• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: RİSK ALGISININ TARİHSEL GELİŞİMİ

1.5. Kaldıraçsız Bir Finansal Sistem ve Risk

İslam toplumunda spekülatif alım-satımların hem hacim, hem de sayı olarak düşmesi beklenir. Örneğin “İslami” forward piyasasında en başta sadece 100 TL depozito yatırarak 1.000 liralık altın almak artık mümkün olmayacaktır. Bu, altınını, 900 TL’lik borç bakiyesinin vadesi gelmeden kâr ederek satma umudu taşıyan spekülatörün gerçekleştirdiği tipik bir “depozitolu” (margined transaction) işlem şeklidir. Altının fiyatında %10’luk bir artış, yatırılan depozito üzerinden %100 kâr etmek anlamına gelecektir. Bir tür açığa satış olan bu tür bir kaldıracın da yasaklanması, İslami finansal piyasayı, tam olarak reel ekonomiye dayalı hale getirecektir. Tarihsel sürecin anlatıldığı kısımda da belirtildiği gibi türev işlemleri, sözleşmelerin taşıması gereken asgari belirlilik şartını sağlamadığından “garar” kabul edilmiş ve yasaklanmıştır. Uygun şekilde yapılandırılmış İslami finans sisteminde finansal kaldıracın önemli ölçüde ortadan kaldırılmış olması, hem kaldıraç etkisiyle aşırı özkaynak kârlılığını, hem yine kaldıraç etkisinin tetiklediği zincir türev işlemleriyle aşırı riskler alma imkânını ve sonuçta da geleneksel işletme finansı teorisini geniş ölçüde kullanışsız hale getirecektir.

Batı finans literatüründe çoğu zaman “gearing (vites değiştirme)” diye de tanımlanan kaldıraç, modern dünyada oldukça yaygındır ve en son bütün dünyayı etkileyen 2008 krizinin ardındaki temel saiktir. Bu kaldıraç mekanizması borç alanlara, faiz ödemeleri yapıldıktan sonraki bütün kârı almalarına imkan vermektedir. Böylece, faizle borç verenler, girişime verdikleri bu para oranında kârdan bir pay alamamaktadırlar. Örneğin 1.000 TL’lik bir projenin 900 TL borç, 100 TL özkaynakla finanse edildiğini varsayalım. Borcun faizi %10, vergi oranı %30’dur. Proje dönem sonunda 300 TL’lik bir faiz ve vergi öncesi kâr sağlamıştır. Burada borç veren, girişimcinin gereksinim duyduğu fonun %90’ını karşılamış, ancak elde edilen kârın sadece %30’unu faiz ödemeleri şeklinde almıştır (90/300). Faiz ödendikten sonraki vergi öncesi kâr (300 ─ 90 =) 210 TL’dir. Bundan vergi de ödendikten sonra girişimciye kalan net kâr (210 ─

23

63 =) 147 TL’dir. Böylece borç alan girişimci fonun %10’unu sağladığı halde tam %147 özsermaye getirisi elde etmiştir.

Faizli sistemdeki geleneğe göre yatırım, algılanan riske göre ödüllendirilir. İslami yaklaşımda ise, yatırım, faaliyetin sonucundaki kâra yaptığı katkıyla orantılı olarak ödüllendirilir. İslami ilkeler yatırılan sermayenin en başta algılanan riske göre değil, onun kârlılıktaki fiili katkısına göre ödüllendirilmesi gerektiğini söyler. Faizsiz borçların, kâr amaçlı bir şirketin sermayesinin genellikle önemli bir kısmını teşkil etmeyecek olması ve faizli borçların da tamamen yasaklanmış olması nedeniyle, İslami ekonomide finansal kaldıraç imkanı da ortadan kaldırılmış olmaktadır. Geleneksel finanslama yaklaşımında borç/özsermaye oranındaki tercih, teşebbüs edilecek işle ilgili güven düzeyine göre oluşur. Eğer girişimci, diyelim ki yıllık %20 varlık getirisi elde edeceği şeklinde bir güvene sahipse, o takdirde bu girişimi yıllık %10 faizli bir borç kullanarak finanse etmek, hisse çıkararak finanse etmekten çok daha caziptir. Ancak işadamının oldukça belirsiz bir projeye teşebbüs etmesi durumunda ise borç, hisseye göre daha az cazip görünebilmektedir.

Finansal kaldıraç uygulaması ticari faaliyetlerde, Umar Vadillo’nun The End of Economics adlı kitabında “ticari irilik” diye bahsettiği bir eğilime yol açmaktadır. Daha yüksek kaldıraç girişimcinin özsermaye getirisini artırdığından, firmalar faaliyetlerinin boyutlarını büyütmek için borçlanmaya teşvik edilmiş olmaktadır. Ölçek ekonomisi, büyük firmaların, küçük firmalara rekabet üstünlüğü sağlamalarına yol açmaktadır. Dahası, büyük firmalar çoğu zaman küçük rakiplerinden daha fazla borçlanabilme gücüne sahiptir ve bu nedenle yeni rakiplerini boğarak sektördeki hakimiyetlerini pekiştirirler. Küçük ölçekli, sahipleri tanınan ve bölgesel güçlenmeyi sağlayan işletmelerin yerine gittikçe devasa, sahiplik yapısı anonim ve bölgesel gücü ortadan kaldıran işletmeler geçmektedir. Küçük işletmelerin geleneksel usta-çırak yapılarının tersine, bu iri sistemde işveren-personel yapıları hakim olmaktadır (Diwany, 2003).

Hristiyanlığın katolik yaklaşımının tersine İslam’ın dünyadaki kazanç ve hazların tatminini meşru kılan yaklaşımını, protestan ahlak ve sonrasındaki modernite sürecindeki vahşi kapitalist anlayışla karıştırmamak gerekir. Modern iktisat öğretisi iktisadı tanımlarken “insan ihtiyaçlarının sınırsız, kaynakların kıt” olduğu kabulüne dayanır. Oysa İslam’daki insan ve evren tasavvuru farklıdır. Her insanın “optimal” bir

24

tatmin ve zenginlik düzeyi vardır ve bu düzeyin ötesinde haz peşinde koşmak doğru değildir. Dolayısıyla Kur’an’ın “dünyadan nasibini unutma (Kasas, 28/77)” cümlesi ilerlemeci felesefe anlayışı ile okunup “dünyadan zevk al, istifade et, olabildiğince servet sahibi ol…” şeklinde anlaşılmamalıdır. İslam’ın bütününe bakıldığında “kanaat” kavramı ağırlık kazanmaktadır ve bu da yukarıda zikredilen “optimal varlık” düzeyinin hedeflenmesi gerektiğini işaret etmektedir. Gelecekle ilgili olası durumların tahmin edilmesi ve tarafları mağdur etmeyecek akılcı tedbirlerin alınması da risk yönetimi bağlamında kabul edilebilecek bir davranıştır. Ancak burada da dikkat edilmesi gereken bir başka önemli kavram “tevekkül”dür. Kişinin, gerekli tedbirleri aldıktan sonra artık Yaradıcı’nın kendisini mağdur etmeyeceğine inanması anlamına gelen bu kavramın içselleştirilmesi, bir toplumda yatırımcıların ve girişimcilerin “başkalarının mağduriyeti pahasına” kendilerini garantiye alma eğilimlerini de durduracaktır.

Modern zamanlarda bilim ve teknolojinin daha etkin kullanılması sonucu daha etkin bir risk yönetimi gerçekleştirildiğini iddia etmek güçtür. Çünkü modern toplumlar yeni riskleri de beraberinde getirmiş ve risk kontrolü belki eskisinden daha zor hale gelmiştir. Riskin sayısal tekniklerle ve teknolojik imkanlarla daha etkin ölçülebilmesi ve fiyatlanması, insanın risk alma konusunda daha ihtiyatlı davranmasına değil, daha fazla cüretkâr davranmasına yol açmış görünmektedir. Bu cüretin bedeli ise ne yazık ki riski alanlarca değil, sıklıkla görüldüğü gibi bütün toplum kesimleri ve ekonominin tüm sektörleri tarafından ödenmektedir.

Finansal sistemin etkinliği ve sağlamlığı, yatırımcıların ellerindeki fonların, reel ekonomide etkin şekilde kullanılmasına sağladığı katkıyla ölçülür. Dünyanın bugüne kadar yaşadığı ve en son 2008 krizi ile bir kez daha ortaya çıkan gerçek ise finansal sistemin bu amaca hizmet etmekten çok, kaldıracın “sihirli” cazibesine kapılan aktörlerin, aşırı riskler alarak finans ekonomisini anormal ölçekte büyütmüş olmalarıdır. “Reel ekonomi için” var olması gereken finans ekonomisi, deyim yerindeyse “kendisi için var” olmuştur. Bu kısır döngünün tekrarlamaması için kaldıraçsız veya en azından kaldıracın belli kesimlerin mağduriyetine neden olmadığı bir sistem üzerinde tekrar ve ciddi şekilde düşünülmesinde yarar vardır.

25

BÖLÜM 2: NEOKLASİK VE POSTKEYNESYEN İKTİSATTA