• Sonuç bulunamadı

KİŞİLERE KARŞI SUÇLAR 1.1. HAYATA KARŞI SUÇLAR

1.3. CİNSEL DOKUNULMAZLIĞA KARŞI SUÇLAR

1.3.3. Çocuk İstismarı

Osmanlı toplumunda sözlü taciz ise çoğu zaman bir başkasının aklını çelme ya da ayartma amacıyla söylenen sözlerden ibaretmiş gibi görünmektedir. 1549 yılında bir şahsın eşine sözlü tacizde bulunduğu için hakkında şikâyet bulunan M.Ali (17 Nolu ÜŞS, h.98), aynı yıl bir başka hanımı bu kez aracılar vasıtasıyla ayartmaya çalışmaktadır (17 Nolu ÜŞS, h.115).

1.3.3. Çocuk İstismarı

Osmanlı hukuku ırza geçme vakalarında verilecek cezayı belirlerken çocuğun yaşını dikkate almıştır. 17. yüzyılın önemli şeyhülislamlarından Yahya Efendi çocuğun ergen, akıl baliğ olup olmamasına göre suçluya medeni hali dikkate alınmadan zina haddı yani recm uygulaması ya da aksi durumda ağır bir ta’zir cezası verilmelidir demektedir (Demirtaş, 2012, c.2, s.659).

Erkek çocukların mağdur olduğu 5 vakada çocuklar zor kullanılarak livata edilmiş ya da livataya teşebbüs edilmiştir. Çocukların ikrarı (17 Nolu ÜŞS, h.155; 56 Nolu ÜŞS, h.306) yanında mağdurun feryadına yetişenlerin (56 Nolu

42 “ Ve dahi ‘avret ve oğlan varub su alduğı yere ve ton yuduğı yere levend ta’ifesi varmaya, men’ ideler; memnu olmayanı ta’zîr idüb iki ağaca bir akça cerime alına”

ÜŞS, h.372) ya da vakadan hemen önce saldırganı kurbanın elinden tutup götürürken görenlerin (56 Nolu ÜŞS, h.306), yaralanan çocuğun kanını saldırganın üzerinde görenlerin ( 1 Nolu YŞS, s.10) şahitliği ile vakalar kayıt altına alınmıştır. Saldırganlara dair çok fazla detay bulunmayan belgelerin birisinde, saldırganın ahali tarafından iyi bilinen (17 Nolu ÜŞS, h.155) diğerinde ise zaten yaramazlıkları ile meşhur, kadınlara, cariyelere fenalığı dokunan bir kişi olduğundan basedilmektedir (1 Nolu YŞS, s.10) . Maalesef belgelerin hiçbirisinde saldırganların karşılaştığı son kaydedilmemiştir. Ancak Lubenau (2012) erkek çocuklara cinsel tacizde bulunanların bir kuleden atıldığını ifade ettikten sonra, kendisinin şahit olduğu bir cezalandırmadan da bahseder. Lubenau bir oğlan çocuğuna tecavüz eden bir adamın herkesin gözleri önünde üreme organının kesildiğini anlatmaktadır (s.332). Bu cezalandırma şekli yukarıda, cinsel saldırı bahsinde, sözünü ettiğimiz tecavüzcü için Osmanlı kanunnamelerinin belirlediği yaptırımın uygulama bulduğunu göstermektedir.

Osmanlı toplumunda beslendikleri İslam geleneği ve inancı gereği, namahrem kabul edilen bir kadın ile erkeğin baş başa yalnız kalması toplumca reddedilen bir davranıştır. Nitekim Hz. Pegamberin “ Sizlerden herhangi biriniz haram

olmayan bir kadınla aslâ başbaşa kalmasın. Zira bu ikilinin üçüncüsü şeytandır.”

hadis-i şerifi Osmanlı dünyasına da doğrudan etki eder. Osmanlı belgeleri iki namahremin beraber görüldüğü durumların kayıt altına alındığı örneklerle doludur (9 Nolu ÜŞS, h.54, h.100, h.186, h.465; 14 Nolu ÜŞS, h.338; 26 Nolu ÜŞS, h.592, 51 Nolu ÜŞS, h.22)43. Dolayısıyla bir erkeğin, kadına yaklaşması, yaşı küçük dahi olsa bir kız çocuğunu yanına alıp bir yerlere götürmesi dikkat çekici bir durumdur. Osmanlı toplumundaki çocuk istismarı vakalarındaki kurbanların küçük erkek çocuklar olması bu açıdan değerlendirilmelidir.

43 “Sebeb-i tahrîr-i sicil budur ki Üsküdar subaşı[sı] Mustafa Bey meclis-i şer‘a Fatma nâm hâtunu ihzâr eyleyip takrîr-i merâm kılıp merkūme Fatma İslâmbol’dan bir kaç nâ-mahrem kimesneler bunda bir yerde sohbet ecli için cem‘ olmuşlar deyicek mezbûre hâtundan su’âl olundukda İstanbul’dan bir kaç nâ-mahremler ile Üsküdar’a geldim deyip mezbûr subaşıyı tasdîk mâ hüve’l-vâkī‘ subaşı talebiyle tescîl olundu.” (9 Nolu ÜŞS, h.54)

“Sebeb-i tahrîr-i sicil budur ki Karye-i Çengel’den Yani b. Yorgi ikrâr ve i‘tirâf kılıp eyitdi ki karye-i mezbûreden Mihal b. Kızag? nâm zimmînin nâ-mahrem avratıyla karye-i mezbûreden Üsküdar’a geldik deyû ikrâr [ve] i‘tirâf ettikden sonra mezkûrun ikrâr[ı] vukū‘ üzre tescîl olundu.Şuhûdü’l-hâl: Bâli b. Aslıhan ve Hızır b. Ahmed ve gayruhüm” (9 Nolu ÜŞS, h.465)

1.4. ŞEREFE KARŞI SUÇLAR 1.4.1. Hakaret, Sözlü Sataşma

Bireylerin kargaşa ortamlarında verdikleri reaksiyonlar toplumdan topluma değişmektedir. Saldırganlığın asıl değer kabul edildiği bazı toplumlarda saldırı karşısında sessiz ve tepkisiz kalmak korku, dolayısıyla zafiyet belirtisi iken, kimi toplumlarda şiddetli tahrik altında dahi sükûneti koruyabilmek erdem gereği kabul edilmekte, öç almak itibarın yerle yeksan olması sonucunu doğurmaktadır ( Roberts, 2010, s.51-52). Bu açıdan yaklaşıldığında modern dönem öncesi Avrupa’da en ufak bir söz dalaşının düello ile bitip ölüme kapı aralayabilme ihtimaline karşın Osmanlı toplumunda hakarete hakaret ile ya da fiziksel temas ile karşılık verildiğini gösterir sayısız belge bulunmaktadır.

İslamın sözlü hakarete yaklaşımını gösteren ayet ve hadisler Osmanlı’da mahkemeye yansıyan şikâyetlerde belirleyici olmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de kötü söz söyleyen ve başkaları ile alay edenlerle ilgili şu ayet dikkat çekicidir:

Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir (Hucurat, 49/ 11)

Diğer yandan bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber “ Mü’min; insanları kötüleyen,

lanetleyen, kötü söz ve çirkin davranış sergileyen kimse değildir” (İmam Nevevî,

2013, s.478 ) demektedir.

Kimi hakaret içerikli sözlü sataşmalar İslam fıkhına göre “kazf” suçu olarak nitelenebilir. Kazf, bir Müslümanın zina ile itham edilmesidir ve Kur’an-ı Kerim’de “ Muhsan olan kadınları zina ile karalayıp, sonra (davalarına isbat için

) dört şahit getiremiyenlere seksen değnek vurun ve onlardan hiçbir şâhitliği de kabul etmeyin” (Nur/4) buyrularak, bu suçu işleyenlere verilmesi gereken ceza ifade edilmektedir. Dolayısıyla kızgınlıkla dahi olsa karşıdakinin nesebinin belirsizliğini ima eder şekilde edilen hakaret veya küfür, kazf haddı ile yani 80 değnek ile cezalandırılır ve tövbe edene kadar da şahitliği kabul edilmezdi ( Merginâni, s.241). Ahmed el-Kudûrî’ye (2015) göre ise hiçbir şart altında şahitlik

yetkisi geri verilmez (s.489). Aynı isnadın bir gayrimüslime ya da köleye yapılması durumunda hadd cezası uygulanmaz ancak kâdı kendi insiyatifini kullanarak bir ta’zir cezası verir (El-Kudûrî, 2015, s.489; Merginani, s.246).

Osmanlı Toplumunda sözlü sataşma ya da küfürün iki muhatabı bulunmaktadır. Belki bir öfke boşalmasının tezahürü olan ve karşıdaki şahsı hedef alan hakaretler, karşılığını aynıyla ya da fiziksel saldırı ile görebildikleri gibi meselenin doğrudan mahkemeye yansımasına da sebebiyet verebilirdi. Bu tip vakaların sıklıkla mahkemeye taşınmasının altındaki keyfiyet, insanların haysiyetlerinin toplum içinde rencide edilmesine karşın seçtikleri cevap verme yöntemine ilişkindir. Ancak bu tür bir davranışın kökünde kolayca anlaşılabilir bir insan tavrının yattığını da iddia etmek yanlış olmayacaktır. “Sinekten yağ çıkarmak” özlü sözünün müddeinin tavrında canlanmasına tanıklık edebileceğimiz belgede, suçlu muhtemel bir cezadan kurtulmak için şikâyetçi ile sulh yoluna gitmektedir. 1515 tarihli belgede, kendisine küfür edilen Yeniçeri Hüseyin b. Yusuf, 200 akçe gibi, eyleme nispetle ciddi bir meblağ karşılığında davasından feragat etmiştir (1 Nolu ÜŞS, h.101). Öte yandan benzer bir eylem sonucunda, sanıktan hak taleb edenler de mahkeme kayıtlarına yansımaktadır (26 Nolu ÜŞS, h.204; 84 Nolu ÜŞS, h.733). Buradaki “hak talebinin” de bir miktar tazminat olacağını ifade etmek yanlış olmayacaktır. Zira küfüre karşılık, küfürle kısas diye bir anlayış bulunmamaktadır. Eğer bahsi geçen istek sanığın cezalandırılması ise, bu kez de sanığın sulh yolunu seçmesine yönelik bir dayatma, zorlamanın ya da tehtidin varlığından bahsedilebilir. Diğer yandan belgelerde en sık rastlanan sanığın hakareti sonucu karşılaştığı yaptırım ise ta’zir cezası olmaktadır. Örneğin 1523 yılına ait bir kayıtta “bre hırsız

boğazından asılası” diye hakaret eden Halil ( 5 Nolu ÜŞS, h.80), “cimâ lafzıyla”

küfr eden Manol ( 9 Nolu ÜŞS, h.209) ta’zir cezasına çarptırılmışlardır.

İkinci muhatab ise Müslümanların kutsal değerleri olmaktadır. Suçluyu dinden çıkaracak, yani mürtedliğini zahir edecek, ya da zındıklıkla damgalayacak içerikteki küfürlerin söylendiğinin isbatı halinde suçlunun ağır bir yaptırım ile karşılaşacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Aşağıda dinsel sapma başlığı altında da

ele alacağımızdan burada çok tafsilata girmeden mürted kabul edilen birisinin sonunun İslam fıkhı bakış açısından idam, yine zındığın katlinin de vacip kabul edildiğini ifade etmeliyiz.

Hakaretin ulaştığı nokta, sözün içeriği ne olursa olsun kâdı önüne hakaret sebebiyle çıkan kişinin bulunduğu konuma göre bir cezaya tabi tutulacağı açıktır. Bu durumda konumdan kasıt bir zenginlik ya da soyluluk değil, ancak ilmen sahip olunan statüdür. Örneğin bir kâdının ya da müderrisin suç işlemesi durumunda, eğer bu suç kısası, siyaseti gerektirmiyorsa, sıradan bir reaya için ta’zir, falaka cezası iken bahsi geçenler için sözlü uyarı veya sakalın kesilmesidir (Heyd, 1973, s.274) .