte ayaklanmalarına sebebiyet verdiğini ifade etmektedir. Böylece suhtelerin Celâli eşkıyasına dönüşme serüveni ortaya konulurken ayaklanan her bir yapı ya da zümrenin kendine özgü sebepleri olabileceğine dair bir açıklama getirilmiş olur. Konunun devamı niteliğindeki ikinci çalışması ile Koç (2013b) bu kez suhte isyanlarının daha önce ele almadığı, kendi ifadesi ile eksik bıraktığı, yönlerini ele almaktadır.

Oktay Özel, Celâli Hareketlerinin etkileri üzerine sunduğu bir bildiriden mülhem yazdığı makalesinde bir suç faaliyetinin sonuçları açısından değerlendirmede bulunmuş bu yönüyle konu hakkında yapılan diğer birçok çalışmadan ayrılmıştır (Özel, 2005, s.65-74 ). Özel, makalesini oluştururken Amasya sancağında 1576 yılında yapılan tahrir ile 1642 yılındaki mufassal avarız defterlerindeki verilerden yola çıkarak, aradaki % 80 nüfus kaybını büyük ölçüde Celali Hareketlerine bağlıyor (s.66). Bu bağlamda devletin topladığı vergide azalma, vakıf gelirlerinde azalma ve tımar sistemine bağlı birçok askerinin gelirlerinin temin edilememesi sonuçlarına varıyor ( s.70-71).

Bu mevzuda yazılmış en ilginç ve galiba en sıra dışı eser Sencer Divitçioğlu’nun

“Oyun Teorisi”8 Bağlamında Celâlî İsyanları ( 1596-1611)” makalesidir. Yazar

8 Oyun teoremi, yapılan hareketin başkasını etkilediğini bilirken ve bunu hesaba katarken bireylerin nasıl karar aldıkları ile ilgilenmektedir (Bierman&Fernandez, 1998, s.4) . Matematik, iktisat, sosyoloji, felsefe, biyoloji vb. birçok bilim dalı tarafından uyarlanan teorem asıl manada “Theory of Games and Economic Behavior” adlı yapıtıyla John von Neumann ve Oskar Morgenstern tarafından bilim dünyasına sunulmuş ve John Nash, John Harsanyi ve Richard Selten tarafından geliştirilmiştir (Swedberg, 2001, s.302).

makalede konuyla alakalı yeni bir bilgi bulunmadığını en azından belge bazlı bilinmeyen bir verinin yer almayacağını çünkü birincil kaynakları tercih etmediğini ikincil kaynaklar üzerinden bir kurgu geliştirdiğini belirtmektedir. Divitçioğlu’nun yaptığı, var olan bilgileri yeni bir bakış açısı ile yeni bir modelin kalıpları ile açıklama girişimidir. Amacını “16. yüzyılın sonu ve 17. yüzyılın

başlarındaki Osmanlı toplumunu kollektif eylem ve oyun teorisi bakımından ele almak” olarak açıklar (Divitçioğlu,1999, s.137). Oyunun ismi Celali isyanları iken oyuncular suhte, levent, il-eri, ehl-i örf, sekban, Celâlî, reaya, ordu-yı hümayun ve sultanın kendisidir. Tüm mesele seçtikleri stratejiler bağlamındaki, maddi /manevi kazanım ya da kayıplarıdır (s.138).

Yazar diğer yandan daha özelde, mahkûm teoremi de denilen “Tutuklunun Açmazı”9 nı merkeze alırken fazlasıyla soyut ve matematiksel verileri tarih ile eşleştirmeye çalışmaktadır. Büyük resimde oyuncu eşkıya ve eşkıya-karşıtlığına indirgenebilir; eşkıya sekban bölükleri ve Celâlîler iken, eşkıya-karşıtı il-eri ve ordu-yı hümayundur. Yazar nihai kertede, oluşturduğu “ödenti matrisi” indeki matematiksel verileri, oluşan rasyonel hamle ve stratejiler ile kabul gören tarihsel gerçekler ışığında açıklamaktadır.

Osmanlı Devleti suç çalışmalarında en çok ilgiyi çekmiş konulardan birisi de cinsel sapma suçu kapsamındaki zina, fahişelik, tecavüz vb. dir. Colin Imber, Leslie Pierce, Abdul Karim Rafiq, Eugenia Kermeli, James Baldwin, Marinos Sariyannis gibi tarihçiler konunun değişik yönlerine, kimi zaman mekânsal ve tarihsel seçimlerindeki bazen de algılayış ve dolayısıyla yaklaşımlarındaki farklılıklarla temas etmişler, her defasında meselenin nevi şahsına münhasır bir yanını değerlendirmeyi başarabilmeşlerdir. Lakin suç tarihi çalışmalarının Osmanlı özelinde bahsedebileceğimiz “öksüzlüğüne” çare olacak, konunun devamı niteliğinde eserler vermeyerek alanı kendi halinde bırakmışlar, deyim yerindeyse söylecek sözleri tüket(e)memişledir. Eksik kalan noktaların vurgulanması bağlamında fonksiyon icra eden kimi hukukçu ve İslam fıkıhçıları ise konunun cezai boyutunu kendi bilimsel metodolojileri ile ele almışlardır.

9 Tutuklunun Çıkmazı - Prison Dilemma- Oyun teoreminin klasik oyunlarından birisidir. Oyunun nasıl kurgulandığının anlaşılması için bk. (Bierman&Fernandez, 1998, s.11)

Ancak sorunun ele alınış tarzındaki yöntem, tarihsel araştırmanın patikasından uzaklık, Osmanlı suç tarihine bakışta kimi aksaklıkları gün yüzüne çıkarmaktadır. Örneğin İslam hukukçusu İsmail Acar’ın “Osmanlılarda Zina

Suçu ve Cezası” adlı makalesinde daha çok Osmanlı kanunnamelerinde yer

alan zina ve diğer cinsel sapma suçları ile ilgili maddelerin tahliline yer verilmiştir. Bunlar arasında klasik hukuk bakış açısı ile Tanzimat Devrine kadar geçen sürede Osmanlı Hukukunda çok fazla değişiklik olmadığı iddiasından hareketle Fatih Kanunnamesinden başlayarak zina suçu ve benzer suçları içeren maddeler incelenmiş, ancak Osmanlı hukukunun uygulamasında hayati öneme sahip şer’i kaynaklar dışarıda tutulmuştur. Dahası zina suçlusunun uygulamada karşılaşacağı cezaları barındırması muhtemel olan şer’iyye sicillerini, mühimme kayıtlarını, kronik ve anlatıları göz ardı etmiştir. Bu eksiklik tek başına kanunname maddelerini ele alarak yorumlamada ciddi hatayı beraberinde getirmiştir. Makalede örneğin zina suçuna verilmesi öngörülen cürm ü cinayet uygulanacak tek ceza olarak görülmektedir (s.85). Oysa İslam fıkhının diyet bahsinde maddi zarar verdiği için mağdura tazminat niteliğinde verilecek diyetin yanında İslam fâkihleri ta’zir cezasının da uygulanması gerektiğini ifade etmişlerdir. “Aksi durumda zengin olanın suç işleme özgürlüğü olurdu” fehvasını benimsemişlerdir. Ayrıca elimizdeki veriler kanunnamede sadece cürm ü cinayet öngören maddelere rağmen kâdıların suçlulara ta’zir cezası verdiğini ispatlamaktadır. Ek olarak dönemin fetva mecmualarında da bu durumlarda verilecek cezanın ne olacağı açıkça ifade edilmiştir.

Bunun yanında makalede bulunan diğer bir hatalı yorum ise değnek başına, yani vurulacak her sopa için verilecek akçenin değnek cezası yerine verildiğinin düşünülmesidir. Oysa kanunnamede ifade edilen vurulacak değnek başına ayrıca 1 ya da 2 akçe cürm ü cinayet vergisinin ödenmesidir. Nitekim bu kanunun uygulama bulduğunu seyahatnamelerdeki ifadelerden de çıkarabilmekteyiz (Menavino, 2011, s.48).

Birbirinden bağımsız birçok alanda söz söyleyen Imber (1995), zina kavramının Osmanlı hukuk anlayışında kapsadığı alanı irdeleyen makalesinde kendi ifadesiyle kanunnamenin şeriata mebni yönlerinin mevcudiyetini araştırmak

gayesini güder. Bunu yaparken 1540’lı yıllara ait kanunnamenin zina ile ilgili ilk bölümü ile Hanefi hukuğunun konuya ilişkin yaklaşımını mukayese yolunu izler. İslam fıkhının bakışını makalesinin odak noktası haline getiren Imber zaman zaman kendi yorumlarını ekleyerek konuya genişlik sağlamaktaysa da bu yorumların İslam kaynaklı bilgi ile tezat teşkil etmesi mevzunun özüne aykırılık oluşturmaktadır. Örneğin tecavüzün İslam fıkhında yer teşkil etmediği ve zina bağlamında anlamlandırıldığı görüşü doğru bir önerme iken, Imber buradan hareketle çoğu zaman tecavüze uğrayan mağdurun da suçlu kabul edildiğini ifade ederek hataya düşüyor (s.178). Nitekim bu tarz bir vakada Hz. Muhammed’in mağduru suçsuz görüp serbest bırakması örneği İslam fakihlerince kabul gören bir delil hükmündedir.10

(Bkz. s.59)

Imber makalesinde İslam fıkhı terminolojisine göre zinanın ne olduğu, zaniye hangi durumlarda hadd cezası uygulandığı, hangi cinsel ilişki türünün zina kabul edildiğini ya da buna karşı olan görüşleri de teker teker ele alıyor. Fahişeliğin hadd cezası gerektiren bir eylem olup olmadığı, fahişeye verilen ücretin, kimilerince mihr gibi algılandığını-kabul gördüğünü- dolayısıyla bu durumda bir sahiplikten bahsedileceğine dair fıkhi bilgileri değerlendiriyor ve çalışmada Osmanlı müderrislerince muteber telakki edilen el-Mülteka’da yer alan bilgilere yer veriyor (s.179). Imber’e göre 16. yüzyıl fıkıhçıları fahişeliği yasal görmekte hatta Osmanlı kanunnamesinde buna delil dahi bulunmaktadır (s.188). Oysa yazarın önceden değindiği gibi mesele fahişeliğin hadd cezasına tabi bir eylem olup olmamasına ilişkindir. Hadd cezası uygulanamayacak olsa dahi fahişeler kâdılar tarafından ta’zir ya da hapis cezasına çarptırılabilmekte, topluca Kıbrıs’a sürülmekte ya da komşularının talebiyle yaşam alanlarından çıkartılmaktadırlar ki halkın bu hakkı kanunname ile güvence altına alınmıştır. Imber bu hakkın halkın istemiyle kâdı tarafından kullanılabileceğini ifade ederken aslında pratikte ciddi miktarda şikâyetin belgelere yansıdığını, dolayısıyla kâdının “isterse yapabildiği” cezalandırma uygulamasının da istisna teşkil etmeyip hatta belki de fahişelik bahis mevzu olduğunda en çok başvurulan yöntem olarak görüldüğünü

10 Bu konu “Cinsel Saldırı” başlığı altında ele alınacağından burada daha fazla izaha gerek görülmemiştir.

göz ardı etmektedir. Imber’in İslamın fahişeliğe bakışının “yasal” bir temele dayanmayıp “ahlaki” bir zemine oturduğu iddiası ise tam anlamıyla altı doldurulmamış bir değerlendirme izlenimi vermektedir.

Fahişeliğin ve hayat kadınlığının daha keskin hatlarla sınırlarının çizildiği makale “Sin and Sinner: Folles Femmes in Ottoman Crete” de Eugenia Kermeli 18. yüzyılda Girit’i çalışma sahası olarak belirliyor. Yazar Osmanlı hukuk kaynaklarında zina, fuhuş kelimelerinin ele alınış şeklini, bu iki terimin zaman zaman birbirinin yerine kullanılışını ve dolayısıyla kavramlar arasında bir kargaşa olduğu tespitinde bulunuyor (s.86-87). Özellikle şeyhülislamların fetvalarını bu tartışmada referans alıyor. Makale boyunca fahişeliğin icra edildiği mekânlardan, fahişeliğe giden yolun aydınlatılmasına ve özellikle Kamil Ahmet Paşa’nın problemin üstesinden gelmek için üstün ve aykırı çabasına değiniyor.