• Sonuç bulunamadı

III. BÖLÜM

3.2. Yeni Birikim Rejimi

3.2.4. Yeni Birikim Rejiminin Krizi

3.2.4.1. Krizin Siyasal Boyutu

1980’lerin başında askeri yönetimin garantörlüğü altında 24 Ocak kararları ile uygulamaya koyulan neoliberal politikaların gerektirdiği dışa açık ekonomi modeli, 1990’lara gelindiğinde vaat ettiklerini gerçekleştiremeyen bir görünüm sergilemiştir. 12 Eylül rejimi altındaki hegemonya girişimi, 1980’lerin ikinci yarısında hızla dağılmış, 1990’lı yıllar boyunca aşılamayacak hegemonik kriz döneminin hazırlayıcısı olmuştur. Neoliberalizmin ekonomik büyüme, refah artışı, gelir dağılımında adalet gibi vaadlerinin hiçbirinin gerçekleşmemesine bir de yeni ekonomik reformların küçük çiftçiler, işçiler, kamu çalışanları, küçük esnaf zanaatkârlar gibi bazı büyük sosyal gruplara verdirdiği kayıplar eklenince; Türkiye ekonomisi, sürekli kriz-istikrar paketi sarmalında ilerleyen bir hal almıştır. Bu durum karşısında, neoliberal reformların demokratik bir çerçevede ilerletilmesi sorun oluştururken; siyasal rejim ve partilerin meşruiyeti sorgulanmaya başlanmıştır. Rejimin meşruiyet krizine girmesinin altında yatan neden, burjuvazinin toplumun geneli üzerindeki yönlendirme kapasitesinin kaybetmesidir (Ataay, 2008:42- 43). Toplumsallıklarını kaybeden merkez partilerin güvenlik aygıtına teslim olması; militarizmin ve neoliberalizmin eklemlenerek inşa ettiği otoriter devlet yapısının daha da güçlenmesi bu hegemonya krizinin görüngüleri olmuştur (Akça, 2011:29-30).

Türkiye’nin 1980 sonrası küresel kapitalizme eklemlenme sürecinin iki temel ayağı finansal ve ticari serbestleşmedir. Türkiye’de finansal serbestleşme sonrası, eşitsizliğin artışına bağlı olarak sermaye içi bazı kesimler gelişmelerden kârlı çıkıp donanımlarını artırırken, genel olarak makroekonomik koşullar kötüleşmiştir. Sermaye birikim sürecinin holding biçiminde gelişmesi, sermayeler arasındaki ilişkilerde belirleyici olmuştur. Bu süreçte, sermayenin toplam döngüsünün farklı işlevlerine sahip olan ve olmayan gruplar arasındaki çelişkiler yoğunlaşarak artmıştır. Güç ilişkilerinde belirleyici olan faktör, holding biçiminde örgütlenen grupların, ekonomideki para- sermaye döngüsünü kontrol edebilecek bankalara sahip olmalarıdır. Özellikle, uluslararası dinamiklerle bütünleşmede, para-sermayesi önem kazandıkça, bölüşüm kategorisi olarak faiz gelirleri merkezi bir önem kazanmıştır. Erken kapitalistleşmiş

ülkelerdeki üretken sermayelerin, finansal olarak daha karlı alanlara yönelmesi, para sermayenin bu önemini artırmıştır (Ercan, 2004:29-31). Büyük sermayenin ve yüksek gelir grupların finansal rantlarının vergilendirilmemesi bütçe açığını büyütmüştür. Borçlanmanın finansmanı için vergilendirmenin yerine borçlanmanın tercih edilmesi, önemli bir finansal rantın doğmasına yol açtığı gibi, kamu maliyesindeki dengesizliğin kökleşmesine neden olmuştur (Sönmez, 2009: 52).

Sanayi burjuvazisi finansal maliyetlerin artışını, emek maliyetlerini düşürerek telafi etme yoluna gitmişlerdir (Ercan, 2004:29-31). 1989 yılında gerçekleşen işçi eylemleri ve kamuoyunun desteğini kazanan demir-çelik, SEKA ve Zonguldak grevleri ANAP’a karşı yükselen toplumsal tepkilerin ifadesi olmuştur. Bu memnuniyetsizliklerin üzerine 1989 Yerel Seçimleri’nin kaybedilmesi, ANAP’ı popülist politikalar üretmeye zorlamıştır (Boratav, 2015a:176-178).

Özal’ın kişiliğinde simgeleşen liberal-muhafazakâr ittifakının hegemonyası 1987’de 1980 öncesinin siyasal liderlerine getirilmiş siyaset yapma yasağının sona ermesiyle sarsıntıya uğramış; işçi hareketlerinin 1988-89’daki yükselişi ise söz konusu hegemonyanın kırılma noktası olmuştur. İşçiler başta olmak üzere, emekçi kesimlerin o dönemde yükselttiği mücadele varolan sermaye birikim tarzını tıkadığı ölçüde, o güne kadar ANAP’ta temsilini bulan sınıfsal ittifakın ve sunduğu toplumsal projenin de güçten düşmeye başladığı görülmüştür. Erdal İnönü liderliğindeki Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) ve Süleyman Demirel’in başında bulunduğu DYP, ANAP’ın bölüşüm ilişkilerinde dezavantajlı duruma getirdiği sınıf ve gruplara dayanarak ANAP hegemonyasını kırmaya yönelmiştir. ANAP, 1993’te yaşamını yitiren Özal’ın ardından partideki liberal çizginin belirginleşmesi ve muhafazakâr kesimlerin partiden uzaklaşmaya başlaması nedeniyle, kentli burjuva ve yüksek gelirli küçük burjuva kesimlerden oluşan bir tabana sıkışıp, özellikle taşra kentlerinde desteğini kaybetmiştir (Doğan, 2007: 51, 80).

Yaklaşık bir milyon işçinin katıldığı 1989 Bahar Eylemleri, 12 Eylül’ün kitle hareketlerine getirdiği kısıtlama ve engelleri hükümsüz kılarak, toplumsal hareketleri teşvik edici bir hüviyet kazanmıştır. 1990-91 Zonguldak grev ve yürüyüşü, başarıya ulaşamamış fakat işçi hareketinin politize olmasını sağlayarak, Paşabahçe ve Erdemir gibi kendisinden sonraki bir dizi başarılı eyleme esin kaynağı olmuştur. Kamu çalışanları, 90’lı yıllar boyunca sınırlı eylemliliklerine rağmen, bu dönemin en mücadeleci işçi örgütü olan KESK’i kurmuşlardır. İşçi hareketindeki bu yükseliş, 1991 seçimlerinin sonucunu

etkilemiş, 1995’te Çiller hükümetini sarsmış ve daha sonra Çiller’in azınlık hükümeti kurması için gerekli politik zemini daraltarak, burjuvazinin neoliberal programı rahatça ve pürüzsüz biçimde uygulamaya koymasını engellemiştir (Savran, 2004:32-33). Bu tepkiler 1989 yılında kamu sektörü işçileri ve memur maaşlarında yüksek bir artışa yol açarken, özel sektördeki toplu sözleşmeler de anlamlı ücret artışlarını beraberinde getirmiştir. Kamu bütçesindeki desktekleme alımlarına ayrılan kaynaklardaki göreli daralma da ilk kez 1989’da son bulmuş ve 1992’ye kadar kesintisiz olarak sürdürülmüştür Ancak, 1989’u izleyen yıllarda işverenler, kayıt-dışı istihdamı ve işten çıkarmaları yaygınlaştırarak ücretlerde meydana gelen artışları telafi etmişlerdir. İşten çıkarmalarla oluşan işsizlik tehdidi, 1994 bunalımı ve özelleştirme uygulamaları sendikal hareketlerin dinamizmini akamete uğratmıştır (Boratav, 2015a:178).

1989 yılı sonrasında emekçi kesiminde yaşanan bu gelişmeler siyasette orta-sol partilere dönük desteği arttırmaya başlamıştır. Ancak, 1989’da büyük kent yönetimlerinin Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP)’ye geçmesiyle zirve noktasına ulaşan bu toplumsal destek, bu partinin sınıfsal bir muhalefet izlemekten kaçınmasıyla devam edememiştir. Merkez-sol partilerin neoliberal poltikalara karşı sol seçenekler oluşturma çabalarının 1994 krizinden sonra tümüyle terk etmeleri ve 2002 sonuna kadar emekçi sınıfları ezen istikrar/yapısal uyum politikalarına parlamentodaki sol partilerin destek vermeleri, ülke içi siyasette solu neoliberalizmin yarattığı hoşnutsuzluğa bir alternatif olmaktan tümüyle çıkarmıştır (Boratav, 2015a:176-178).

SHP’liler belediyeler, iş başına geçtikten sonra, ANAP’ın uyguladığı neoliberal ekonomik siyasanın kentte yarattığı toplumsal ve mekânsal bölünmüşlüğü hafifletecek birtakım uygulamalar başlatmışlardır.6 Kentin çalışan ve yoksul kesimlerinin mezkezinde

yer aldığı söz konusu toplu tüketim uygulamaları, bu kesimlerin yaşam koşullarında bir iyileşme yaratmış olsa da bu uygulamalar 1992’den sonra ileri götürülememiş hatta bir kısmından geri dönülmüştür. Bunun yanında, temel ihtiyaç maddelerinin fiyat denetimi konusundaki yetkinin 1991’de belediyelerden alınıp esnaf örgütlerine devredilmesini getiren 3741 sayılı yasaya karşı sessiz kalınması ve hatta bu değişikliği hükümetten talep

6 “İlk yıllarda kamuoyunda sosyal adaletçi bir belediyecilik anlayışı izlenimi uyandıran bu uygulamalardan

başlıcaları: Halk Ekmek fabrikasının kapasitesini arttırıp etkin biçimde çalıştırmak, bayilik ağını genişletmek; tanzim satış mağazaları kurmak; tüketim kooperatiflerini desteklemek, kimi yoksul gecekondu mahallerine sabah ve akşam saatlerinde ücretsiz toplu taşıma hizmeti vermek (Halk Taşıt); söz konusu mahallelerin altyapısını geliştirmek; buralarda çocuk gelişmi için her sabah süt dağıtmak; konut kooperatiflerine ucuz arsa tahsisi ve çeşitli altyapı kolaylıkları sağlamak; üniversite öğrencileri için ucuz kiralık konutlar tahsis etmek olarak sıralanabilir” (Doğan, 2007: 75-77).

edenlerden birinin SHP’li Ankara Büyükşehir Belediyesi olması dikkat çekicidir. Bunların yanında yaya bölgeleri, kadın sığınma evleri gibi uygulamalarla modern bir kent kültürü ve yaşamını geliştirme doğrultusunda yapılan sosyo-mekânsal düzenlemeler, tarihi ve doğal çevrenin korunmasıyla, kültürel ve sanatsal faaliyetlere ANAP döneminden farklı olarak verilen önem SHP belediyeciliğinin olumlu yönleri olmuştur (Doğan, 2007: 75-77).

Türkiye’de emek süreçlerinde yaşanan bölünme ve artan eşitsizlikler, neoliberalizmin işçi sınıfının kolektif öznelliğinde yarattığı tahribatın ilk işaretlerini vermiştir. Kırsaldan kentlere akan yoğun göçlerle birlikte Türkiye tarihinde eşi görülmemiş bir mülksüzleşme ve proleterleşme ortaya çıkmıştır. Türkiye ekonomisinin bu mülksüzleşen kitleleri massedebilecek bir gelişmişlik düzeyine ulaşamaması nedeniyle, farklı hukuki statü ve hakların geçerli olduğu formel ve enformel çalışma rejimleri ortaya çıkmıştır (Akça ve Özden, 2014:31). Böylece, özellikle enformel sektörlerde çalıştırılan işçiler sosyal güvencelerden mahrum bırakılarak düşük ücretlere çalıştırılmış ve bu sayede emek maliyetleri aşağı çekilmiştir. Enformel emek sektörü, küçük/orta ölçekli işletmelerin yanı sıra, esnekleşme ve taşeronlaştırma uygulamalarının da etkisiyle kurumsal büyük işletmelerin de istifade ettiği bir alan haline gelmiştir.

Parlamenter düzeyde ise burjuvazinin güçleri genel olarak bölünmüştür, fakat bu bölünme toplumsal tabanda daha da derinleşerek gerçek bir çatlak ya da kırılma halini almıştır. Burjuvazinin laik-batıcı kanadı ile İslamcı kanadı arasında bölünmenin izdüşümü söz konusu toplumsal gerilimin sınır hatlarını belirlemektedir. Toplumdaki karşıtlık laiklik/İslamcılık şeklinde hayat tarzı düzleminde cereyan bu tartışmada temel anlaşmazlık noktaları; kadınların toplumsal statüsü, eğitimin niteliği, hangi kültürel akımlara öncelik verileceği, günlük hayatta insani ilişkiler ve bir dizi başka konuyu kapsamaktadır. Buna karşılık; burjuvazinin kendi içindeki mücadelesi esas olarak ekonomik ve politik tercihlere dayanan, toplumsal tabanla arasındaki bütün ince bağlara rağmen farklı karakterde bir ayrışmadır. Laik-batıcı Büyük burjuvazi, emperyalist Batı ile ekonomik bütünleşmeyi hedefleyen, buna uygun olarak da uluslararası alanda Batı’yla (ABD ve AB ile) ittifaka dayanan bir yönelişi sürdürmeyi savunurken; İslamcı kanat (bu dönemde) İslam dünyasına yönelik bir ekonomik bütünleşmeye ve İslami devletler ittifakına dayanan bir dış politika geliştirmeyi hedeflemektedir. Burjuvazinin bu iki kanadı, kitleler içindeki farklılıkları da kullanarak, işçi ve emekçi sınıfların farklı

bölümlerini bu karşıtlıklardan yararlanarak yanlarına çekmeyi başarmışlardır (Savran, 2004:33-34).

1994 ve onu izleyen yıllarda 1980’lerin ekonomik tercihleri geleneksel iktisat politikası araçlarını büyük ölçüde kullanılmaz hale getirmiş, bu yüzden hükümetlerin elinde kayıpların telafi edilmesini sağlayabilecek etkin müdahale araçları kalmamıştır. Bunun yanı sıra, Kürt mücadelesinin şiddet kullanılarak bastırılması için yapılan askeri harcamalardaki artış ve terör saldırılarının sebep olduğu turizm gelirlerindeki düşüş, kamu açıklarını ve dış borcu büyütmüş, bütçe dengelerini bozmuştur. Benzer biçimde 12 Eylül rejiminin ve Yeni Sağın ideolojik silah olarak kullandığı din merkezli hareketlerin hedefi de giderek rejimin kendisine yönelmeye başlamıştır (Öngen, 2004: 91).

1995 yılı hegemonik krizin ekonomik alandan siyasal ve ideolojik alana sıçradığı bir dönüm noktası olmuştur. Ekonominin gittikçe derinleşen yapısal sorunları; çözüme kavuşturulamayan Kürt sorunu ve silahlı mücadele; aşırı şişkinleşen İslamcı hareketler Türkiye’yi “yönetim krizine” sokmuştur. Krizin üstesinden gelmek için acilen bir kemer sıkma programı uygulamaya konulmuştur. Bu programın etkisiyle birlikte, 1995 yılında toplu sözleşmeler “sıfır ücret artışı” talebiyle başlatılmış, ücretlerle birlikte maaşlarda ve tarıma dönük destekleme kalemlerinde ciddi düşüşler meydana gelmiştir. Sonrasında KİT’lerin özelleştirilmesi doğrultusunda radikal adımlar atılmıştır. Bu programın başarısında, sınıf hareketinin ve sol örgütlerin göreli zayıflığının önemli bir payı olmuştur. Örgütsel deformasyon ve kadro yetersizliği dolayısıyla sol, sınıfa önclük edip, bu programa karşı çıkmayı başaramamıştır. Sendikalar, Türk-İş içindeki sağcı ve ülkücü sendika yöneticilerinin işbirliği ile kolayca etkisizleştirilmiş, ideolojik manipulasyonlar karşısında tamamen etkisiz kalmıştır (Öngen, 2004: 92-93).

Bu dönemde, hegemonya krizine neden olan sorunları siyasallaştıran Refah Partisi, soldan ümidini kesen toplumsal kesimlerin yöneldiği başlıca siyasal aktörlerden biri haline gelmiştir. Akça’ya göre:

“Böyle bir siyasal İslamcı proje ile esnek üretim ve istihdam çerçevesinde ihracata yönelik piyasa ekonomisi birbirine eklemlenmiş; küçük ve orta sermayeyi ve onun özellikle dindar-muhafazakâr kesimlerini (MÜSİAD), neoliberal küresel kapitalizmden en olumsuz etkilenen işçi sınıfının örgütsüz ve alt katmanlarını ve son olarak da toplumsal statüde yükselme umudu besleyen

dindar-muhafazakâr meslek sahibi orta sınıfları saflarına katıp mobilize etmiştir” (Akça, 2011:31).

RP’nin iktidar sürecinde, kamusal alandaki islami pratik ve sembolleri görünür kılmaya yönelik girişimleri; Ortadoğu ve İslam dünyasıyla ekonomik işbirliği çabasına girmesi; özellikle büyük burjuvazinin yapısal ABD ve AB vizyonuna karşı islami alternatif arayışları geniş bir toplumsal kesimi rahatsız etmiştir. Bu kesimler hem büyük burjuvazinin ve devlet içerisindeki bürokratik uzantılarını hem de RP’nin toplum projesine karşı tepkisel yaklaşan (Türk-İş, DİSK) örgütlü emeğin büyük bir çoğunluğunu kapsamaktadır. Ordu, RP’ye karşı oluşan bu muhalefeti hem mobilize etmiş hem de rızasını kazanarak, 28 Şubat 1997’de MGK kararları üzerinden siyasete müdahalede bulunmuştur. 28 Şubat süreci, siyasal islamın iktisadi, siyasi ve medya gücünü kırmaya ve siyaseti yeniden merkez partiler etrafında dizayn etmeyi amaçlayan sistematik müdahalelerin uygulandığı geçici bir ittifak hareketi olarak görülebilir. Sonuç olarak baskılar neticesinde, Mayıs 1997’de koalisyon hükümeti düşürülmüş, daha sonra Refah Partisi ve 1999 seçimleri akabinde de halefi Fazilet Partisi kapatılmıştır (Akça, 2011:32). Dolayısıyla 28 Şubat sürecinde Kombassan ve diğer Anadolu holding firmaları büyük zarara uğramışlardır. Bu dönemde hemen hemen bütün Anadolu holding firmaları devlet kurumları tarafından soruşturmaya uğramış, birçoğu tasfiye edilmiştir. Dindar insanların tasarruflarını İslami ekonomik gelişme ve büyük ölçekli sanayi yatırımları sözü vererek çeken Anadolu holding firmalarının potansiyel ortakları, -bekleneceği üzere- uğranılan kayıplara ortak olma konusunda hevesli yaklaşmamışlardır. Böylece yaratılan kaotik ortam, bu firmaların yatırımları tipik olarak hızlı geri dönüşü olan ticari sektörlerde yoğunlaşmasıyla birlikte, hiçbir gerçek yatırım yapmadan muazzam varlıklar toplayan yatırımcılar tarafından fırsata çevrilmiştir. RP’nin Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılmasıyla birlikte, bu firmaların arkalarındaki siyasal destek ortadan kalkmış; Jetpa ve İhlas gibi binlerce yatırımcısı bunulan büyük şirketlerin iflasları, para sermaye akışını sona erdirerek birçok firmanın da iflasını tetiklemiştir. Böylelikle İslamcı holding sistemi birkaç yüzbin küçük yatırımcının para kaybettiği bir felakete yol açarak çökmüştür (Öztürk, 2014: 200).

28 Şubat müdahalesi, İslamcı hareketin disipline edilmesini sağlamış olsa da mevcut hegemonik krizi daha da derinleştirmiştir. Bu hegemonya krizi, 1999 seçimleri sonrasında kurulan DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti tarafından aşılamadığı gibi

2001 yılında yaşanan ülke tarihinin en büyük ekonomik kriziyle birlikte hegemonyanın tamamen dağıldığı görülmüştür (Akça, 2011:32).