• Sonuç bulunamadı

DEVLETE KARŞI SUÇLAR 3.1. POLİTİK SUÇLAR

3.1.2. Kapıkulu İsyanları

Askeri ayaklanma Virginia H.Aksan’a (2010) göre bir grup askerin edinimlerini kaybetme, ödemelerdeki gecikme ve bazı adaletsizlikler sebebiyle duydukları rahatsızlıkları dışarıya yansıtma halidir (s.105). Görünürdeki sebepleri bir yana askerin kendisinde mutlak otoriteye isyan edecek gücü görmesinin altında şüphesiz payitahtın müdahale kapasitesinin düşmüş olması yatar. Bizim incelediğimiz dönemde özellikle 16. yüzyılın sonlarına doğru ayaklanmaların ciddiyetinin artması, isyancıların taleplerini dayatabilecek güce ulaşmış olması

dikkate değerdir. Merkezin kapıkullarına karşı zaafını Koçi Bey güç dengelerindeki değişimle açıklamaktadır. 17. yüzyıl devlet adamlarından Koçi Bey IV. Murat ve sultan I.İbrahim’e sunduğu meşhur risalesinde bu durumu şöyle ifade ediyor:

Selâtin-i sâlife-i izâm altı bölük halkını yeniçeri ocağıile ve yeniçeri taifesini altı bölük halkile ve bu iki taifeyi züama ve erbab-ı tımar kullarile zabtederlerdi. Şimdi ehl-i tımar bikülliyye yoğoldu ve kulluk kendülere münhasır olup, her biri bir dev oldu ( Koçi Bey,1939, s.51).

Askeri dönüşüm bahsi geçen dengenin bozulmasında temel etkendi. Yukarıda izah ettiğimiz (s.72-73) gibi ateşli silahlara yönelme zarureti tımarlı sipahilerin sonunu getirdi. İstanbul’da merkezi ordunun karşısında dengeleyici bir unsurun bulunmaması sebebiyle kapıkullarının padişaha veya çevresindekilere karşı konumları güçlenmişti. Yönetimin duruma hakim olamadığı zamanlarda payitahtı zorlayıcı isyanların patlak vermesi bir kıvılcıma bağlıydı. Öte yandan terazinin karşı ucunun boş kalması bir yana, yeniçerilerin bir müddettir homojen bir yapısının olmadığı, usulsüz ve haksızca ocağa duhul edenlerin kullanışlı birer figürana dönüşme ihtimali hesaba katıldığında aslında yeniçerilerin ayaklanmalarında çok başka bir motivasyonun da etkili olduğunu düşünebiliriz.90

N. Alkan’a göre ( 2010) bu isyanların kimisinde yeniçeriler taşeron rolünü oynamaktan başka bir işleve sahip değildi. Muhalif devlet adamları ve ulema yeniçeri içerisinde bulunan destekçileri ile ilk kıvılcımı ateşliyor ve kendi çıkarları için iktidarı şekillendirmeye çalışıyorlardı (s.56).

Osmanlıdaki ilk örneği II. Mehmed zamanına tesadüf eden ve tarihe Buçuk Tepe İsyanı olarak geçen ayaklanmanın kökeninde bundan sonraki birçok kalkışmada da başrol oyuncusu olan para konusu yatar lakin ikinci plandaymış gibi görünmektedir. Akdağ’a göre isyanın asıl nedeni siyasi hiziplerin mücadelesiydi. II.Murad’ın tahtı bıraktığı genç şehzade Mehmet ilk icraatlarından birisi Şahabeddin Paşa’yı vezir yapmaktı ve O da ulufeleri

90 Sinan Paşa yaptırdığı incelemede yeniçeri ocaklarına usulsüzce dahil olmuş 5037 kişi tespit etmiş, ancak bunları şu aşamada ocaktan çıkarmanın imkan dahilinde olmadığnı zira çok ciddi bir infial yaratabileceğini padişaha bildirmiştir ( Afyoncu, Önal ve Demir, 2013, s.25)

ödemek için paranın ayarında bir miktar değişikliğe gitmişti. Gücünü yitirmiş eski elitler bunu fırsata çevirerek yeniçerileri isyana teşvik etmiş, böylece yeniçeriler Edirne’yi birbirine kattıktan sonra Buçuktepe mevkiinde toplanmışlardı. İsyan duruma II.Murad’ın el koyması ve padişahlığı devir alması ile nihayetlendi. Aslında olup biten Halil Paşa’nın ocak ehli ile elbirliği yaparak, Enderun’dan yetişme Şahabeddin Paşa’yı devirmesiydi (Akdağ, 2010, s.274), lakin yeniçerilerin asıl derdi muhtemelen başkaydı. İsyancılar bir miktar bahşişle susturuldu.1446 yılında gerçekleşen olayı bastırmak için kullanılan yöntem Osmanlı’nın geleceğindeki benzer tepkilerin öncülü olmuş ve devlet yönetimi için hiç de mantıklı olmayan bir yol açmıştı. Deyim yerindeyse her fırsatta ayaklanan yeniçeriler kimi zaman bir devlet görevlisinin azline, kimi zaman katline sebebiyet verirken kimi zaman da sadece fazladan bir miktar ulufe ile sükûnete erebilmekteydiler.

16. yüzyılın özellikle ikinci yarısından sonra devletin mali kaynaklarındaki daralma, maaşlı merkez güçlerin sayısında artış ve bir takım başka sebepler yüzünden daha da hissedilir seviyeye ulaştığında, devlet ödeme zorluğunu aşabilmek için akçe içindeki gümüş miktarının düşürülmesi yolunu seçti (Barkan,1970). Kapıkulları bir yandan artan enflasyonla alım güçlerinin düşmesinden diğer yandan aldıkları maaş ve taltiflerin içindeki gümüş miktarının azalması sebebiyle durumdan pek de hoşnut değildi. Kapıkullarının birçok isyanı bu rahatsızlıktan kaynaklanmaktadır. Ekonomik koşulların yanında özellikle tahta geçecek şehzadenin belirlenme aşamasında da bu kitle aktif rol alabiliyor, isteği dışında gerçekleşen hamlelere karşılık isyan bayrağı açabiliyordu. Murphey ( 2007) II.Bayezid’in İstanbul’a davet ettiği şehzade Ahmet’i kabul etmeyip I.Selim’i padişah görmek isteyen ve tahta çıkışında etkin rol oynayan yeniçerilere Selim’in 8 yıllık iktidarının ilk dört yılında borçlu kaldığını söylemektedir (s.158). I.Süleyman oğlu şehzade Mustafa’yı boğdurduğunda durumdan hiç hazzetmeyen yeniçerilerin o sırada doğu seferinde ordugâhta bulundukları halde isyana kalkışmalarına ramak kalmıştı. Yeniçerilerin Şehzade Mustafa’yı tahtın yegâne varisi kabul etmeleri ironik şekilde Mustafa’nın sonu oldu. Belki I.Süleyman’ın müdahalesi olmasa, Mustafa

yeniçerilerin desteği ile I.Mustafa olarak tarihteki rolünü oynamaya başlayacaktı. Ancak güçlü ve kararlı bir hükümdar olan I.Süleyman, şayialar üzerine erkenden hareket ederek oğlunun yaşamına son verdiğinde, bu kez isyan eğiliminde olanları, Şehzade Mustafa’nın ölümünün sorumlusu gördükleri Rüstem Paşa’yı sadrazamlıktan azlederek yatıştırmayı başardı (Peçevi, 1992, s.214-215).

Godfrey Goodwin ( 2008) , padişah değişimlerinde culûs dağıtımı geleneğinin II.Mehmet ile başladığını ve kapıkullarında beklenti oluşturan geleneğin padişah değişimlerine dahi sebep olacak boyuta tırmandığını ifade etmektedir (s.118). 16. yüzyıldaki tipik örnek, her ne kadar kimsenin tahttan inmesine sebebiyet vermese de, yeniçerilerin culûs için ayaklanmalarını betimlemesi açısından kayda değerdir. II. Selim’in tahta çıkmasını takiben karşılaştığı gerçek, yeniçeriliğin 1826 yılında lağvedilmesine kadar geçen sürede defalarca tekrarlayan bir filmin sahnelenmesi gibidir. Tarih 1567’dir ve henüz meşhur 1584 tağşişi gerçekleşmemiş ve enflasyonist baskı yüzyılın son 10-15 yılına nazaran daha az hissedilmektedir. I.Süleyman Zigetvar Seferinde vefat etmiş, oğlu Selim acilen Belgrad’a varmıştır. Kanun-ı Nizama göre, olageldiği üzere, tahta çıkacak padişah otağ-ı hümayuna girdiğinde kendisi için hazırlanmış tahta oturup, kapıkullarına verilecek bahşiş ve terakkilerini kendi ağzından ilan edip cülusu dağıtmalıdır. Nitekim vezir-i azam Sokullu Mehmed bu meyanda bilgilendirme de bulunduysa da Mevlâna Hoca Atâullah Efendi ve Lala Hüseyin Paşa’nın telkinleri ile bu fikre itibar edilmemiştir. Nitekim I.Selim tahta da oturmuş, ama bekledikleri müjdeyi alamamış olan yeniçerilerin ” Bizüm âdet ü

kânun-ı kadîmimüz ri’âyet olunup , bahşiş u terakkilerimüz söyleşilmedi, nice olmak gerekür.”, “ sonra zahmet çekersünüz…, îmdi Edirne-Kapusı’nda veya Sarây kapusında yine siz bizümsiz,…” vb.homurtuları duyulmaya başlanmıştı.

Nihayet yolda beklenen ödeme yapıldı ancak eksiklik vardı. Hazinenin tamamının yanlarında olmadığı, gerisinin İstanbul’a varınca ödeneceği ifade edildiyse de yeniçerilerin rahatsızlığı devam etti. Edirne Kapısına gelindiğinde yeniçeriler önceden yaptıkları organizasyonla yürüyüşü yavaşlatıp yanlarına bu sebeple gelen Pertev Paşa ve Piyale Paşa’yı tartaklayıp, Ferhad Paşa’yı darp ettikten sonra bunları ceplerindeki altın florileri atarak durduran Vezir Ahmed

Paşa ve Mehmed Paşa’yı ayrıca Mustafa Paşa ve Yeniçeri Ağası Ali Ağayı ortalarına alarak I.Selim’in önlerine getirdiler. Bu arada bir grup sarayın bahçesine girip kapıları kapatmıştı. Sonunda padişah “ Virilsün, cümle bahşiş u

terakkilerinüz makbulümdür” buyurarak bu ayaklanmayı bitirmiştir ( Selânikî,

1999, s.48-56).

Vezirlerin yeniçeriler tarafından darp edilmesine, Padişahın alıkonmasına rağmen kayıtlar bir cezalandırmadan bahsetmez. Yeniçerilerin kendi isteklerini dikte etmek için kullandıkları yol, bir pazarlık metodudur aynı zamanda ve pazarlığın sonucu açısından da belirleyici olabilmektedir.91 Önemli olan pazarlığın tarafları arasında nihai kertede kan dökülmeden ve Selânikî’nin şükrettiği üzere “şehir târac” olmadan anlaşmaya varabilmektir (s.56). Merkezi otoritenin güçlü bir ayağı olan kapıkulları, yeniden çizilen askeri dengelerde simetrisi olmayan odak noktasına dönüşmeye başlayınca padişahların gücü nispetinde kendi isteklerini dayatmakta mahir ve cevval bir hal aldılar. Para pazarlığının yanına devlet görevlilerinin yer değiştirmesi, azli hatta daha da ileride idamını ekleyerek güçlerini arttırmaktaydılar. Yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşen ayaklanmalarda isyankârların istekleri koşulsuz kabul edilmiş görünüyor. Bu durum Osmanlı Devleti’nin yönetimsel esnekliğinin bir delili olarak görülebilir mi? Zira 17. yüzyılı krizler çağına çeviren Celâli İsyanlarında devletin esnekliği Celali liderlerini kendi tarafına çekmek için kullanılan argümanlarda kendisini göstermekteydi (Barkey, 1999). Acaba Osmanlı Devleti yeterince güçlü olmadığı durumlarda padişaha karşı isyan suçu işlemiş olan merkez kuvvetlerini idare ederken aynı esnekliği, akılcılığı tercih ediyor olabilir miydi? Önümüzdeki örneklerden 1590 ve 1591 yılında gerçekleşmiş iki isyanda da yeniçerilerin taleplerinin yerine getirilmiş olduğunu ve buna karşılık isyancıların bir bedel de ödememiş olduklarını görüyoruz.

91 Burada Karen Barkey’in (1999) Devlet ile Celâliler arasındaki mücadeleyi pazarlığın aşaması olarak yorumladığını hatırlamak, benzer bir düşünceyi kapıkulları ile devlet arasındaki ilişkide aramamızda yol göstericidir.

1590 tarihinde halk tarafından “eşkıyalıkları” şikâyet edilenler bu kez ilk önce kendilerini kontrol altına almak isteyen Yeniçeri kethüdası ve Kara İsmail adındaki bölük-başının azline sonra da “Bize Apostol Ağa gerekmez heman

eylücek ile içimüzden çıksun……yohsa eyü olmaz” tehdidiyle Yeniçeri Ağasının

görevinden alınmasına neden oldular (Selânikî, 1999, s.231). İstekleri bir türlü bitmeyen ve her fırsatı kendi lehlerine çevirmeye çalışan kul kökenliler bir sene sonra 1591 yılında bu kez veziriazam Ferhad Paşanın sonunu hazırlayan olayların içinde yer almaktaydılar. Selânikî’nin anlattığına göre Erzurum’da bulunan yeniçeriler kötü niyetli bazı kimselerin “ Celâ-i vatan itmemüz

mukarrerdür veyahut kullî kabâhat ü fesâda sebebdür, tahammülümüz yokdur, üzerümüzden def’ u ref’ eylen” şeklindeki iftiralarına maruz kalmışlar, anlaşılan

o ki başarılı bir propagandaya dönüşen eylemler sebebiyle şehirden sürülmüşler mal ve mülkleri de yağma edilmiştir. Sorumluların bir kısmı bir müddet sonra yakalanıp “salb u siyaset” olundu ise de yeniçerilere reva görülen muamele İstanbul’daki ocakdaşlarının kulağına gitmiş ve rahatsızlıklarını dile getirecek ya da hâlihazırda kalkışacakları aksiyon için bahane edinerek bir manevra geliştirmişlerdi. Nisan 1592’de bir gün önce Dîvân-ı Hümayun’a giden vezir-i azam Ferhad Paşa’nın üzerine yürüyüp, “ol gün şurbayı depüp” deyim yerindeyse isyan başlangıcının alametifarikasını da göstermişlerdi. Yaramazlıkları daha büyük fitneye sebebiyet vermemesi için bir dizi azil işlemi saray tarafından tedbir olarak kabul edildi. Yeniçeriağasının görevden alınmasının isyankârların sükûnete ermesine katkı yapacağı düşünülmüş olsa gerek ki Mehmet Ağa, Anadolu Beylerbeyliğine kaydırılarak yerine Halil Ağa getirildi. Ancak sâbık Yeniçeri ağası Mehmet Ağa’nın durumun ertesi gün karışabileceğine dair ihbarı üzerine vezir-i azam Ferhad Paşa’nın da ma’zul olduğu ve şehri terk etmesi gerektiği kendisine iletildi (Selânikî, 1999, s.263- 265 ). Naima ( 2007) Ferhad Paşa’nın azlinde asıl meselenin, Paşa’nın padişaha yalan söyleyerek sorumluluğu Yeniçeriağasına atması olduğunu aktarmaktadır (s.50).

27 Ocak 1593’te gerçekleşen başka bir ayaklanmanın merkezinde bu kez kapıkulu sipahilerinden bir bölük yer alıyordu. Ulufelerinin sürekli olarak eksik

verildiğinden şikâyet eden bir grup sipahinin olay çıkarması, paranın tamamlanması tekliflerini de reddederek Veziriazam Siyavuş Paşa ve Defterdarın başını istemesi üzerine ikna çabaları da boşa gidince, hatta padişahın “ ..diyar-ı Garb’a ve Şark’a çıkup gitsinler turmasunlar, benüm

dâmenime murdar kanları bulaşdurmasınlar…..maksûdları yerine gelsün….”

diyerek yaptığı tehdidi de ciddiye almayınca ortam karıştı. Toplanan ”Dîvân

ashâbı ve Matbah-ı Âmire huddâmı” tarafından bertaraf edilmeleri ile isyan

sonlandırıldıysa da, olayın bu aşamaya gelmesinden sorumlu tutulan iki defterdar Hasan Efendi ve Yahya Efendi’ye görevden el çektirildi. Olayda telef olan sipahiler denize dökülmüştü (Naima,2007, s.59-60; Selânikî, 1999, s.301-303). Çünkü Şeyhülislam’ın fetvasına göre “ Halîfe-i zemîn ü zemân Pâdişâh-ı

İslâm-penâh” a karşı ayaklanan ta’ife ehl-i bağy olup, helâk olanların namâzları

kılınmayup denize atılmalıydılar (Selânikî,1999, s.303). I.Süleyman’ın son senelerinde Rumeli Kazaskeri olan Hamid Efendi de benzer bir tavır takınmakta ve padişaha isyankârlara binaen şöyle izahatta bulunmaktadır:

Padişah-ı âlem-penâh –sellemehullahu te’abî Ed-dareyn Hazretlerine âsî olub emrinden tecâvüz eden taifenin ki, suret-i fetvâda zikrolunmuştur, anların demleri helâldir deyü taifeden maktül olanlar yunmaz ve namazları kılınmaz. Hak Te’âlâ katında azîm ikâba ve azâba müstahaklardır. Ve devletlû saâdetlû padişaha muâvenet edenlerden maktul olanlar şehidlerdir. Vallâh a’lem.(Akgündüz, 1999, s.7).

Hamid Efendi’nin bu tafsilatı şehzade Bayezid vakasına istinaden I.Süleyman’ın oğlunun üzerine yürüme eylemini meşrulaştırmak için aldığı onay fetvalarından birisi olması hasebiyle öneme haizdir. Dolayısıyla bu fetvanın bahsettiği kişinin hükümdara, isyan etmesi sebebiyle bağy sayılması bir yana kanlarının akıtılmasının helal olacağı, namazlarının kılınmayacağı da ayrıca vurgulanmıştır. Buradan hareketle yukarıdaki vakada da aynı yaklaşımın kabul gördüğünü düşünmek doğru olacaktır. Bu aşamada olayın önceki isyanlardan pek de farkı bulunmamasına rağmen baği tanımlaması yapılmasının sebebi sorgulanabilir. Ya da diğerleri neden aynı minvalde değerlendirilmemiştir? Muhtemelen yukarıda da değindiğimiz üzere üstesinden gelinebilecek boyutta bir ayaklanmaya karşılık devletin sert yüzü gösterilebiliyordu. Oysa isyancı kitlenin karşısında dengeleyecek bir unsur bulunmuyorsa ve hükümet kendisini

pazarlığın belirleyicisi konumunda görmüyorsa ikna olmaya meyyal bir tavır takınmaktaydı.