• Sonuç bulunamadı

Kendinde-şey Olarak İradenin Tecrübenin Kuruluşuna Geri Dönmesi ve

Kant düşüncesinde Ben’in kuruluşunda kendini tezahür ettiren olarak kendinde-şey tecrübenin en zemininde yer alır. Buna göre kendinde-şey mahiyeti bilinmez bir biçimde kendini idrak fiilinin failidir. Kendinde-şeyin bu fiilinde Ben’in hiçbir etkinliği olmadığı için edilgen bir konumdadır. Bu, tıpkı dış dünyadaki kendinde-şeylerin hissetme yetisine

etki ederek tezahür etmeleri gibidir. Bu noktada tartışılması gereken iki mesele vardır. Birinci mesele, hissetme yetisine etki eden kendinde-şeyler ile Ben’e kaynaklık eden kendinde-şeyin etki etme tarzları arasındaki fark. İkinci mesele ise yine bu iki farklı kendinde-şey türünün bilinçteki tezahürleri ile ilişkileri.

Bilindiği gibi hissetme yetisi dış dünya ile dolaysızca bağlantıya sahip olan tek yetidir. Bir başka deyişle yalnızca hissetme yetisi kendinde-şeylerin etkileri ile muhatap olabilir. Ancak yukarıda da tartıştığımız gibi “Düşünüyorum” temsilinin tezahür mekânı olan Saf Ben hissetme yetisinin bir parçası değildir. Öyleyse sorgulanması gereken Ben’e kaynaklık eden kendinde-şeyin hangi yetiyi etki altına alarak Ben’in kuruluşuna kaynaklık ettiğidir. Kendinde-şeylerin görü dolayımına girmeksizin insan tecrübesine dahil olmasının aklî görü vasıtasıyla gerçekleşebilecek bir durum olduğundan bir önceki kısımda bahsetmiştik. Yine burada Kant’ın Ben’in kuruluşunun zeminine kendinde-şeyin etkisini koyması noktasında da bir tür aklî görüyü var saymış bulunduğu görünüyor.

Birinci mesele bağlamında tartışılabilecek bir nokta daha vardır. Ben’in kuruluşunun zemininde bir kendinde-şey oluşu Ben’in tıpkı diğer tezahürler gibi yalnızca belirmesini gerektirir. Oysa Ben aynı zamanda kendini idrak eden olarak tecrübenin zemininde bulunur. Hissetme yetisine etki eden hiçbir kendide-şey temsilinde bir kendindelik, kendini idrak etme halinde olarak bulunmaz. Aksine tüm temsiller Ben’in bu kendini idrak etme fiilinden gelen özdeşliğin yansıtılmasıyla bir özdeşlik kazanırlar. Oysa Ben’i tezahür ettiren kendinde-şey böyle bir idraki mümkün kılacak şekilde etki eder. Bu durum Ben’i tezahür ettiren kendinde-şey ile hissetme yetisinde tezahüre sebep olan kendinde-şeylerin farklılığından mı yoksa tezahür mekânının farklılığından mı kaynaklanır? Kant’a göre kendinde-şeylere dair böyle bir ayrım yapmak mümkün değildir. Zira onlar kendilerinde oldukları haliyle tecrübenin dışında kalırlar. Demek ki tezahür ettikleri mekânın farklılığı tezahürün farklılığını gerektirmektedir. Saf Ben mekânı aklî bir mekân olduğundan bir kendilik bilinci doğururken hissetme yetisinin mekânı tezahürler konusunda böyle bir imkândan yoksundur.

Tartışılması gereken ikinci mesele kendinde-şeyin tezahürü ile ilişkisi bağlamında ortaya çıkan temsillerin nesnede ve Ben’de farklılık göstermesi meselesidir. Kant hiçbir zaman kendinde-şey ile onun tezahürünün bir özdeşlik ilişkisi içerisinde olduğunu iddia etmemiştir. Zira ona göre kendinde-şeyin mahiyeti tecrübeye kapalı bir alandadır ve insan ona dair yalnızca tezahürlerin nedeni olması bakımından bir düşünceye sahip olabilir.

Dolayısıyla kendinde-şey konusunda yalnızca edilgen konumundaki hissetme yetisine ulaşmasından bahsedilebilir. Burada kendinde-şeyin tezahüründe hissetme yetisinin herhangi bir etkinliği söz konusu olamaz. Etkin olan kendinde-şey iken edilgen olan hissetme yetisidir. Bu etkinlik-edilgenlik ayrımında Ben’in bir kendinde-şeyin tezahürü olarak kurulması ilginç bir hale gelir. Öyle ki Ben’in kuruluşu bir tür “irade” göstererek kendini idrak fiilinin faili olan bir kendinde-şey esas hale gelir. Böylece kendinde-şey Ben’in ve Ben’in eşlik ettiği tecrübenin kuruluşunun zemininde yer alır. Bu tür bir irade eden kendinde-şeyin dilde “O” terimi ile karşılandığı kanaatindeyiz. Kant sonrası felsefî süreçte bu O’nun zemine yerleşmesi de tesadüf değildir. Gerek evrim teorisinin zemininde olan “yaşama içgüdüsü” düşüncesi, gerek Psikanalizin zemininde olan “İd” kavramı bu irade eden kendinde-şeyin farklı alanlara adapte edilmiş halidir. Ben ve O arasındaki bu ilişkinin tartışmasını üçüncü bölümde sürdüreceğiz.

Semantik gelenek her ne kadar Kant’a bir eleştiri üzerinden kurulsa da Kant’ın çizdiği sınırlar dahilinde kalmaktan çekinmemiştir. Çağdaş dil felsefesi tartışmalarında gelinen noktada özel adlar ve bağlam duyarlı terimlerin açıklanmasında bir çıkmaz yola girilmiştir. Biz bu bölümde bu tıkanmanın kaynağını semantik geleneğin kökeni olan Kant’ın çizdiği sınırlarda aradık. Kant düşüncesinin temelinde yer alan nesne kuruluşu meselesinin açıklanmasından sonra nesne kuruluşunun da zemininde bulunan tümel nesne ve Saf Ben mekânının açıklamasını verdik. Daha sonra bu mekânın kuruluş zemini olarak aklî görü ile ilişkisini tartışıp “aklî görü sahibi” ile bir bağın Ben’in kuruluşuna etkisinden bahsettik. Son olarak Kant’ın Ben kuruluşunun derinleştirmek için kendinde- şey kavramını inceleyip, kendinde-şeyin zeminde bulunmasının Benin kuruluşunu nasıl etkilediğini tartıştık. Bir sonraki bölümde, bu bölümde tartıştığımız tümel nesne, “aklî görü sahibi”, kendinde-şey, Saf Ben gibi kavramları dildeki karşılıkları (Bu, Sen, O, Ben) üzerinden tartışacağız. Bu tartışmanın çağdaş dil felsefesi tartışmalarının içerisinde bulunduğu duruma bir açıklık getireceği kanaatindeyiz.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: TECRÜBENİN KURULUŞUNDA

BAĞLAM DUYARLI TERİMLERİN GÖNDERİMLERİNİN

ONTOLOJİK HİYERARŞİSİ

Kant tecrübenin kuruluşunu anlatırken bunu, bir insanın bebeklikten itibaren tecrübesinin nasıl kurulduğu üzerinden değil zaten hali hazırda tecrübe eden yetişkin bir insanın tecrübesini teşrih (Alm. Darstellung) ve tahlil (Alm. Analyse) etme üzerinden yapar. Bu tarz bir yaklaşımın bu tez açısından önemli bir varsayımı bulunur. Bu varsayım, tecrübe eden yetişkin bir insanın aynı zamanda bütün karmaşıklığı ile dili edinmiş olduğu varsayımıdır. Kant öncesi dönemde dilin tecrübenin kuruluşu ile ilişkisi ve etkileri dönemin hakim paradigması içerisinde bir tartışma konusu olarak bulunmadığı için Kant’ın bu tür bir tartışmaya girmesi zaten beklenemezdi. Ancak Kant düşüncesinin bu çalışma için ele alındığı bağlamda tam da bu ilişkinin ve etkilerin gerek çağdaş dil felsefesi alanında gerek Psikoloji ve Antropoloji alanlarında araştırıldığı bir paradigma hakimdir. Bu bakımdan bu bölümde insan tecrübesinin kuruluşunun dildeki terimlerin kullanımı üzerindeki etkisi göz önünde bulundurularak doğal dildeki bağlam duyarlı terimlerin kullanım özellikleri bakımından Kant düşüncesindeki tecrübenin kuruluşunun yeninden tartışılması amaçlanıyor. Bu doğrultuda bir önceki bölümde nesne kuruluşu meselesi bağlamında ele alınan Saf Ben, tümel nesne, aklî görü sahibi ve kendinde-şey kavramlarını dildeki karşılıkları olan “Ben”, “Bu”, “Sen” ve “O” terimleri insanda tecrübenin kuruluşu üzerinden bir incelemeye tabi tutulacak. Bu inceleme başlıktan da görüleceği üzere bir hiyerarşi kurma bağlamında süregelecek. Zira tecrübenin kuruluşunda “Ben”, “Bu”, “Sen” ve “O” terimlerinin her birinin bir diğerine zemin teşkil ederek altta duran terimin üstteki terimin dilde açığa çıkmasına imkân sağladığı görüşündeyiz. Dolayısıyla dildeki bağlam duyarlı bulunuşları bakımından bir istisnailik teşkil eden bu terimlerin katmanlı bir yapı vasıtasıyla birbirlerine bağlı ve bağımlı olduğu görüşünü temellendirilmeyi hedefliyoruz.

Bu bölümde hedeflenen temellendirmeyi göstermek için öncelikle “Ben” ve “Bu” terimleri arasındaki hiyerarşiyi ele alıyoruz ve bu iki terimden hangisinin diğerine zemin teşkil ettiği tartışıyoruz. Daha sonra aynı tartışmayı “Ben” ve “O” terimleri arasında gerçekleştiriyoruz. Kaynaklandığı transandantal yeti olan müdrikenin saf kavramlarının kullanım özellikleri bağlamında “O” teriminin doğal dildeki kullanımı ile hatalı kullanımı

arasındaki farka işaret ediyoruz. Son olarak aynı tartışmayı “Ben” ve “Sen” terimleri arasındaki hiyerarşik ilişki bağlamında tekrar ediyoruz. Bu kısımda bir düşünce deneyi ile “Sen” teriminin olmadığı bir dilde “Ben”, “O” ve “Bu” terimlerinin doğal dildeki kullanımlarını korumalarının imkânını araştırıyor ve böylece “Sen” teriminin doğal dilde bulunuşunun önemini açığa çıkarmayı hedefliyoruz. “Sen” teriminin Ben ile bağlantısı noktasında Lacan’ın Ben’in kuruluşu bağlamında ele aldığı Ayna Evresi Teorisinin a priori zemini olarak “Sen” terimine işaret ediyoruz. Son olarak bu kısımda “Sen” terimi ile “Ben” terimi arasındaki bağlantıdan hareketle “Ben” teriminin nasıl saf bağlamsal özellik arz ettiği açıklıyoruz.

1. “Ben” ve “Bu” Arasındaki Ontik Öncelik Sorunu: “Ben” ve Ben-olmayan Alanı

“Ben” ve “Bu” terimlerinin dildeki kullanımlarına bakıldığında bir benzerlik söz konusudur. Hem “Ben” terimi hem de “Bu” terimi nesnelerini doğrudan yakalar. Bu iki terim de gönderimini bir anlam dolayımına girmeksizin tutma özelliğini haizdir. Birinci bölümde de değinildiği üzere bir terimin gönderimini doğrudan yakalaması meselesi Russell’dan beri süregelen bir tartışmadır. Kripke’nin katı göstericilerle ilgili yaklaşımından hareketle Kaplan’ın “Ben” terimine dair öne sürdüğü “bütün mümkün dünyalarda aynı nesneyi tutan terim” iddiası ise bu tartışmaya yeni bir bakış açısı kazandırmıştır. “Bu” terimi ile “Ben” terimi arasındaki bu benzerlik, bu iki terim arasında zemin olmak bakımından nasıl bir hiyerarşi kurar? Bu kısımda tartışmaya açılacak olan bu soruyu Kant bağlamında açmaya çalışalım.

Ben ve Bu, Kant’ta nesne kuruluşundaki birlik verici fonksiyonları açısından bir benzerlik taşırlar. Buna göre Ben, nesneyi dışsal bir cihetten; Bu, içsel bir cihetten yakalayarak birlik verir. Birlik verme fonksiyonunun ayrıştığı nokta olan nesneyi dışsal veya içsel cihetten tutma meselesi Ben ve Bu arasındaki temel ayrımdır. Buna göre “Bu” terimi nesneyi kavramların kendisine giydirileceği bir tekilliği sağlayacak şekilde tutar. “Bu” teriminin nesnesini tutuşunun mahiyeti ve tutmanın gerçekleştiği mekânı tartışmak için öncelikle Kant’ta yargı yetisinden bahsedilmesi sonrasında da Kant’ta nesne kuruluşu bağlamında bulunan nesne (Alm. Objekt) ve görüsel karşılık (Alm. Gegenstand) ayrımının açılması gerekir.

Kant’ta yargı yetisi (Alm. Urteilskraft) düşünme yetisi ile aynıdır.136 Burada

dikkat edilmesi gereken yargı yetisi hissetme, muhayyile ve müdrikeye ek başka bir yeti olmadığıdır. Yargı yetisi yargı ile nesnenin bağlantısının kurulduğu bir alandır. Yargı ile nesne arasındaki bağlantı düşünce yetisi başlığı altında üç alana ayrılır: düşünce yetisinin temsillere yönelik tarafı olan ve tikel nesneyi kavram altına düşüren Müdrike, tikelleri tümel altına toplayan Yargı yetisi ve yargıları birbirine bağlayan Akıl.137 Burada düşünme

yetisinin yargı yetisi ile neden özdeşleştirildiğini anlayabiliriz. Zira müdrike bir yanıyla temsillere bağımlı olduğu için sürekli ayrıştırma yoluna giderken akıl da temsillerle hiçbir bağlantısı olmadığı için sürekli mutlaklaştırma amacı güder. Yargı yetisi bu iki uç nokta arasında nesneyi yargı ile bağlayarak düşüncenin her iki yöne de savrulmasına engel olduğundan düşünme yetisi açısından hayatî bir rolü üstlenmiş olur. Bu bağlamda yargı yetisi üst başlığa alınırsa yargı yetisi, nesnenin görüsel karşılığının kurulmasını ve idrak edilmesini sağlayan kendiliğinden (Alm. Spontan) idrak faaliyetini gerçekleştiren müdrike ile bir kavramın bir başka kavrama geçişini sağlayan sevkedici (Alm. Diskursiv) faaliyeti gerçekleştiren akıl arasındaki geçişi sağlayan yetidir.138 Bu noktada yargının

tanımını vermek için Kant’ta kavramın (Alm. Begriff) anlamını serimlemek gerekir. Kant’a göre “kavram, bir nesnenin bir idrak fiili (yargı) içerisindeki kavranılışını ifade eder”139. Kavramlar düşüncenin kendiliğinden faaliyetine dayanırlar. Müdrike, bu

kavramları yalnızca yargı vermek için kullanır. Hiçbir kavram görüsel karşılığı ile dolaysızca bağlantılı değildir, kavram her zaman bir görüye bağlı bir temsilin ya da bir başka kavramın dolayımına muhtaçtır.140 Buna göre yargı görüsel karşılık ile kavram

arasındaki bağlantıyı sağlayan bir idrak fiilinden ibarettir.141

Yargı yetisi ve kavramdan bahsettikten sonra görüsel karşılığın ne anlama geldiği açıklanmalıdır. Yargının görüsel karşılığı kavram ile bağlantı içerisine sokmasını sağlayan bir birlik verme fonksiyonu söz konusudur. Bu bağlamda hem görüsel karşılığın hem de kavramın bir birlik içerisinde tutulup birbirine bağlanması gerekir. Yargı bu birliğin imkân zeminidir.142 Yargı böyle bir birlik verme fonksiyonunu, müdrikeden

136 Kant, Arı Usun Eleştirisi, p. A81-B106 137 Kant, Arı Usun Eleştirisi, p. A131-B170 138 Çitil, Matematik ve Metafizik, s. 32 139 Çitil, Matematik ve Metafizik, s. 32 140 Kant, Arı Usun Eleştirisi, p. A68-B93 141 Çitil, Matematik ve Metafizik, s. 32 142 Çitil, Matematik ve Metafizik, s. 33

alamaz. Zira müdrikenin kavramları nesneyi yalnızca bir cihetinden kavrama özelliğini haizdir ve her zaman temsiller üzerinden uygulanır. Nesnenin bireysel bütünlüğü ise bir temsil değildir, aksine bir nesneye ait temsiller bir birlik içerisinde tutulmaya muhtaçtır. Yargının birlik verme fonksiyonu müdrikeden gelmiyorsa aklın transandantal bir faaliyetinden gelmek durumundadır.143 Akıl, görüsel karşılığın bireysel bir bütünlük

olarak yargı vasıtasıyla kurulmasını sağlar. Buna göre, görüsel karşılık nesnenin içsel bir şekilde bir arada tutulmuş halidir. Yine görüsel karşılık yargı vasıtasıyla kavramların ona giydirilmesinin de zemini olur.

Görüsel karşılığın aklın transandantal faaliyeti vasıtasıyla ortaya çıkmasının zemininde Çitil’in saf kalıp olarak adlandırdığı bir tümel nesne bulunmaktadır. Buna göre “saf kalıp müdrikenin saf kavramlarına tabi tutularak idrak edilmiş bulunan unsurları bireysel bir bütün olarak kuran ve idrak eden transandantal akıl yargısıdır”144. Saf kalıbın

akıldaki kaynağı ise zamanın saf bir belirlenimi olan “art arda birimlerin, art ardalıktan bağımsız halde terkibinin birliği”145dir. Bu mesele biraz daha açılabilir: Akıl

mutlaklaştırmaya olan eğilimi sayesinde zamanın manifold yoluyla zamanı art arda görüye gelmesinden önce görüsel olanı kuşatacak bir biçimde zamanı bir bütün yahut bir birlik olarak idrak edebilme yetisine sahiptir. Bu birlik olarak idrak etme, zamanın art ardalığı içerisinde zamanın farklı belirlenimleri ile ortaya çıkan kavramları bir birlik halinde tutup yine bu kavramların altına düşürülen unsurların içsel olarak bir arada tutulmasını sağlar. Akıl tümel nesneyi yargı içerisinde “Bu” kavramı ile tutar.146

“Bu” kavramının yargı ve görüsel karşılık üzerinde aklın transandantal bir faaliyetinin sonucu olarak ortaya çıktığını açıklandıktan sonra “Bu” kavramının dildeki karşılığı olan “Bu” teriminin “Ben” terimi ile ortak bir başka özelliğini daha keşfedilmiş oldu. Her iki terim de dilde nesnesini dolaysızca yakalamakta ve nesne kuruluşu bakımından aklın transandantal bir faaliyetine dayanmaktadır. Burada iki terimin ayrıştırılması ve hiyerarşik zeminlerinin bulunmasındaki anahtar kavram zamandır. Bir önceki bölümde Ben’in uzayı ve zamanı kuşatır şekilde bir birlik verdiğinden bahsedilmişti. Yine “Bu” terimi ise nesnenin yargı içerisinde zamanın birliğine dayanarak

143 Çitil, Matematik ve Metafizik, s. 73 144 Çitil, Matematik ve Metafizik, s. 75 145 Çitil, Matematik ve Metafizik, s. 75 146 Çitil, Matematik ve Metafizik, s. 84

tutulması ile ortaya çıkar. Burada “Bu” teriminin ortaya çıkmak için zamanın Ben’den ayrıştırılıp bir birliğe tabi tutulması zeminine muhtaç olduğu görülür. Zira “Bu” terimi ancak Ben’in zamanı kuşatması ve Ben-olmayanı karşıya atması sonucu ortaya çıkabilir. “Bu” teriminin tümel nesne olmasının anlamı da budur. Tümel nesne Ben’in kurabileceği tüm nesnelerin altına düşeceği bir birliktir. Ben’in Ben-olmayan olarak uzayı ve zamanı kendisinden ayrıştırıp görüsel olan tüm malzemeyi tek bir “nesne” gibi karşısına atması olmasa tümel nesneden de bahsedilemez. Dolayısıyla “Bu” terimi ancak bir Ben’in tümel bir nesneyi idrak edecek şekilde kurulmuş olması zemininde ortaya çıkabilir. İki terim arasındaki hiyerarşi böylece Ben’in Bu’ya transandantal bir zemin olması şeklinde açığa çıkar.

Ben’in nesnelere dışsal cihetten birlik verişinin Bu’nun içsel cihetten birlik vermesinden sonra gerçekleşmesi Bu’nun Ben’e bir önceliği olduğunu düşündürebilir. Ancak burada tartışılan konunun tecrübe eden bir Ben’de herhangi bir nesnenin kuruluşunun değil; nesne kuruluşuna imkân sağlayan tecrübenin kuruluşu olduğunu hatırlamak gerekir. Böylece tecrübenin kuruluşu bakımından herhangi bir nesneyi kurmaya imkân sağlayan tümel nesne olarak Bu’nun ortaya çıkışı her zaman tecrübe edilebilecek tüm nesnelerin Ben-olmayan olarak Ben’den ayrışması zeminine dayanmak durumundadır.

2. “Ben” ve “O” Arasındaki Ontik Öncelik Sorunu: “O” Teriminin Hatalı ve Doğru Kullanımı

İkinci bölümün üçüncü kısmında kendinde-şeyin bir irade eden olarak Ben’in ve nesnelerin kuruluşunun zeminine yerleşmesinden bahsedilmişti. Gerçekten de Kant düşüncesi bağlamında kendinde-şey, hakkında düşünülebilir ama mahiyeti bilinemez bir çerçeveye oturtulmuştur. Bu bilinemez mahiyet olarak kendini tezahür ettirmeyi irade eden kendinde-şey Ben’i kuran transandantal özne olarak, bir O gibi, düşünülür. Bu kuruluşun Kant’taki temellerinin eleştirisini bir önceki bölümde yapmıştık. Şimdi de Kant sonrası kendinde-şey’in irade olarak ele alındığı en açık düşüncelerden biri olan Schopenhauer’un görüşlerini ele alalım. Daha sonra kendinde-şey’in -Freud’un kurduğu anlamda- Psikanaliz içerisinde bir O olarak nasıl Ben’in kuruluşunda zemin kabul edildiğini tartışalım.

Schopenhauer, İrade ve Temsil Olarak Dünya (Alm. Die Welt als Wille und

Vorstellung) adlı eserinde tecrübenin temsillerden ibaret olduğunu belirtir ve bu

temsillerin kaynağını araştırır. Ona göre temsillerin kaynağı ne matematikte ne de doğa bilimlerinde bulunabilir. Zira bu iki alan da temsiller üzerinden araştırma yapar. Schopenhauer‘a göre kendisinden önceki filozoflar da temsillerin kaynağına dair araştırma yapmak yerine temsilleri düşünmelerine konu edinmiştir. Schopenhauer temsillerin kaynağını bulabilmek için “dünyaya kök salmış” yani bedenli ve algılayan özne olarak insana bakmak gerektiğini savunur. İnsanın bedenli olması bu dünya ile türdeş olan yönüdür dolayısıyla insanın bedeni de bir temsildir. İnsanın bedeninden kaynaklanan temsillerin kaynağı nasıl irade ise dünyadaki temsillerin kaynağı da iradedir.147 Zira “iradenin her gerçek eylemi bedenin bir eylemidir”.148 İnsanın tikel

eylemlerinin kaynağı olan irade temsillerle ilişkisi içerisinde ancak bir yönüyle bilinebilir. İradenin kendisi ise mutlak olarak asla kuşatılamaz çünkü tikel eylemlerin iradeleri bedenle ilişkisi içerisinde düşünülebilirken mutlak irade bedeni aşan bir şekilde onun kökenidir. Bendendeki her bir unsur o unsura dair irade etmenin dış dünyada tezahür etmiş, nesneleşmiş halidir.149 İnsanın bedeninin dünya ile nesne olmak bakımından türdeş

olduğunu ifade etmiştik. Buna göre dünyadaki tüm temsillerin de böyle bir iradenin nesneleşmiş hali olmaları gerekir. İradenin her zaman tezahürünün kaynağı olarak onu aşan ve ondan farklılaşan bir şey olduğu düşünülürse irade için Kant düşüncesindeki kendinde-şey kavramını kullanmak uygun olacaktır.150 Görüldüğü üzere Schopenhauer

Kant’taki kendinde-şey kavramını irade ile özdeşleştirmiş ve Ben ile dünyanın kuruluşunun zeminine bu iradeyi yerleştirmiştir. Şimdi bu anlayışın Psikanaliz’de Ben’in kuruluşu noktasında nasıl ele alındığını inceleyelim.

Psikanaliz, kuruluşu itibariyle Psikoloji biliminden daha farklı bir alanda araştırma yapmayı amaçlar. Psikoloji bilinç düzeyinde insanı incelemeye alırken, Psikanaliz bilincin ortaya çıkmasına vesile olan ve bilinci düzenleyen bilinç öncesi bir alanla ilgilenir. Buna göre Psikanalizin Freud’da anlamı “biliçaltındaki ruhsal sürecin

147 Arthur Schopenhauer, İsteme ve Tasarım Olarak Dünya, çev. Levent Özşar, İstanbul: Biblos Kitabevi,

2014, s. 40

148 Schopenhauer, İsteme ve Tasarım Olarak Dünya, s. 41 149 Schopenhauer, İsteme ve Tasarım Olarak Dünya, s. 51 150 Schopenhauer, İsteme ve Tasarım Olarak Dünya, s. 55

bilimi”151dir. Freud’a göre ruh (Alm. Seele) her birine faillik atfedilen üç katmana ayrılır:

Üst-Ben (Alm. Über-Ich), Ben (Alm. Ich) ve O (Alm. Es). Ruh bu üç katmanın birliğinden ibarettir. Birbirlerine zemin olmaları bakımdan Ben önce bulunacakmış gibi görünse de doğumla beraber ruhta O kökensel olarak bulunur, daha sonra Ben, en son da Üst-Ben kurulur.152 Buna göre O, Ben’in kuruluş zeminidir ve Ben’i kuşatan bir alandır.