• Sonuç bulunamadı

1.2. Bilim İçinde Sanat: Tarihselliğin “Kurgusal” Anlamı

1.2.1. Kapitalizmle Tanışma

Cumhuriyet rejiminin siyasi, ekonomik ve ideolojik zemini Osmanlı’daki modernleşme hareketi üzerine inşa edilmiştir (Kahraman, 2010; Mardin, 2017). Bu noktada İkinci Meşrutiyet önemlidir, zira rejim değişikliğinin ve teorik bir süreklilik arz eden ekonomik programın temelleri bu dönemde atılmıştır (Oğuz, 2013). 1908 hareketi Osmanlı Siyasal sistemi açısından mutlak saltanattan meşruti saltanata geçiş anlamına gelmekte ve saray bürokrasisinin mutlak iktidarından kesin bir kopuşu simgelemektedir (Lewis, 1984: 212).

Kapitalistleşme genel eğiliminde birleşen Osmanlı aydınları ve bürokratları bu isteklerini gerçekleştirmek için iki ayrı yolu gündeme getirmişlerdir. Bu yollar, ‘Serbesti-i Ticaret’ ve ‘Usulü Himaye’dir (Çavdar, 2003: 21). Liberalizm, devrim sonrası Osmanlı iktisadi ve siyasi düşüncesini şekillendiren temel felsefe olmuştur. Jön Türkler liberalizm yönündeki tercihlerini açıkça dile getirmişlerdir (Toprak, 2017). 19. Yüzyıl başlarından Birinci Dünya Savaşı’na kadar geçen sürede Osmanlı ekonomisi kapitalizme kapılarını açmıştır. Bu dönemde iç ve dış kaynaklı gelişmeler kurumları önemli ölçüde etkilemiştir (Pamuk, 2005: 151). İmparatorluğun Avrupa kapitalizminin siyasi iktisadi mantığına dâhil olmasını kurumsallaştırma yolunda atılan ilk adım 1838 yılında İngiltere ile yapılan ticaret antlaşmasıdır (Keyder, 2014: 43). Ancak bu dönemlerde yaşanan çevreleşme sürecinde Osmanlı İmparatorluğu’nu diğer az gelişmiş ekonomilerden ayıran birtakım kendine özgü özellikler mevcuttur. Merkezi devletin ve bürokrasinin gücü, siyasal bağımsızlığın hiçbir dönemde tümüyle kaybedilmemiş olması, dış devletler arası rekabet ve taşradaki toprak sahiplerinin gücü Osmanlı’nın özgül durumunu ortaya koyan özelliklerdendir (Pamuk, 2005: 160-161). Osmanlı İmparatorluğu doğrudan başka bir devletin egemenliği altına girmemiş olsa da, özellikle 19. Yüzyılın son dönemlerinde uluslararası finans kapital, devletin maliyesine ve üretim etkinliklerine Düyun-u Umumiye İdaresi yoluyla bir nevi el koymuştur (Kasaba, 1993: 93). Ekonominin aşamalı olarak yabancı denetimi altına girmesiyle iktisadi ve siyasi özgürlük daralmıştır (Özuğurlu, 1994: 59).

Osmanlı İmparatorluğu kapitülasyonların sağladığı kolaylıklarla birlikte yabancı sermaye açısından, düşük gümrük kapıları, ucuz işçilik ve zengin hammadde kaynakları

itibariyle kârlı bir yatırım ülkesi konumundadır (Özuğurlu, 1994: 59). Geleneksel iş bölümünün yıkılmasıyla birlikte, yeni iktisadi faaliyetler ve yeni toplumsal gruplar ortaya çıkmıştır. Ticari faaliyetin yeni odaklarını oluşturan Selanik, İzmir ve İstanbul gibi liman şehirleri kaynağı Avrupa olan meta ve kredi devreleriyle bağlantıyı sağlamıştır. Liman şehirlerinde kurulan bankalar ve ticarethaneler iç bölgelere erişimi sağlayan, tüccarlardan, acentelerden, küçük satıcılardan ve tefecilerden oluşan şebekeleri harekete geçirmiştir. Ticaretin yapıcı ve yıkıcı uğraklarının büyümesi, toplumsal işbölümünün temelli bir yeniden yapılanmasına yol açmış, geleneksel düzenin küçük şehir burjuvaları ortadan kalkarken, dış ticaretle uğraşan yeni bir sınıf ortaya çıkmıştır. Bu noktada statüsü ilk elden tehlikeye düşen sınıf, Müslüman zanaatkâr ve tüccar sınıfıdır. Müslüman tüccarlar ticari faaliyetteki artıştan ve özellikle bu artışın dünya pazarlarıyla bağlantılı kısmından yararlanamamışlardır (Keyder, 2014: 46-47).

Ulusal nitelikteki bir kapitalizme yöneliş olmakla birlikte Türk burjuvazisinin cılızlığı Osmanlı İmparatorluğu’nda dışa bağımlı bir piyasa ekonomisinin ve ticaret burjuvazisinin olması, sanayi birikiminin hem devlet hem de yerli özel sermaye aracılığıyla gerçekleştirilmesini güçleştirmiştir (Boratav, 2005). İç pazardaki bir gelişme büyük ölçüde ayrıcalıklı konumdaki yabancı kapitalistlere ya da yabancıların koruduğu yerli gayrimüslimlere bu olanağı değerlendirme fırsatı doğurmuştur (Tezel, 2002: 73). Bu durum Müslüman-Türk unsurun ticari hayatta gelişmesini de engellemiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüz elli senesi modernleşme sancılarıyla geçmiştir. Bunun ilk evrelerinde daha çok askeri anlamda Batı’ya benzemeye, onun askeri teknolojisi taklit edilmeye çalışılmıştır. Ancak daha sonra bu teknoloji kullanımının bir bütünün parçası olduğu görülmüş, kültürel ve sosyal anlamda Batı’ya öykünerek, hedef olan modernleşme ülküsüne yaklaşılacağı düşünülmüştür (Balkız, 2015). Batı fikirlerinin iyice anlaşılmaya ve politik bir eylem olarak kabul görmeye başladığı evre II. Abdülhamid (1876-1909) dönemidir. Bunun en büyük nedeni yeni kurulan okullarda eğitim görenlerin ve yabancı dil bilenlerin sayısının artması kadar, padişahın kendisinin de Batı’yı bir model olarak görmesidir. Bu yıllarda 19. Yüzyıl pozitif bilimlerinin Batı’nın esas güç kaynağını oluşturduğu düşünülmektedir. Son dönemlerinde sürekli kaybeden bir imparatorluğun açılan yeni okullarında okuyan dönemin öfkeli kuşağı için Batı, gücü ve başarıyı temsil etmiştir (Mardin, 2017:9-15). Her dönem hâkim ideolojiye muhalefet eden bir kesim olsa da, genel anlamda galip gelen bu düşünme biçiminin özellikleri şöyle sıralanabilir: a) Modernleşme bir ülkü olarak benimsenmiştir; b) Modernleşme için kaynak Batılılaşma olarak görülmüştür; c) Bunun için uygun olan yönetim biçimi olarak ulus devlet ve ideoloji olarak milliyetçilik

benimsenmiştir; d) Bütün bunları yapacak siyasi irade olarak devletin bizatihi kendisi seçilmiş, onun bu politik ülküde devamlılığı esas kabul edilmiştir.

Ekonomik anlamda Batı’ya bağımlılık, özellikle Osmanlı aydınında sosyo-kültürel anlamda da Batı’ya benzemeyi, onlar gibi olmayı ulaşılması gereken bir hedef olarak görme sonucunu doğurmuştur (Mardin, 2017). Batı’da gelişen ekonominin Osmanlı ileri gelenlerinin gözlerini kamaştırdığı bir gerçektir. Sanayileşen Batı ülkelerindeki ilerleme Osmanlı aydınının örnek aldığı bir olgudur. Ticaret, sanayi ve ulaşım alanlarındaki büyük sıçrama Osmanlı aydınının ana gündemi olmuştur (Çavdar, 2003: 19).

Kahraman (2012), Türk siyasal modernleşmesinin kendi içinde çelişkiler barındırdığını iddia eder. Bunun nedeni olarak da yerleşik ve kendine özgü sağlam temellere sahip bir imparatorluk geleneğinden kökleri 19. Yüzyılda atılmış ulus devlet pratiğine geçişte yaşanan sancıları görür. Bir yandan özgürlükçülük iddiasında olmak, diğer yandan onu engelleyecek bürokratik girişimlerde bulunmak ve önlemler almak; bir yandan modernleşmeden söz etmek, diğer yandan feodal kalıpları dayatmak; bir yandan birey vurgusu yapmak, diğer yandan bireyi bütünüyle ezecek bir devlet anlayışını benimsemek önemli çelişkiler olarak görülür. Siyasal sistem ve bunun ideolojik altyapısı inşa edilirken kazanımlar üstüne vurgu yapılmış, ama toplumun siyasi iradenin kontrolü dışına çıkması engellenmiştir. Bir tür miras olan bu kontrol çabası iktisadi alanda da devam etmiştir. Osmanlı’da sermayedar burjuva sınıfının varlığı önemli olsa da, bu sınıfın devlet aygıtından bağımsız gelişmesi kaygı verici bir gelişme olarak görülmüş (Toprak, 2017: 368), bu görüş Cumhuriyet rejiminde de devam etmiştir.