• Sonuç bulunamadı

Karotis intima media kalınlığı (KIMK): Hastalar çalışmanın başında karotis intima media kalınlığı açısından değerlendirildiğinde başlangıçta her iki grup

Grafik 19: Tedavi gruplarına göre hastaların MDA düzeyleri (mmol/ml).

16. Karotis intima media kalınlığı (KIMK): Hastalar çalışmanın başında karotis intima media kalınlığı açısından değerlendirildiğinde başlangıçta her iki grup

arasında fark yoktu (p>0.05). Çalışma sonunda ise tedavi öncesine göre her iki grupta istatistiksel olarak anlamlı olmayan değişimler izlendi (p>0.05). KIMK düzeylerindeki yüzde değişimler açısından ise iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0.05). (Tablo 21, grafik 24, grafik 25)

Tablo 21: Tedavi gruplarına göre hastaların karotis intima media kalınlığı (cm)

Grup Tedavi öncesi Tedavi sonrası p

UF 0,0761± 0,092 0,060 ± 0,081 >0.05 Diüretik 0,0643 ± 0,0108 0,0798 ± 0,010 >0.05

Grafik 24: Tedavi gruplarına göre hastaların KIMK düzeyleri (cm).

5.TARTIŞMA

Bu çalışmada hipervolemik KKY, KBY, Kardiyorenal sendrom ve DM tanılarından en az birini taşıyan hastalarda vücuttan volüm uzaklaştırma amacıyla kullanılan UF ve diüretik tedavi modaliteleri karşılaştırılmıştır. Her iki tedavi grubunda da tedavi öncesi ve tedavi sonrası PAB, EF, LVKİ, VKİ değerleri karşılaştırıldığında anlamlı düşüşler saptandı, fakat bu düşüşler iki grup karşılaştırıldığında anlamlı değildi. Diüretik tedavisi uygulanan grupta tedavi sonrası BUN düzeylerinde anlamlı artışlar izlendi. Tedavi sonrası her iki grupta da sodyum seviyesinin bir miktar arttığı fakat bu artışın anlamlı olmadığı saptandı. UF grubunda albumin seviyeleri tedavi sonrası bir miktar artmış iken diüretik grubunda albumin seviyeleri tedavi sonrası bir miktar azalmıştı ancak bu değişiklikler anlamlı değildi. Gruplar GSH-Px, SOD, katalaz ve MDA düzeyleri açısından değerlendirildiğinde tedavi sonrası tedavi öncesine göre UF grubunda hem GSH-Px hem de SOD düzeylerinde azalma, katalaz ve MDA düzeylerinde artış mevcuttu. Diüretik grubunda ise tedavi sonrası GSH-Px ve katalaz düzeylerinde azalma, SOD ve MDA düzeylerinde anlamlı olmayan artma saptandı.

Organizmada serbest radikallerin oluşum hızı ile bunların ortadan kaldırılma hızı bir denge içerisindedir ve bu durum oksidatif denge olarak adlandırılır. Oksidatif denge sağlandığı sürece organizma serbest radikallerden etkilenmemektedir. Bu radikallerin oluşum hızında artma ya da ortadan kaldırılma hızında bir düşme bu dengenin bozulmasına neden olur. Oksidatif stres olarak adlandırılan bu durum özetle, serbest radikal oluşumu ile antioksidan savunma mekanizması arasındaki ciddi dengesizliği göstermekte olup, sonuçta doku hasarına yol açmaktadır (81).

Oksidatif stresin etkilediği en önemli hastalıklardan biri KY, bir diğeride KBY’dir. Myokard infarktüsü sonrası KY geliştirilen hayvan çalışmalarında süperoksit dismutaz, katalaz, glutatyon peroksidaz ve E vitamini gibi miyokardiyal antioksidanlar azalırken, serbest oksijen radikallerinin ve oksidatif stresin arttığı gösterilmiştir. Aynı şekilde KBY hastalarında üreminin erken aşamasında oluşan oksidan ve antioksidanlar hem uzun vadeli komplikasyonların gelişimine hem de

hemodinamik fonksiyonu düzelen hayvanlarda antioksidan rezervde artma, oksidatif streste azalma sağlanabilmektedir (82, 83, 84).

KBY hastalarında MDA’nın periferik mononükleer hücrelerde, trombosit, eritrosit ve plazmada konsantrasyonunun arttığı gösterilmiştir (85). Bizim çalışma grubumuzda da literatürü destekler şeklide MDA seviyeleri normal popülasyondan daha yüksek seviyede bulundu. Ayrıca hem diüretik tedavi grubunda hem de UF tedavi grubunda övolemi sağlandıktan sonra MDA seviyelerinde bir değişiklik olmaması volüm çekildiği halde oksidatif stresin bu hasta grubunda sadece hipervolemi ile ilgili olmadığını düşündürmektedir. Tedavi metodları karşılaştırıldığında UF ve diüretik tedavisinin MDA seviyesi üzerine etkileri benzer bulundu. Diyaliz hastalarında MDA düzeyleri ile aterosklerozis gelişmesi arasında ilişkinin varlığı saptanmıştır (86). Hipervolemik hastalarda volüm çekilmesinin MDA seviyesini değiştirmemesi nedeniyle hastalarda aterosklerozis ve dolayısıyla kardiyovasküler risklerin devam ettiğini düşündürmektedir (87).

Günay ve arkadaşları hipervolemik ve hipertansif olan hastalarda antihipertansif tedavi ve sıkı volüm kontrolünün oksidatif stres ve inflamasyon belirteçleri üzerine etkisini incelemişlerdir. Sıkı volüm kontrolü yapılan hasta grubunda oksidatif stres ve inflamasyon belirteçlerinin anlamlı şekilde düştüğü bu çalışmada gösterilmiştir (88). Ancak bizim çalışmamızda hem UF hem de diüretik tedavisi ile volüm kontrolü yapılan hastalarda oksidatif stres belirteçlerinde anlamlı değişiklikler saptanmadı. Günay ve arkadaşlarının çalışmasında hastalar altı ay boyunca takip edilip, tansiyon değerleri normale geldikten sonra oksidatif stres belirteçlerine bakmışlar, bizim çalışma grubumuzda ise hastalar sadece bir ay takip edildikten sonra oksidatif stres belirteçlerine bakıldı. Bu farklılığın oksidatif stres belirteç değerlerinin düşme hızının daha uzun sürelerde olabileceğini düşündürmektedir.

Bu çalışmada oksidatif stres belirteçlerinden olan SOD ve GSH-Px seviyelerinde hem diüretik grubunda hem de UF grubunda tedavi sonrası herhangi bir değişiklik olmamıştır. Ancak literatürde hipervolemik olan hastalarda sıkı volüm kontrolü yapılması sonrasında GSH-Px ve SOD değerlerinde volüm kontrolü sonrasında belirgin azalma saptanan çalışmalar bulunmaktadır (88). Bizim çalışma grubumuzda hastalara izole UF uygulanmış iken, oksidatif stres belirteçlerinin

düştüğünü gösteren çalışmada UF ile birlikte HD uygulanmıştır, bu durum kandaki oksidatif stres belirteçlerinin HD ile kandan uzaklaştırılması ile ilgili detaylı çalışmalara ihtiyaç olduğunu düşündürmektedir.

Literatürde hipervolemik hastalarda diüretik tedavisi ile ultrafiltrasyon tedavisi arasındaki üstünlük, avantaj ve dezavantajlar ile ilgili çok sayıda çalışma bulunmaktadır. Bunlardan RAPID-CHF (Randomized Controlled Trial of Ultrafiltration for Decompensated Congestive Heart Failure: the Relief for Acutely Fluid-Overloaded Patients with Decompensated Congestive Heart Failure) çalışmasında 40 hasta sekiz saatlik tek seans ultrafiltrasyon ile diüretik tedavi kollarında karşılaştırılmıştır. 24. saatte ultrafiltrasyon grubunda daha fazla sıvı uzaklaştırılması sağlandığı, global dispne ve kalp yetmezliği skorlarında daha fazla iyileşme görüldüğü ve komplikasyonlar açısından ise bir fark bulunmadığı bildirilmiştir (89). UNLOAD (Ultrafiltration versus Intravenous Diuretics for patients Hospitalized for Acute Decompensated Heart Failure) çalışmasında da hipervolemi bulguları olan kalp yetmezliği hastalarında 500 mL/saat hızında ultrafiltrasyon ile ortalama günlük 180 mg intravenöz furosemid tedavisi karşılaştırılmıştır. Hastaların 48. saat ve 90. gün verileri kıyaslandığında ultrafiltrasyon grubunda istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha fazla sıvı uzaklaştırılması ve kilo kaybı sağlanmış, dispne skorlarında anlamlı bir fark olmasa da 90. günde yeniden hospitalizasyon, acil başvuru ve hastanede geçen süre ultrafiltrasyon grubunda belirgin olarak daha az olarak bildirilmiştir (90).

Bu çalışmada hipervolemik hastalarda hipervolemi ile KIMK arasındaki ilişkide incelendi. Çalışma popülasyonunun KIMK değerleri normal popülasyona göre daha yüksek saptandı, ancak başvuru anında ve tedavinin ikinci haftasında volüm çekildikten sonra (hastalar övolemik halde iken) KIMK değerleri arasında bir değişiklik saptanmadı. Literatürde bu konuda sadece birkaç çalışma vardır. İki farklı tedavi grubunun KIMK değerleri üzerine etkileri karşılaştırıldığında gruplar arasında KIMK değerlerine etki bakımından anlamlı fark saptanmadı. Ayrıca kardiyovasküler hastalıklar ile karotis aterosklerozu arasındaki ilişkiyi gösteren bir çalışmada karotis arterin intima-media kalınlığının artması generalize aterosklerozu gösteren bir belirleyici olarak kabul edilmektedir (87).

Duran ve arkadaşlarının 22 KBY’li hastayı iki yıl takip ettiği çalışmada KIMK’nın hemodiyaliz ile azaldığı gösterilmiştir (91). Shi ve arkadaşlarının 164 hasta ile yaptığı prospektif çalışmada ise hemodiyalizin KIMK’nı periton diyalizden daha fazla gerilettiğini beş yıl sonunda göstermişlerdir (92). Bizim çalışma popülasyoumuzda KIMK değerlerinde düşüş olmaması takip süremizin bir ay ile kısıtlı olmasından kaynaklanmış olabileceği gibi, Duran ve arkadaşlarının çalışma grubundaki hasta sayısının az olması ve aterosklerozun diğer belirleyicileri olan yaş, hiperlipidemi, sigara kullanımı gibi faktörlerin dikkate alınmamış olması olabilir.

Bizim çalışmamızda tedavi gruplarının tedavi öncesi ve tedavi sonrası OAB değerleri UF grubunda anlamlı derecede azalmış iken diüretik grubunda anlamlı değişiklik olmadı. Fakat OAB’deki bu değişikliğin KIMK üzerine etkisinin olmadığı saptandı. Ancak Riccioni’nin yaptığı bir derlemede diüretiklerinde dahil olduğu antihipertansif ilaçların KIMK’ı ve kardiyovasküler olay sayısını azalttığı ve bu sonuçların ilaca özgül olmasından çok tansiyon düşüşü ile ilişkili olduğu vurgulanmıştır (93). OAB düşüşünün uzun vadede ateroskleroz göstergesi olan KIMK değeri üzerine olumlu etkileri vardır. Ancak etkinin ortaya çıkması için OAB değerinin uzun süre normal olması gerekmektedir. Literatürde KIMK düşüşü ile ilgili anlamlı çıkan çalışmalarda ise bu etkinin ilaç veya hemodiyaliz tedavisi ile mi ilişkili olduğu yoksa tansiyon düşüşü ile mi ilişkili olduğu net ortaya konamamıştır.

Sol ventrikül kitle indeksi KBY’li hastalarda tansiyondan bağımsız olarak mortalite için öngördürücü bir parametredir. Bunun nedeni sol ventrikül kitle indeksi artışı ile birlikte sol ventrikül kompliyansının bozulması, aritmogenez ve koroner direncin artmasıdır (94). Normotansif hemodiyaliz tedavisi alan hastalarda hemodiyaliz süresi ile birlikte sol ventrikül kitlesi de artmaktadır (95). Hemodiyaliz tedavisi alan hastalarda yapılan bir çalışmada sol ventrikül kitle indeksi, ortalama arteryel kan basıncı ve nabız basıncı ile ilişkili bulunmuştur (96). Bizim çalışma grubumuzdaki hastaların sol ventrikül kitle indeksleri literatürdekine benzer şekilde normal popülasyona göre yüksek bulundu. Bu durum çalışma popülasyonumuzun mortalite yönünden riskli olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. LVKİ’nin düşürülmesi mortaliteyi azaltmaktadır, bundan dolayı hipervolemik hastalarda LVKİ’nin düşürülmesi gerekmektedir. Bizim çalışma grubumuzdaki hastalarda hem diüretik grubunda hem de UF grubunda tedavi sonrası LVKİ’nde belirgin şekilde

azalma saptandı. Bu azalmanın mortaliteyi etkilediğini göstermek için hastaların daha uzun süre takip edilmesi gerekmektedir. Çalışmamızda ek olarak UF grubu ve diüretik grubunun LVKİ’ni geriletmesi açısından karşılaştırıldığında aralarında anlamlı fark bulunmadı. Bu benzerliğin öncelikle volüm yükünün azalmasına bağlı olduğu düşünüldü.

Hipertansif hastalarda antihipertansif tedavi ile sol ventrikül kitle indeksinin gerilediği bzaı çalışmalarda gösterilmiştir. Canella ve arkadaşlarının diyaliz tedavisi alan hastalarda yaptığı çalışmada 2 aylık ACE-İ tedavisi ile sol ventrikül kitle indeksinin gerilediği gösterilmiştir (97). Vaziri ve arkadaşlarının 12 KBY’li hemodiyaliz hastasında yaptığı çalışmada, hastaların hemodiyalizden sonra sol ventrikül ve sol atrium boyutlarında azalma olduğu saptanmıştır (98). Ayrıca hipervoleminin tuz kısıtlaması ve ultrafiltrasyon ile tedavisi ile de sol ventrikül kitle indeksinin gerilediği gösterilmiştir (99).

Ganda ve arkadaşlarının 1995 ve 2006 yılları arasında hastaneye yatırılan 41 hasta ile yaptığı çalışmaya KBY’li semptomatik KKY’li EF’nu düşük hastalar dahil edilmiştir. Hemodiyalize alınan hastalara ilk ekokardiyografi üç ay içinde ve daha sonra ortalama 8,6 ayda bir kez olmak üzere tekrar edilmiştir. Sonuç olarak KKY ve KBY’li hastalarda hemodiyalizin LVKİ’ni gerilettiği gösterilmiştir. Hemodiyaliz tedavisinden sonra ise bu hasta grubunda LVEF’nun arttığı gösterilmiştir. Bu hastaların kardiyovasküler hastalık açısından anlamlı olarak hastane yatışı azalmıştır. Yazarlar bu durumu hemodiyaliz ile venöz konjesyonun geriletilmesine bağlamışlardır (100). Bizim çalışma popülasyonumuzda da hipervoleminin azaltılmasıyla LVEF değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı bir yükseklik ve LVKİ’nde anlamlı bir düşüş saptandı. Benzer şekilde bizim çalışmamızda da EF’nun artışı ve LVKİ’nin azalması volüm çekildikten sonra kilonun azalması ve venöz konjesyonun geriletilmesi ile ilişkili olabilir.

Tabak’ian ve arkadaşlarının yaşları 30-82 arasında olan ve NYHA 2-4 olan dekompanse KKY’li 19 hasta ile yaptığı çalışmada UF ile diüretik tedavileri karşılaştırılmıştır. Tedavi sonucunda UF grubunun daha fazla kilo verdiği ve her iki tedavi grubunda da PAB’ta azalma ve EF ile myokardial kontraktilitede artış olduğu saptanmıştır. Tedavi sonrası iki grupta da ciddi bir komplikasyon gözlemlenmemiştir

dekompanse KKY’li hastanın 18 tanesi kontrol grubu 18 tanesi de izole UF tedavisi olacak şekilde karşılaştırılmıştır. Hastaları toplam altı ay kadar takip etmişlerdir. Tedavi sonunda UF uygulanan grupta sağ atriyal basınçta, PAB’da ve kardiyak indekste belirgin gerileme gözlemlenmiştir (102). Bizim tedavi gruplarımızda kilo verme ve PAB değerlerinde azalma yönünden fark saptanmadı. Bizim çalışmamızda bu farklılığın olmamasının sebebi tedavi süresinin iki hafta ile sınırlandırılması ve hastaların daha az kilo vermesi olabilir

KBY’nde azalmış böbrek fonksiyonu nedeniyle sıvı retansiyonu gelişir. Sıvı retansiyonu sonucu ödem ve HT gibi semptomlar ortaya çıkar. Diüretikler idrar atılımını artıran ilaçlardır. Bu ilaçlar böbreklerde nefronları ve toplayıcı tübülleri etkilemek suretiyle su reabsorbsiyonunu azaltarak, çıkarılan idrarın hacmini artırırlar. Esas olarak vücuttan sodyum iyonunun ve suyun atılmasını artırmak için kullanılmaktadırlar. Yakın kilo takibi ve aldığı-çıkardığı idrar miktarı takibi yapılmadığı takdirde diüretik tedavisi sonrası böbrek fonksiyon bozukluğu ortaya çıkabilmektedir (103, 104). Bizim çalışmamızda diüretik grubunda tedavi sonrası böbrek fonksiyon testlerinde özellikle kan üre nitrojeninde belirgin bir yükselme saptandı. UF grubunda ise böbrek fonksiyonlarında tedavi sonrası bir fark saptanmadı. Konopka ve arkadaşlarının 242 Akut Kalp yetmezliği olan olgu ile yaptıkları çalışmada akut kalp yetersizliğinde bumetanide ve metolazone ile furosemid tabanlı diüretik rejimlerinin karşılaştırılması yapılmıştır. Sürekli furosemid infüzyonu alan grupta bumetanide ve metolazone alan gruba göre daha fazla böbrek fonksiyon bozukluğu olduğunu saptamışlardır ( 105). Bizim çalışma grubumuzda da diüretik olarak furosemid kullanılmış olup böbrek fonksiyon bozukluğunun diüretiklerin nefrotoksik etkisi, hastaların kullandığı ilaçlar, hastaların takip süresinin kısa olması, diüretik tedavisi sonrası daha kontrolsüz vücuttan volüm azaltılması ve komorbit durumların varlığı ile ilişkili olabileceği düşünülmektedir.

Bart ve arkadaşlarının yaptığı bir çalışmaya 188 dekompanse KKY’li hasta alınmıştır. Rastgele olarak 94 hastaya UF, 94 hastaya da diüretik tedavisi uygulanmıştır (106). Hastalara tedavi başında kilo takibi ve bazal kreatinin değerleri ölçülmüş, 96 saat aralıklarla kilo takibi ve kreatinin değerleri tekrar ölçülmüştür. Hastalar yaklaşık olarak 60 gün takip edilmişlerdir. Tedavi sonucunda hastaların verdikleri kilo miktarı benzer olmasına rağmen UF grubunda böbrek fonksiyon

bozukluğu daha fazla gözlemlenmiştir. Bart ve arkadaşlarının yaptığı çalışma ile bizim çalışmamız arasında bu farkın olması, bizim diüretik grubumuzda daha kontrolsüz kilo verdirilerek hipovolemik duruma gelmiş olabileceğini veya diüretiklerin nefrotoksik etkisine bağlı olabileceğini düşündürmüştür.

Sun ve arkadaşlarının 318 KKY’li hastayı kapsadığı çalışmada hastalara sürekli diüretik tedavisi verilmiştir. Bazale göre %25’lik kreatinin artışı olması ABY olarak kabul edilen bu çalışmaya alınan 110 (%35) hastada ABY meydana gelmiştir. ABY gelişen hastalarda risk faktörü olarak ileri yaş, yüksek bazal serum kreatinin düzeyi, düşük bazal serum sodyum düzeyi, diüretik tedavisi sırasında OAB düşük olması ve yüksek dozlarda diüretik tedavisinin daha uzun süre verilmesi olarak gösterilmiştir. Çok değişkenli analizlerde, ABY sistolik disfonksiyonu (% 40) olan hastalarda diyastolik disfonksiyon (% 28) olanlara göre daha sık meydana gelmiştir (107). Bu durum hipervolemik hastalarda vücuttan volüm uzaklaştırmanın bazı parametrelerde düzelme sağlasa da bu işlemin kontrollü yapılması gerektiğini göstermektedir. Hipervolemik hastalardaki komorbit faktörlerin fazla olmasının yanında tabloya bir de ABY gibi mortalitesi yüksek bir durumun eklenmesinin tabloyu daha da ağırlaştıracağı unutulmamalıdır.

Artmış oksidatif stres ile birlikte kötü huylu lipoproteinler ve kronik böbrek yetmezliği geleneksel olmayan kardiyovasküler risk faktörleridir (110). Sabine ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada 46 HD hastası ve 13 PD hastası tedavi öncesi total kolesterol, LDL ve TG düzeyleri bakılmıştır. Yaklaşık altı ay tedavi sonrası hastaların kontrol LDL, TG ve total kolesterol değerleri tekrar ölçülmüştür. Tedavi sonrası hastaların total kolesterol ve TG düzeylerinde artış saptanmış ancak LDL düzeylerinde belirgin değişiklik saptanmamıştır (108). Campbell ve arkadaşlarının yaptığı uzun dönem kullanılan furosemid tabanlı diüretik çalışmasında ise lipit panelinde akut yükseklikler saptanmıştır . Bizim çalışma grubumuzda ise lipit panelinde istatistiksel olarak fark saptanmamış olsa bile UF grubunda tedavi sonrası LDL ve TG düzeyinin bir miktar azaldığı, diüretik grubunda ise LDL’de fark yok iken, TG düzeyinde bir miktar yükselme saptandı. Bu yüksekliğin Campbell’in belirttiği şekilde akut bir yükseklik olabileceği düşünüldü.

ile hastaların başlangıç ağırlıklarının % 15-37'si kaybettirilmiştir. Başlangıç değerleri ile karşılaştırıldığında, UF tedavisi sonunda, hastaların OAB değerleri, sol atrium çapları ile sol ventrikül sistolik çap ve sol ventrikül diastol sonu çapları belirgin olarak azaldığı saptanmıştır. Tedavi ile tüm hastaların asitleri kaybolmuştur. Bununla birlikte ortalama serum albümin değerleri ve EF'larinda belirgin artışlar saptanmıştır (109). Bizim hasta popülasyonumuzda da UF tedavisi uygulanan grupta istatistiksel olarak anlamlı olmasa da belirgin bir albumin artışı var iken diüretik tedavisi uygulanan grupta bir miktar albümin azalması saptandı. Hipoalbümineminin son dönem böbrek yetmezliği hastalarında mortalitenin en güçlü belirleyicisi olduğu, yapılan geniş kapsamlı çalışmalarda gösterilmiştir. Ovven ve arkadaşlarının 13473 hastayı kapsayan retrospektif değerlendirmelerinde serum albumin konsantrasyonu üre temizleme oranına göre 21 kat daha güçlü bir mortalite belirleyicisi olarak öne çıkmıştır (110). Benzer şekilde İseki ve arkadaşları da 1243 kronik hemodiyaliz hastasında sağ kalımı belirleyen klinik ve laboratuvar değişkenleri incelediklerinde serum albumin düzeylerinin en güçlü mortalite belirleyicisi olarak ortaya çıktığını bildirmişlerdir. Bu çalışmaya göre serum albumin düzeyi <4g/dl olduğunda ölüm riski artmaya başlamakta, <3,5g/dl olduğunda ise yaklaşık on kat artmaktadır (113). Bizim çalışma popülasyomuzda UF tedavisi uygulanan grubun tedavi öncesi albumin ortalaması 3,05 iken tedavi sonrası bu değerin 3,89’a kadar yükseldiği görüldü. İseki ve arkadaşlarının albumin seviyesi ve mortalite ilişkili çalışmasındaki albumin değerleri bizim çalışmada baz alındığı takdirde UF tedavisi uyguladığımız ve UF tedavisi sonrası albümin ortalamasını yükselttiğimiz hasta grubumuzda bunun mortaliteye olumlu şekilde yansıyabileceği söylenebilir.

Sonuç olarak; UF ve diüretik tedavisinin hipervolemiyi düzeltmedeki etkilerinin benzer olması ile birlikte oksidatif stres belirteçleri, KIMK, PAB, LVKİ, EF, lipit parametreleri, total protein, elektrolit (Na+, K+, Ca+2, Cl-) değerindeki değişiklikler, idrar dansitesi, spot idrarda proteinüri gibi parametreler üzerine etkileri de benzerdir. Literatürden farklı bulduğumuz bazı parametrelerin etkisini incelemek için daha çok hasta sayısının olduğu, hipervolemiye etki eden faktörlerin homojen olarak gruplandığı, oksidatif stres belirteçlerinin etkilendiği parametrelerin daha detaylı incelendiği uzun süreli çalışmalara ihtiyaç vardır.”

6. ÖZET

Amaç: Kronik böbrek yetmezliği hastalarında oksidatif stres hastalığın seyir ve progresyonunda önemli bir yer tutmaktadır. Volüm artışı ile de oksidtaif stres ve buna ait belirteç düzeyleri değişmekte, tedavi ile oksidatif streste ortaya çıkan azalmaların hastalığın seyrini olumlu yönde etkilediği bilinmektedir. Hipervolemik hastalarda volüm uzaklaştırmak için ultrafiltrasyon ve diüretik tedavi ile volüm uzaklaştırma yöntemleri yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu çalışmamızda volüm yüklenmesi bulgularıyla başvuran KKY, KBY, DM ve kardiyorenal sendromlu hastalarda diüretik ve ultrafiltrasyon tedavi yöntemlerinin oksidatif stres belirteçleri, karotis intima media kalınlığı ve sol ventrikül kitle indeksi üzerine olan etkilerini karşılaştırmak amaçlanmıştır.

Materyal-Metod: Bu çalışma, Ekim 2011 ile Aralık 2012 tarihlari arasında Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi İç Hastalıkları, Nefroloji, Kardiyoloji ve Acil servis polikliniklerine ciddi volüm yükü bulgularıyla başvuran uygun kriterleri taşıyan 41 kadın, 36 erkek olmak üzere KBY, KKY ve DM hastalıklarından en az birine sahip 77 hasta dahil edildi. Rutin hemodiyaliz programında olanlar, daha önce diüretik tedavisi almış olanlar ve aydınlatılmış onam formunu imzalamayanlar çalışma dışında bırakıldı. Çalışma hastalar övolemik hale gelene kadar yaklaşık iki hafta kadar sürdürüldü. Tedaviye başlamadan önce ve tedavi sonrası tüm hastalardan biyokimyasal analiz için kan örnekleri, idrar numuneleri, PA akciğer grafileri, ekokardiyografik değerlendirmeleri ve karotis intima media kalınlığı gibi parametreleri değerlendirildi. Oksidatif stres belirteçlerinden katalaz, MDA, Glutatyon peroksidaz ve süperoksit dismutaz düzeyleri tedavi öncesi ve sonrası

Benzer Belgeler