• Sonuç bulunamadı

Kerâmet amel-i sâlih sahibi bir kişide hârikulâde bir hâlin görülmesidir. Âşık nâm, nişân ve kerâmet peşinde değildir. Âşıkların asıl kerâmeti dünyayı, kesreti, mâsivâyı, nefsin isteklerini, benliklerini nâm ve nişânı terk edip, bekâya yönelmektir:

Nihân ender nihân olur ne nâm u nişân olur

Bekây-ı câvidân olur kerâmet bu kerâmetdir (K.Ek-20.91)

Kerâmet istenilmez, o Allah’ın veli kullarına bir ikramıdır. Bazen verir, bazen de vermez. Halk kendisine kerâmet sahibi desin diye riyâzet yapanlar eleştirilir. Riyâzetten amaç kerâmet göstermek olmamalıdır. Çünkü bunda nefsin bir hissesi vardır:

Diyeler nefsine anun bu er sâhib-kerâmetdir (K.Ek-20.16)

Divânda kerâmet sahibi olarak ismi geçen zâtlar; Hz.Peygamber, Muhammed Mehdî-i Hadî ve Şeyh Halil Efendi’dir:

Pâdişâh-ı’âlem ol hükmündedir cümle cihân

Hem kerâmet kânıdır sâhib-nizâm emr-i Hudâ (K.22.15,16)

“Keşf, açığa çıkarma, perdenin açılması, gizli olanı meydana çıkarma, sezme, tahmin etme anlamındadır. Sûfilere göre maddî ve duyulur âlemden gelen tesir, kir ve pas kalbin gayb âlemini görmesine engel olan bir perde oluşturur. Riyâzet ve tasfiye ile bu perde kalkınca gayb ayan-beyan görülür. Bu perdenin açılmasına, yani kalp gözünün açılmasına keşf denir.” (Uludağ, 2001:210)

Riyâzet ve tasfiye lie kalp gözleri açıldığı için sırlar kerâmetle yalnız âşıklara keşfolunur. Bu sayede onlar fillerin, sıfatın, ve Zât’ın bilgisine vâkıf olurlar:

Keşf olur her sırr-ı nâ-peydâ kerâmetle bize

Vâkıf-ı ef’âl ü sıfat hem zât olan bizden olur (G.79.5)

Aşk ateşi olmayınca hakikatler açılmaz.. Beden hücresinde ateş olmayınca hakîkat lambası keşfolunmaz:

Hakîkat misbâhı keşf olunur mu acaba

Bu mişkât-ı cisme nâr olmayınca (G.210.9)

Hakk’ın Hakke’l-Yakîn’den âşıka sırları keşfettirmesi; sevilenin, yüzündeki nikâbı kaldırıp güzelliğini sevene göstermesi şeklinde teşbih edilmiştir:

Hak bana Hakke’l-Yakîn’den keşf-i esrâr eyledi

Ref’ edip yüzden nikâbın hüsnün izhâr eyledi (G.226.1)

Hakikat sırlarını keşfetmenin bir yolu olarak a Kur’ân okumak zikredilir. Kur’ân’ı okuyanlar hakikatın sırlarını keşfderler:

Eger vechi kitâbın bilâ-harf okudun ise

Divânda keşfedilen sırlardan biri de kıyametin sırrıdır. Sevgilinin boyu kıyâmete benzetilir ve onun boyundan kıyâmetin sırrı keşfolunur:

Kıyâmet sırrı keşf oldu boyundan

Hesâbın gün müdür yoksa mahşer (G.94.4)

Keşf kelimesinin açığa çıkarma, belli etme, başkasına gösterme anlamında kullanıldığı beyitler de vardır. Bu beyitlerde insanın insana olan keşfinden bahsedilmektedir. Âşık iç âlemine âit sırları ve aşkın sırlarını ağyara ifşâ etmemelidir. Çünkü onlar cevher kadrini bilmezler:

Emîn olan bu esrâra niçün keşf ede ağyâra

Bilenler cevherin kadrin ki ol ehl-i basîretdir (K.Ek-20.47)

Velâyet, Allah ile kul arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluktur. Hz.Ali evliyâların serveri ve velâyetin meskenidir. Bu sebepledir ki, Hz.Peygamber ona “Rûhun rûhumdur yâ Ali” demiştir.

Evliyâlar serveri kân-ı velâyet meskeni

Enbiyâ “Rûhuke rûhî Yâ ‘Alî” dedi ana (K.22.4)

Velâyetin yolu Hz.Ali’den geçer. Kim ki velâyet kapısına ulaşmak isterse Hz.Ali’nin aşkıyla yanmalıdır:

Vâsıl-ı bâb-ı velâyet olmak istersen gönül

Yan dahi şâh ‘Alîyyü’l Murtazâ’nın ‘aşkına (G.205.6)

Onuncu İmâm Şâh Nâkî’den de velâyetin pîri diye bahseder:

Şâh Nâkî envâr-ı çeşm-i evliyâ vü asfiyâ

Hem imâm-ı ‘ârifîn pîr-i velâyet bâ-safâ (K.22.13)

Divânda velâyetin merkezi ve kutb-ı velâyet Şeyh Halil Efendi’dir. Şâir ise cennet bahçesine benzettiği bu velâyet merkezinin bülbülüdür:

Bâğçe-i gülşen-i Cennet bülbülüyem bülbülüyem (K.235.3)

Müridler nazarla irşâd olunduktan sonra gönül gözleri açılır ve nûru görürler, velâyetin sırrını anlarlar:

Nazarla olur irşâdı mürîdi-i sâdıka anın

Görür gönlü gözü nûru bilir sırr-ı velâyetdir (K.Ek-20.31)

3.19. ‘Arif, ‘İrfân, Ma’rifet

Bu kavramlar beyitlerde “ârif-i billâh, ârif-i Hak, ârif-sıfât, ârifân, mekteb-i irfân, ilm ü irfân, tahsîl-i irfân, da’vâ-yı irfân, nûr-ı irfân, kadr-i irfân, ma’ârif ehli” gibi terkip ve tâbirlerle işlenir.

“Allah Teâlâ’nın kendi zâtını, sıfatlarını, isimlerini ve fillerini müşahede ettirdiği kimse. Müşâhade ve temâşâdan hâsıl olan bilgiye marifet, bu bilgiye sahip olan kişiye de ârif denir.” (Uludağ, 2001:45) Bu anlamı taşıyan beyitte ârif ne görürse Hakk’ı görür, çünkü o ârif-sıfât olmuştur:

Kim ki mukayyed olmadı her ne ki gayrıdır adı

Her ne görse Hak görür ol ‘ârif-sıfât imiş (G.112.2)

Ârif, kâmil insandır; onun yolu vahdet yoludur. Ledünnî ilmini okuyan, iki cihândan geçip Allah’ı arzulayan kimsedir ârif. Onun en önemli özelliği nefsini bilmesidir. Nefisini bilen “ârif-i billâh” olur:

Kim ki dilden düşdü ayrı işi dâim âh olur

Nefsini kim anladı hoş ‘ârif-i billâh olur (G.87.1)

Ârif-i billâh olmakla ilgili bir başka gazelde de, “lâ ilâhe illallah” âriflerin seyri olarak da görülmekte ve “lâ ilâhe illallah”ın insanı ârif-i billâh edeceği söylenmektedir.:

Gönlünü dergâh eder cânını âgâh eder

Benzer anlamı taşıyan diğer bir beyitte de ârif-i billâh olmak tekrâr-ı tevhîd ile olur:

‘Âşıklara hem-râh ol hakîkatden âgâh ol

Hem ârif-i billâh ol tekrâr-ı tevhîd ile (G.204.7)

Ârifler âşıklar gürûhundan olur:

Biz gürûh-ı âşıkânız ‘ârifân bizden olur

Kanda var ise bir erbâb-ı zebân bizden olur (G.79.1)

Âriflerin diğer bir özelliği de yakîn ehli olmalarıdır. Müşâhadeleri vicdânî zevkle olur. Onlarda sapma olmaz, istikamet yolunda yürürler:

Yakîn ehli olur ‘ârif şuhûdu zevk-i vicdândır

Sakamet olmaz anlarda tarîk-i istikâmetdir (K.Ek-20.23)

Ârif anlayışı kuvvetli kişidir, ona sadece işâret etmek yeterlidir. Ârifin gündüzü bayram, gecesi kadirdir. Ömerü’l-Fuâdî ve Şeyh Halil Efendi âriflerin serveri olarak vasıflandırılır.

Ârifler zâhidlerle rakip olacak şekilde işlenir. Ârifler irfân mektebinde okurken, zâhidler medresede okur. Ârifler uzleti ve halveti seçen, riyâzet yapan, nefsiyle mücâdele eden yönleriyle zâhidlerden ayrılırlar. Zâhidler onları bu yönleriyle eleştirirler:

Eger halvet eger uzlet ne lâzım ‘ârife derler

Riyâzet çekdirip nefse elem vermek meşakkatdir (K.Ek-20.52) Nefsini ve Hakk’ı bilip ârif olmayanların sözleri ve filleri hep taklit ve riyâdır:

Kim ki bilip nefsini Hakk’ı ‘ârif olmadı

Kavl ü fi’li hep anın taklîd ile riyâdır (G.92.7)

Ârif olmak için irfân mektebinde ledün ilmi okunur. Âşık ilim ve irfânı ârif-i Hak olmak için ister:

‘Ârif-i Hak olmaklığa ilm ü ‘irfân isterim (G.164.2)

“İrfân; marifet, ilham, keşf, sezgi, manevî ve rûhî tecrübeyle elde edilen bilgidir.” (Uludağ, 2001:188) İrfân bazı beyitlerde ilim kavramıyla beraber zikredilmiştir. İlm ü irfânı insanın kadrini bilenler okur. Âşıkların dünyaya gelme amacı irfân tahsil etmektir:

Dünyâya geldim gitmeğe tahsîl-i ‘irfân etmeğe

‘Aşk ile seyrân etmeğe ben în ü ânı neylerem (G.170.2)

İrfân mektebinde şeyhler esrâr ilmini okuturlar. İrfân mektebinde ledünnî ilmi okuyanlar “Nefsini bilen Rabb’ini bilir.” hadisindeki hakikatın sırrını öğrenir ve Sübhân’ı bulur:

Mekteb-i ‘irfâna gel oku ledünnî ‘ilmini

“Men aref”den al haber nefsini bil Sübhân’ı bul (G.144.7) İstikâmet yolunda yürüyen âşık hakîkat yolundan irfâna çağrılır:

Mustafâ Rumî yürü ‘aşkın târiki müstakim

Durmayıp râh-ı hakîkatden hemân ‘irfâna gel (G.150.5)

İrfâna gelmekten kasıt da, kendinden kesret âleminden çıkıp nefsini bilmektir. Söz ile sûret ile da’vâ-yı irfân olmaz. İnsân-ı kâmil olanlar nûr-ı irfânı bulurlar. Bir beyitte irfân gönül tahtına oturmuş hükmeden bir sultâna benzetilir:

Gönül tahtına bir sultân oturmuş hükmeder hemân

Denildi ismine ‘irfân ana hep cümle râm oldu (G.245.11)

Bir beyitte de Hz.Ali’nin irfânından bahsedilir:

Ebu Bekr’in safâ vü sıdkı andan

Alî’nin ilm ü irfânı Muhammed (K.Ek-7.36)

“Marifet, sûfîlerin rûhânî halleri yaşayarak, manevî ve İlâhî hakikatleri tadarak elde ettikleri bilgidir.” (Uludağ, 2001:234) Bu anlamda beyitte, zâhirle, kesretle, kabukla

meşgul olmayıp dâima marifete ulaşmaya çalışılmalıdır. Zirâ iki cihânda marifet gibi bir kâr bulunmaz:

Lehv ü lu’ba olma meşgûl ma’rifet kesb et müdâm

Ma’rifet gibi bulunmaz dü cihânda özge kâr (G.77.5)

Marifet bilgisine sahip kişiler, ma’ârif ehli olarak geçer. Ma’ârif ehlini bulunca onun yanında kalmalı ve ondan istifâde etmelidir:

Ma’ârif ehlini bulsan yanında eylenip kalsan

Mustafâ Rûmî’yi görsen yüze gülmekde yektâsın (G.Ek-7.7)

Benzer Belgeler