• Sonuç bulunamadı

B- ÎLİM ANLAYIŞI VE ÇAĞDAŞLARI İÇİNDEKİ YERİ

III. Kelam ve Tasavvufla İlgili Eserleri

HAŞİYE â lâ TEH ZİB al-M ANTIK ve al-KELAM: Teftezânî (öl. 792 H.I/1389 M .)’nin Tehzib al-M antık ve al-Kelâm adh eserine E bu al-Feth M irî (öl. 950 H./1543 M .) tarafından yapılan ve Tehzib-i M irî adıyla bilinen hâşiye üzerine Gelenbevî’nin yazdığı mufassal bir eserdir. B u eser de Gelenbevî’nin diğer birçok eseri gibi A rapça olup, 1288 H./1875 M. yılında "Gelenbevî âlâ M ir al-Tehzîb" adıyla basılmıştır. Basılan metin, m üteaddit nüshalarından düzeltilmek suretiyle M ustafa al- Vidinî ve Süleyman al-Kırkağacî tarafından hazırlanan metindir.

Tehzîb al-M antık ve âl-Kelâm’ı Teftezânî 789 H./1387 M.

yılında tehf etmiştir. O ldukça kısa, sıkı, öz bir m etindir. İki

bölümü içermekledir. Birinci bölüm mantık, ıkmcı bolum kelam ı - mivle ilgilidir. Teftezânî özellikle m antık alanındaki önemli te ’Uneriyle meşhurdur. O nun bu konudaki kitapları uzun yıllar medreselerim izde ders kitabı olarak okutulm uştur.

Celâlü’d-Dîn Devvanî (öl. 907 H./1501 M .) Teftezânî’nin eserine oldukça tam nan ve özellikle m edreselerde k e n d im d en yararlanılan bir şarh yapmıştır. Bugün elli ıkı sahıfe halinde basılmış olarak elimizde bulunan bu şarhı ne yazık kı tamamlıyamamıştır.

Ebuâl-Feth M irî (öl. 950 H./1543 M .) ise Devvanî’nin eserine bir hâşiye yazıyor. Yüz elli iki sahite olarak basılmış bulunan bu

haşiye, devvanî’nin eserini de tam am lar niteliktedir.

İşte Gelenbevî Hoca, b u son esere hâşiye yazmıştır. Bu haşiyenin en önemli özelliği, diğer bütün şarh ve haşiyeleri icmal etmiş olmasıdır.

E serde mantık- ilmi ile kelâm ilminin özelliklerinden b ah­

sedilerek, bu iki disiplin arasm da bir karşılaştırm a yapı maktadır.

Eserin esas konusu, mantık ilmımn çeşitli problemleriyle, kelâmcılarm varlık ve bilgi teorileridir.

ilim (’2) önce TA SA V V U R A T (kavram düzeyindeki bilgi) ve TASDİKAT (tasdik veya inkâr ifade eden bilgi-hüküm düzeyin­

deki bilgi) diye ikiye ayrılıyor. Bunlarm her biri de B E D IH I akı yürütmeye m uhtaç olm adan zihinde açık ve seçik olan) ve KIS B i

(akıl yürütme ile kazanılan) bilgi diye taksim ediliyor. Gelenbev. ye göre ilme "Kisbî'nin isnadı sebep ve illete m spet e

O, "Bedihî' ve "Kisbr' bilgiler hakkında özel bir kayıtla H U S U L ve HÂD İS kavramlarının kullanıldığını da kaydediyor.

Gelenbevî, Allah Taâla’mn ilminin niteliklerinden bah- sederken, onun ilminin H usulî ve Kısbî olmadığmı, aksine Ilm-ı

7 2 B u ra d a i lim " b ilg i" a n l a m ı n a d ı r .

7 3 G e le n b e v î, H â ş iy e â lâ T e h z îb a l- M a n t ık v e 1 -K e la m s.2 2 6 .

Kadîm, ezelde var olan ilim olduğunu ifade ediyor. Çeşitli kelâm ekollerinin bu konudaki ihtilaflarmdan da bahseden Gelenbevî, A llah’m ilmini bazı kelâmcılarm "Bedıhf olarak nitelendirdiklerini de kaydediyor. O, bu görüşe katılmamaktadır. Çünkü A llah’m ilmi hem mahiyet (nelik) ve hem de vücut (varlık) açısından bilinenin aynıdır. H albuki ilm-i husulî, yâni bedihî olarak zihinde var olan ilim, yalnız mahiyet açısından bilinenin aynıdır, vücut açısından değildir.

Gelenbevî’ye göre İlm-i Kadîm’i (ezelî ilmi), îlm-i İlâhî (A llah’m ilmi) ile açıklamak, daha genel olanı daha özel olanla açıklamak olur ki, bu yanlıştır. Çünkü İlm-i İlâhî, Yüce Yaratıcı’nın ilmidir. İlm-i Kadîm ise, O ’nun ilmine şamil olduğu gibi, filozofların anlayışında Ukul-u A şere (on A kıi)’nm ilmine de

şamildir(^'^).

"Küllî' (Tümel) ve "Cüz’î" (Tikel)’nin gerçekte ilmin sıfatlan olup, m a’lumun (bilinen objenin) sıfatları olmadığını kaydeden(^^) Gelenbevî, Küllîlik ve Cüz’ıliğin, aslında zihne ait suretlerin (kav­

ramların) bir çokluğa m utabık (uygun) olup olmamasından ibaret olduğuna işaret ediyor(^^).Ona göre bir ^şeyden zihinde hâsıl olan suretler (kavramlar) zihinde varolduğu m üddetçe ilim, zihindeki varlığından soyutlandığında ise m a’lum (obje) olurlar.

Gelenbevî, kelâmcılarm "Vücud-u Zihnî" (Zihinde V arlık)’yi inkâr etm eleri konusunda da özetle şöyle diyor: Şunu söyliyelim ki, kelâmcılarm Vücud-u Zihnî’yi inkârlarının anlamı, "biz birşeyi düşündüğüm üz (tasavvur ettiğimiz) veya bir şeyi diğer bir şey hakkm da tasdik ettiğimiz zaman ondan akılda (zihinde) bir suretin hasıl olmaması" dem ek değildir. Z ira akılda suretin hasıl olduğu ap ­ açıktır. D aha nasıl bunu inkâr ederler? Halbuki "Hâdis İlim" (son­

radan kazanılan bilgi) onlara göre mahluk (yaratılmış)’tur. Halk

7 4 G e le n b e v î, A y n .e s .. s. 190 vd.

7 5 G e le n b e v î, A y ii.e s .. s. 198.

7 6 G e le n b e v î, A y n .e s ., s. 199.

(yaratmak) ise eşyanın hariçteki varlığına

anlam., "Bir şeyden zihinde hasıl olan suretin bilmen “ “ hıyet"' varhğmdan başka bi şey, bir benzer

dişinin olduğudur. Çünkü mahiyet tektir M esela G>.neş j b ı Bunun iki varlığı vardır: 1) Dış dünyadaki varlığı 2) Zihindeki varlığı. Kelâmcılar, eşyamn suretlerinm, onlarm benzerlerim varlığım inkâr etmiyorlar. Çünkü bu benzerler hariçte m evcuttur­

lar. Kelâmcılara göre bunlar öze ait keyfiyetlerdir ve , Gelenbevî’ye göre kelâmcılar eşyamn zatm dan sadece zihindeki v a f l İ ı n l â r ^ d i y o r l a r . kendilerine ait şu deliU « « ı s ü ru y o ri.:

"Eğer zihinde nar hasıl olsaydı onun tasavvuru anında zihinler y a L d ı . H albuki bu batıldır, çürük b ir delildir. Z ira b . goruyoruz ki burada ’'nar"m kendisi inkâr edilmiştir, b e n z en d ep l. Başka bir ifâde ile "nar"m kendisinden zihindeki varlığı kaldırılmıştır, b en­

zerinden değil. O na göre doğru olan bilme

bilinenin benzeri bir suretin meydana gelmesidir ve bu ap-açıktır (’’ )•

Gelenbevî Allah Taâla’m n zat ve sıfatlarından soz ederken, O ’nun fail-i M uhtar, Küllî iradenin sahibi olduğu üzerinde durm ak­

ta, Allah’ın fiilleri konusunda m ezhepler arasm dakı goruj ayrılıklarına da yer verm ektedir( ).

Hidâyetin, Allah’ın dilediğine nasîbedeceği bir lutuf olduğuna da işaret eden Gelenbevî, bu konudaki âyet ve hadislerden orne - ler veriyor. O, âyet ve hadîslerin anlam ları üzerinde dururken, A rap dilinin kurallarından da söz etm ektedir.

h a ş i y e âlâ ŞERH al-CELAL al-'ADüDİYYE: Allâme Ab- durrahm an b. Ahm ed al-icî (öl. 756 H . / 1 3 5 5 M.) Vezir Gıyasu d- Din H üdâbend için al-M EV AKİF adh m eşhur kitabını yazmıştır Kelâm ilmine ait olan bu kitap, ilim adamlarının iltifatına m a z h a r olmuş çok değerU bir eser olup, senelerce m edreselerim izde de

7 7 G e le n b e v î, A y ii.es., s. 164.

7 8 G e le n b e v î, A y ii.e s., s. 32.

kitabı olarak okutulmuştur. Bundan dolayı bu esere çok sayıda şarh ve hâşiyeler yapılmıştır. Bunlar arasında Türk bilgini Seyyid Şerif C urcanî (öl. 816 H./1413 M.) ve Celâlü’d-D în m uham m ed b.

E s’ad al-Devvanî (öl. 907 H./1501 M .)’nin şarhleri ayrı bir yere sahiptir. C urcanî’nin Şarhi üzerine A bdul Hakîm Selkutî al-Lahurî (öl. 1060 H./1650 M .) bir haşiye yazmıştır. Bu haşiye üzerine de Gelenbevî H oca bir ta ’likat yapmıştır ki, bu A K A ID -I SELKUTÎ HAŞİY ESİ diye bilinmektedir.

Gelenbevî’nin bu konudaki asıl önem li-eseri ise al-Devvanî’nin şarhi üzerine te ’lif ettiği ve H A ŞİY E âlâ ŞA R H al-C ELA L al-

‘^ADUDİYYE adını taşıyan hâşiyedir. Kısaca CELA L HAŞİY ESİ veya G E L E N B E V İ âlâ al-C ELA L adlarıyla d a anıİan bu eser birkaç kez basılmıştır. 1233 H./1817 M. yılındaki baskısı 657 sahifedir. B u eserin ayrıca Süleymaniye K ütüphanesi Fatih- 2949, Musalla Medresesi-2008/124, Gelibolulu Tahir-45 num aralarda kayıtlı yazma nüshalarına da rastladık. B unlardan Fatih-2949’ da kayıth nüsha 194 varaktır.

Gelenbevî, A rapça olan bu eserinin başında, "Kelâm İlmi, ilim­

lerin en şereflisi, onun bilgisi m arifetleri^ en faziletlisi ve övgüye en layık olanıdır. Bu konuda^gerek öncekiler ve eerekse sonrakiler­

den birçok erdem li 'kişi çok sayıda te’lifat yapmıştır"(^^) dedikten sonra, kendisinin de gençliğinin ilk yıllarında iyi bir seviyeye gelebilmek için gayretini aklî ve naklî ilimler uğruna sarfettiğini, adâb ve m antık fenlerine (ilimlerine) ait tahriratta bulunduğunu, gençliğinin ortalarına geldiğinde, artık âlet ilimlerine iltifat e t­

mediğini, kelâm ilmine dair bazı şeyler yazmak istediğini, özellikle de arzuya muvafık olsun diye, bu alanda en iyi araştırm alardan biri olan Celalü’d-Din Devvanî’nin Akaid-i Adudiye Şarhi üzerine ders vermeye sıra geldiğinde, büyük âlimlerin bu kitapta yer alan m eselelere taalluk eden fikirlerini toplamaya karar verdiğini, bunu da dostlarını hatırlam ak, öğrencilerinin fikirlerini olgunlaştırmak

7 9 G e le n b e v î, C e lâ l H a ş iy e s i, s. 1-2.

ve arkadaşlarının ricalarını yerine getirm ek için yaptığını, ilâve ediyor.

Gelenbevî’ye göre aslında Akaid, bir anlam da İslâm i’tikad ve in a n a n a ait meselelerin kat’î (kesin) delillerle ispatıdır. O, akaid meselelerini iki grupta toplamaktadır;

1) Birinci dereceden önemli m eseleler (asıl m eseleler) ki, G elenbe^' buna "Dinî Akidelerin Anaları" dem ektedir.

2) İkinci dereceden önemli m eseleler (furu) kı, buna da o,

"Dinî Akidelerin mühim olanları" diyor.

O na göre bu kitap akaid meselelerinin bütününü içme alan bir kitaptır. K itapta Zat-ı Bari (yegâne yaratıcı olan Yüce Allah), Peygamberlik ve Vahiy meseleleri başta olmak üzere akîde ve m- anca tealluk eden diğer meseleler İncelenmektedir.

Gelenbevî İsmail Efendi’nin, al-İcrnin yukarıda adı geçen M EV A K IF adb eserinin birinci bölüm ü olan m antık kısmına bir T a’likatı olduğu da kaynaklarda geçm ektedir( ).

RİSALE n TAHKİKİ M EZAHİBİ E H Lİ’S-SUNNA fi ^USAT al-M Ü’MİNİN: Admı, ’^Büyük G ünah Sahibi M ü’minler H akkında Ehl-i Sünnet M ezheplerinin Görüşünün Tahkiki Konusunda Risale" diye Türkçeye çevirebileceğimiz bu risale, Suleymanıye Kütüphanesi Fatih-5393/6’da kayıth yazma içerisinde yer alm ak­

tadır. O n varaktır. A dından da anlaşılabileceği gibi, A rapçadır.

Basılmamış olan bu eserin iki ayrı nüshası daha vardır. Söz konusu nüshalardan birisi Nafiz Paşa-785 num arada, R İS A L E fî R ED D âlâ al-M U T E Z İL E fî T E F H İM İ F A İD ETFL-IM A N al- M U C A R R A D "an al- "AM EL (Am el -ibadet- olmaksızm yalnız imanın da faydası olduğunu anlatm a konusunda M utezile G örüşünün Reddi Hakkında Risale) adıyla kayıtlıdır. Diğer nüsha ise yine değişik bir isimle, RİSA LE fî T E FSİR-I BA’Z ai-AYAT

8 0 Bk7,; B r o c k e lm a n , S .l l , s. 302.

R E D D E N L ’İL -M U ’T E Z ÎL E (M utezıle’yi R edd ederek Bazı Ayetlerin Tefsiri Hakkında Risale) adıyla, H afid Efendi 447/7 num arada bulunm aktadır. A d lan değişik olan bu üç risale, m uh­

teva bakım dan aynıdır.

Gelenbevî bu eserinde, amel (ibadet) olm adan yalnız imanın hiçbir faydası olamayacağı görüşünü savunan M u’tezile Mezhebi taraftarlarının bu görüşüne karşı Ehl-i Sünnet alimlerinin düşüncelerine yer vermektedir.

Gelenbevî’ye göre M u’tezile taraftarları, söz konusu görüşlerini naklî delillerle ispata gitmişlerdir. Meselâ, E n ’am Süresi’nin,

"Onlar kendilerine M eleklerin gelmesini mi, yoksa Rabbinin gel­

mesini mi, yahut R ablerinden bir takım mucizelerin gelmesini mi bekliyorlar? Rabbinin bir takım mu’cizeleri geldiği gün, bir kimse daha önce inanmamışsa veya imanıyla bir iyilik kazanmamışsa imanı ona fayda vermez..." mealindeki 158. âyeti de onların bu konudaki delillerindendir.

"Halbuki M u’tezile taraftarları Allah’ın C ud (cömertHk) ve Kerem inden (lutfundan), R ahm et ve M ağfiretinden (bağışlayıcı olmasından) haberdar değillerdi. İşte Ei^i-i Sünnet bunu biliyordu' diyen Gelenbevî, E bu’s-Suud Efendi’nin "izhar (açığa vurma), ızmarm (gönülde ve zihinde saklı bulunanın) tamamlayıcısıdır...

şekhndeki görüşünü hatırlatıyor. O, "mücerret imanın faydası olmadığına" dâir hükmün, delillerin zahirî şekilleriyle göz önünde bulundurulm alarından kaynaklandığını da behrtliklen sonra, çeşitü tefsir âlimlerinin açıklamalarından ve bu konudaki düşüncelerin­

den nakiller yapıp Hz.Peygamber (S.A.V.) ’in konu ile ilgiH hadis­

lerinden de delil getirerek, yukarıdaki âyetten M u’tezile mezhebi taraftarlarının anladığı tarzda bir hüküm çıkarılamayacağını izah ediyor.

E serde Gelenbevî, çeşitU m ezheplerden m eşhur âlimlerin

"iman" ve "amel" hakkındaki görüşlerine de değiniyor. O, İbn Sina’nın, "Luğavî (dil ile söylenen) tasdik, ayniyle mantıki

(düşünce ve kalpte olanı) tasdiktir" sözünü hatırlatarak, çok defa mantıkî olan kesin tasdikin ayniyle Luğavî (dile ait) tasdik olmadığına işaret ediyor. B akara Süresi’nİn, 'Kendilerine kitap ver­

diklerimiz M uham m ed’i oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. O nlar­

dan bir takımı doğrusu bile bile hakkı gizlerler, m eâlindeki 146.

âyetini buna bir örnek olarak zikrediyor.

Gelenbevî imanı, "iman ihtiyarî olarak (kendi hür iradesiyle) kalbîn akdidir" diye tanımlıyor. İm anda kesin tasdikin gerekh olduğunu, zann-i galip ile İmanın sahih olamayacağını belirtiyor.

O na göre tasdikin hâsıl olmasıyla iman tam am dır. Bu safhada imanın faydasız olduğuna dair bir delil de yoktur. "İnandım kelimesinde "seçme" anlamı da vardır. Çünkü insan "inanma" ile

"inanmama-inkâr" arasında seçm e hürriyetine sahiptir. Seçerek yapılan bir işin de faydası varsa o, seçene aittir. Nitekim H ucurat Suresi’nin 7 ve 8. âyetlerinde, "Bilinki içinizde A llah’m Peygamberi bulunm aktadır. E ğer o, birçok işlerde size uymuş olsaydı, şüphesiz kötü durum a düşerdiniz. A m a Allah size îmanı sevdirmiş, onu gönüllerinize güzel göstermiş inkârcılığı, yoldan çıkmayı ve baş kaldırmayı size iğrenç gösterm iştir. İşte böyle olanlar, Allah katından bir lutuf ve nimet sayesinde doğru yolda bulunanlardır, buyrulmaktadır.

Bu risale bazı kaynaklarda "Risale R eddu Hakkı E şrati s-sa at adıyla zikredilm ektedir ki, bu kesinlikle yanlıştır.

RİSALE TETEALLEKU bi KAVLİMİ TVALA:

Türkçe’de "Allah T a’âla’nın, - Allah O nlarda bir iyilik görseydi onlara işittirirdi- sözüyle ilgili risale" şeklinde ifade edebileceğimiz bu risalenin iki nüshası Süleymaniye K ütüphanesi’nde Kasidecizâde -723 ve Giresun- 106’da kayıtlı yazmalar içerisinde bulunmaktadır. Giresun-106’da kayıtlı nüsha üç varaktır. Risale Arapçadır.

Gelenbevî bu risalesinde Enfal Suresi’nin, "Allah onlarda bir iyilik görseydi onlara işittirirdi. O nlara işittirmiş olsaydı zaten yüz çevirirlerdi. Z aten onlar dönektirler’mealindeki ayetin, tefsir ve hadis âlimlerince yapılan açıklamaları üzerinde durm akta ve bun­

ları tahlil edip eleştirm ektedir.

Gelenbevî’ye göre, "bu âyet iki şartlı öncülün bir araya gel­

mesiyle birinci şekilden şartlı-iktiranh bir kıyastır, bu kıyas muhal olan bir önermeyi sonuçlandırır, bu sonuç: Allah onlarda bir iyilik görseydi onlar yüz çevirirlerdi- önermesidir" diyenlerin bu id­

diaları yanlıştır. H atta, söz konusu sonuç önermesiyle beraber bu doğru değildir. Çünkü, her ne zaman Allah onlarda bir iyilik görürse, bu onların hak yoldan yüz çevirmemelerini gerekh kılar.

Aksi taktirde ilim cehle (bilgisizliğe) dönüşür ki, Allah Taâla hakkında bu muhaldir.

Bununla beraber Gelenbevî şu noktanın açıklığa kavuşturul­

masında yarar görmektedir: Cenab-ı Allah’ın, "Allah onlarda bir iyilik görseydi onlara işittirirdi" meâlindeki bu kelâmı, Lügat (Dil­

bilgisi) kaideleri üzerine varit olmuştur. Bundan da, "onların işit­

memelerinin olmamasının sebebi, hayır .hakkında bilgilerinin ol­

mamasından dolayıdır" sonucuna varılır. Gelenbevi’ye göre doğru olan da budur. Sonra, "onlara işittirmiş olsaydı zaten yüz çevirirler­

di" ifadesiyle başka bir söz başlamıştır. Yoksa bu ikisi sanıldığı gibi Şartlı-îktiranlı bir kıyasın öncülleri değildir. D urum böyle olunca, bunların muhal olan bir hükmü sonuçlandırm aları da söz konusu değildir.

VAHDET-İ VÜCUD RİSALESİ: Basılmamış olan bu eser de yine A rapça olup, m üteaddit yazma nüshaları vardır.

Süleymaniye’de mevcut üç nüshasından biri Fatih-5393/2, diğeri Es’ad Efendi 3502/2, bir diğeri de H afid Efendi-447 num aralarda kayıtlıdır.

Gelenbevî bu risaleye, "Külir ve "Cüz’f varlıkların mahiyeti üzerinde durarak, bazı araştırm acılara (m uhakkiklere) göre

Vücud-u Küllî’nin (Bütüncül varlığın) hariçte varlığının mümtenî^

(imkânsız) olduğuna işaret etm ekle başlıyor. O, mantıksal bir izah tarzıyla bu görüşlerini açıkladıktan sonra, Vacibu’l-Vucut ve

"Mümkinü’l-Vucut" olan varlıkların tanımım yapm aktadır: "Kendi özünde var olmak için başkasına m uhtaç olan mümkin varlıktır.

Mümkin olan hiçbir şey ’Vâcip" değildir. Vacip İse "özünde ken­

disine muğayir olan herhangi bİr sebeple (bir şeyle) değil, bizatihi mevcut olan (özüyle kaim olan)’dır.

Gelenbevî H oca daha sonra mutasavvıfların "Vahdet-i Vücut"

anlayışı üzerinde duruyor. O na göre mutasavvıflar, Vâcİp âlemin bütünüdür" görüşünden buna gitm ektedirler. Bu görüş açık bir şekilde yanlıştır. Çünkü Cenab-ı Allah, "Vacibu’l-Vücut"tur ve zatıyla kaimdir, gayriyle değil. O , kendisine başka şeylerin ârız olmasından münezzehtir, beridir, uzaktır. Tenzih, zatıyla kaim olan için gereklidir. Z ira vacip, kendisine birşeyin ârız olmasıyla özünde adem-i kıyamı (zatıyla kaim olmamayı) iktiza eder.

Gelenbevî, Vahdet-i V ücût görüşünü kelâmcılar ve felsefeciler açısm dan da eleştirir. H aricî şeyleri Vâcib’in zatına ekleme, ona katma, onda değişmeyi ve başkalaşmayı gerektirir. O nları Vâcib in zatm a dâhil etmek nispeti ise onun m ürekkep (biieşik-bileşik mahiyet) olmasını gerektirir, m ürekkep de tağyiri zorunlu kılar.

Öyleyse bunlar muhaldir, olamayacak şeylerdir(^^).

Görülüyor ki, akıl yürütm e yoluyla V ahdet-i V ücüt’u ispat imkânsızdır. Ancak Gclenbevi’ye göre sufîler, şüpheden hiçbir zaman uzak olmayan bu yolla değil, "Bedahet yoluyla (Herşeyin evveH olarak Allah’ı görm ekle), gerçek varlığın Allah Taâla’dan başkası olmadığına, mümkün olanlara varlık adının verilmesinin, mazhariyet alâkasıyla m ecazî olduğuna, bazıları ' Vâcip bazıları

"Mümkin" olan m üteaddit varlıklar söz konusu olmayıp, aksine tek bir varlık olduğuna, bunun da Allah T aâla’nın zatı olduğuna, mümkinlerin var olması, varlığın onlarla kaim olması anlamına

8 1 G e len b ev î, R isale fî V a h d e t a l-V ü c u t, E s a d E fe n d i - 3502/2.

olmayıp onların bir tür alâka ile Vacibu’l-V ucûd’a (A llah’a), özüyle kaim olan yegâne gerçek varlığa bağlanmaları ile var olduk­

larına, Allah Taâla’nm muhtelif sıfatlarının tecellisiyle de dış dünyada çok çeşitli suretlerin sabit olduğuna; bu tecellînin keyfiyetinin ise meçhul olduğuna, bunun ancak Allah tarafından bilindiğine, bu tecelli bakî oldukça mümkinlere "varhk " sıfatının hakikatte değil, mecazen ad olarak verildiğine inanm ışlardır, buna kâil olmuşlardır.

H akikatte ise müminler ezelî ve edebî olarak m a’dum (yok)’durlar. Gelenbevî’ye göre Sofistler ile V ahdet-i Vücûtcular arasında iki yönden fark vardır: Birincisi Sofistler ister vâcip, ister mümkin olsun, mutlak varlığı inkar ederler. Mutasavvıflar ise Vâcibu’l-Vucud’u inkâr etmeyip, varlığı Vâcib’e özgü kılarlar. İkin­

cisi ise, mümkinlerin varlığını Vâcib’e zorunlu olan kıyası itibariyle değil, kendi mahiyetlerine kıyası itibariyle inkâr ederler. O nlar bu noktada "Yalnız Allah Vardır" derler ve ’H erşey herhangi bir vakıtta halik olur (yok olur gider)" demezler, "dâima hâliktir (yok­

tur), ancak Cenab-ı Allah’ın kendisi hâlik değildir." derler( “ ).

Öyleyse Sufîlerin "Vahdet-i Vücut" anlayışından, "herşey Vacibu’l- V ucut’tur" anlamı çıkarılmamahdır. Aksipe "varlık, var olmaya layık tek bir mevcut vardır ve O da Allah’tır" anlamı çıkanim ahdır.

IV- Diğer Eserleri

RİSALE fi BEYANI ÎSM U’L-MA’NA ve İSM U’L-"AYN:

A rapça olan bu risale Süleymaniye Kütüphanesi Giresun-106’da kayıtlı yazma içerisinde yer alan risalelerden İkincisi olup, bir varaktır. Nahiv ilmiyle alâkahdır.

Risalede, "Bir mahiyetin, bir cevherin ilintilerini ifade eden sözcükler" diyebileceğimiz "MA’NA İSİM LERİ" ile Bir mahiyetin bir cevherin adı olan sözcükler" anlam ında kullanılan "ZAT

8 2 Bkz: İsm ail F e n n f (E rtu ğ ru l), V a h d e l-t V ü cu d v e M ulıyiddin A vabî. s. 111 vd.

İSİM LERİ" üzerinde durulm akla U sulcüler (H adîs ve İslâm H ukuku Melodolojisi bilginleri) ile Nahivciler (A rapça dilbil­

gisinin cümle bilgisi kısmıyla uğraşan bilginler) arasında bu konudaki görüş ayrılıkları örneklerle açıklanmaktadır.

RİSALE fi ŞARH TARİFİ SİD K İ’L-HABER ve KİZBİHİ: Bu risale Süleymaniye Kütüphanesi H afid Efendi 447/5 num arada kayıtlı A rapça küçük bir risaledir.

Dua, emir, temenni... vb. olmayıp, haber bildiren bir sözün doğru ve yanlışlığından neyin anlaşılması gerektiği konusunu işlemektedir.

Gelenbevî bu risalesinde Fârâbî’nin sözü 'T a m ' ve "Tam ol­

mayan" diye ikiye ayırdığım hatırlatarak, tam sözün iki terim arasındaki nispetten ibaret olduğunu, doğruluk ve yanhşlığm "tam olan söz" için geçerli olduğunu söylüyor. Doğruluğun m utabakat (gerçeğe uygunluk), yanlışlığın da m utabakatın olmaması (gerçeğe uygunluğun bulunmaması) ile ortaya çıktığını ilâve ediyor.

Aynı yazma eser içerisinde altıncı sırada yer alan RİSA LE fî BAHS MİN al-ŞARH al-C ED ÎD adlı eserinde ise Gelenbe\â, İLLET (sebep) ile M A ’L U L (sebep olduğu şey) arasındaki münasebet üzerinde durm aktadır.

RİSALE fi’t-TEKADDUM (Tekaddüm -önce gelme- hakkında risale): Yine A rapça olan bu eser, Süleymaniye’de Giresun- 106’da kayıtlı yazma içerisinde üçüncü risaledir. Tek sahifelik bir eserdir. Bir şeyin diğer bir şeyden kaç anlam da önce olabileceği hakkındadır. Ona göre beş türlü öncelik vardır:

1-Zam anda öncelik

2-Tabiatı açısından öncelik (1 sayısı 2 sayısına nispetle daha öncedir.)

3-Şerefte öncelik (Bu anlamda, hoca öğrencisinden daha öncedir.)

4-Rütbede öncelik 5-Sebeplilikte öncelik

Giresun-lOö’da kayıtlı yazma eser içerisinde yer alan bir başka risale de R İSA L E T U ’L-M ASTAR (M astar Risalcsi)'dır. 139.

varaktan itibaren başlayan bu risale, üç varaktır. Nahiv ilmiyle il­

gilidir. Risalede, bir kelime türü olan M astar’m çeşitli delâletleri hakkında tesbitler yapılmakta, bilgiler verilmektedir.

RESAİLU’L-İMTÎHAN (İm tihan Risaleleri); Kaynaklarda G elenbe\î H oca’ya atfedilen bu eser, İbrahim Nureddin tarafından kaleme ahnan bir risaleler mecmuasıdır. îlk risalenin

RESAİLU’L-İMTÎHAN (İm tihan Risaleleri); Kaynaklarda G elenbe\î H oca’ya atfedilen bu eser, İbrahim Nureddin tarafından kaleme ahnan bir risaleler mecmuasıdır. îlk risalenin

Benzer Belgeler